0% found this document useful (0 votes)
236 views261 pages

Steven Roger Fischer - Dilin Tarihi

This document provides an overview of the table of contents for the book "A History of Language" by Steven Roger Fischer. The book is divided into eight chapters that move from non-human communication and early human languages to the future of language. It covers topics such as animal languages, speaking primates, early human families, the development of writing systems, language families, the relationship between language and society, and implications for the future of languages like English. The introduction provides background for readers with no specialized linguistic knowledge.
Copyright
© © All Rights Reserved
We take content rights seriously. If you suspect this is your content, claim it here.
Available Formats
Download as PDF, TXT or read online on Scribd
0% found this document useful (0 votes)
236 views261 pages

Steven Roger Fischer - Dilin Tarihi

This document provides an overview of the table of contents for the book "A History of Language" by Steven Roger Fischer. The book is divided into eight chapters that move from non-human communication and early human languages to the future of language. It covers topics such as animal languages, speaking primates, early human families, the development of writing systems, language families, the relationship between language and society, and implications for the future of languages like English. The introduction provides background for readers with no specialized linguistic knowledge.
Copyright
© © All Rights Reserved
We take content rights seriously. If you suspect this is your content, claim it here.
Available Formats
Download as PDF, TXT or read online on Scribd
You are on page 1/ 261

Genel Yayın: 2787

DİLBİLİM

STEVEN ROGER FISCHER


DİLİN TARİHİ

ÖZGÜN ADI
A HISTORY OF LANGUAGE

COPYRIGHT ©STEVEN ROGER FISCHER, 1999

İNGİLİZCE ÖZGÜN METİNDEN ÇEVİREN


MUHTESİM GÜVENÇ

©TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 2010


Sertifika N o: 29619

EDİTÖR
ALİ BERKTAY

GÖRSEL YÖNETMEN
BİROL BAYRAM

REDAKSİYON
TANSEL DEMİREL

DİZİN
NECATİ BALBAY

GRAFİK TASARIM UYGULAMA


TüRKİYE İŞ BANKASI KÜLTüR YAYINLARI

I. BASIM: HAZİRAN 2013, İSTANBUL


III. BASIM: MART 2015, İSTANBUL

ISBN 978-605-360-883-7

BASKI
YAYLACIK MATBA ACILIK
LİTROS YOLU FATİH SANAYİ SİTESİ NO: 12/197-203
TOPKAPI İSTANBUL
(0212) 612 58 60
SERTİFİKA NO: 11931

Bu kitabın tüm yayın hakları saklıdır.


Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında gerek
metin, gerek görsel malzeme yayınevinden izin alınmadan hiçbir yolla çoğaltılamaz,
yayımlanamaz ve dağıtılamaz.

TüRKİ YE İŞ BANKASI KÜLTüR YAYINLARI


İSTİKLAL CADDESİ, MEŞELİK SOKAK NO: 2/4 BEYOGLU 34433 İSTANBUL
Tel. (0212) 252 39 91
Fax. (0212) 252 39 95
www.iskultur.com.tr
Steven Roger Fischer

Dilin Tarihi

Çeviren: Muhtesim Güvenç

$BANKASI

TÜRKiYE

Kültür Yayınları
İÇİNDEKİLER

Önsöz ··-·---------··-······-·-···--·······--······-···-········--········--------·-··----··· -········--···-···-··-·-···-········-·-·······--·VII


__

Hayva nla r Aras ı İ letişim ve ' Di l'-··---··---··-····-····-·---····-·----··------·--·--·-·

il
Konuşa n Maymunla r.. . .. ... ......... .27

III
İlk Ai le ler . . .. . ..... ......... .......................... .5
. 3

iV
Yazıl ı Dil ····-·---·-·--··-·····-····························· ···············-······--·-·--·----·---··-·-----·····--····-········-····--····· ·····--·8 1

v
Soyağaç la n ... . . .. ..................... . .... ... 109

VI
Dilin Bi limine Doğru ·--·-···--····--·-···-·····-····-····-····-··---·· -- -------·----· 13 7

VII
Top lum ve DiL.·--·· · · ········-··-········· ············································-····-······-···········-·········-···········-···-········---····-···········-····· 173

VIII
Geleceği n İpuçları ......................................................................................................................................................................... 209

Notla r--·--·--···--·-····· -·---·-····--······ -····-··················-······---·---·---··-·-····-··--····-··········-·-·--·····--·-···· 229


Seçme Kaynakça ····--···--·---····--·-----·--··-···-····--········-·············-·--···--···-····--···---····---···-··-···-······-23 9
__

Dizi n··· ·-·-··-··-----··----·--·-·-································-·····-··-············--··-····-·····-·········· ······-························· ··········-················· -····· 243


Ön söz

Dilin tarihine bir giriş olan bu kitabı okumak için dilbilimde


herhangi bir ön eğitime ihtiyaç yoktur. Kitap, özel dilbilim termi­
nolojisi ya da özel dilbilim yöntemleri hakkında hiçbir önbilgi ge­
rektirmemektedir.
Bu inceleme, dilin genel bir tarihi olarak, geleneksel dilbilim
tarihlerinden, yani bilinen ya da gün yüzüne çıkarılan insan dille­
rindeki değişikliklerin formel betimlemelerinden pek çok farklılık
taşır. Kitapta dil yalnızca insan dillerini değil, hayvan dillerini de
kapsayacak şekilde ele alınmıştır. Bu çalışma, 'dil'in küresel ölçek­
teki tarihsel öneminin, kısa ve özlü bir değerlendirmesidir.
İlk bölüm Doğa ve geçmişle başlıyor, son bölüm ise Teknoloji
ve gelecekle sona eriyor. Giriş kitabı niteliğindeki bu tarih ince­
lemesi ayrıca makro konularla başlayıp mikro konulara geçiyor.
Eserde sırasıyla bütün hayvanların dillerinden primat dillerine,
genel olarak Homo Sapiens'lerin dilinden insan dillerinin büyük
ailelerine, özgül dil ailelerinden yeni küresel toplumumuzun dil
kullanımına ve insanlığın Güneş Sistemi'ni koloni haline getir­
meye başladığı çağda İngilizcenin muhtemel geleceğine kadar
geniş bir konu yelpazesi üzerinde duruluyor. Bu kitap, doğada
görülen en büyüleyici yeteneğin, sıradan ve benzersiz bir beceri­
nin, yani dilin hikayesidir.
Vlll DİLİN TARİHİ

Dilin tarihine giriş olan bu çalışmanın aşağıdaki bölümlerinde,


yirmiden fazla tanımı ve hatta belirli bağlamlardaki daha fazla an­
lamı bulunan amorf bir kavram olan 'dil'le anlatılmak istenen bir­
çok şey açıklığa kavuşacaktır. Bugün bu kavramın formel tanımı,
'dil'in yalnızca Homo Sapiens'lere özgü bir beceri olmadığı doğ­
rultusunda anlamsal bir değişim de geçirmektedir. Hangi devirde
olursa olsun başka canlılara bilgi aktaran herhangi bir canlı varlı­
ğın bir nevi 'dil' kullandığı artık kabul edilmektedir. Anlaşılan, dil
evrensel bir yetidir.
"Birisi, bir yerlerde ilk sözü kullandı. Ve başka birisi de onu
anladı" şeklinde bir iddiada bulunmak saçma olur. Şu anda böy­
le bir yazı çekici gelebilir. Fakat artık farkında olduğumuz üzere,
bunun verdiği mesaj tarihsel açıdan geçersizdir. Dil 'başlamadı.'
Dil, sayısız biçimiyle yüz milyonlarca yıllık evrim süreciyle oluştu.
Esas itibariyle antropomorfik bir kavram olan 'dil,' ancak bu uzun
süren evrimin sonunda, modern insanların özdeşleşebileceği ve iyi
anlayabileceği biçimiyle ortaya çıktı.
Dolayısıyla, dilin tarihi, özellikle 1 960'lardan beri çığır açan
kuş, deniz memelileri ve primat deneylerinde ortaya konduğu üze­
re insan-dışı dilleri kapsamak zorundadır. İlksel dil biçimleri hala
yeryüzünde mevcuttur, dil olarak varlıklarına ancak bugün farkına
varılmaktadır. Bunun nedeni, özellikle tabiatın şimdiye kadar algı­
lanmayan iletişimlerini kaydetmek amacıyla izleme donanımlarını
kullanıma sokan modern teknolojidir.
Hominidlerin konuşan varlıklara dönüşmeleri de uzun sürme-
di. İşte bu kitabın temel konusu, insan dilinin ve insan dillerinin
sonraki evriminin meydana gelmesinin öyküsüdür. İnsan diline iliş­
kin en temel sorulara hala kesin yanıtlar verilememektedir: 'Dil'
nedir? 'Dil' diğer zihinsel yetilerle nasıl bir ilişki içindedir? İnsan
dili, insan-dışı iletişim biçimlerinden nasıl ayrılır? Dilin tarihinin
bir amacı da bu ve benzeri soruları yanıtlama yollarını bulmaktır.
Bu kitap, dilin evriminin teorik özgünlüklerini ele almıyor. Bu
konudan, yalnızca, genel bir dil tarihi çerçevesinde genel açıklama­
larla bahsediliyor. Örneğin 'sözcüklerin' kökeni, sözdizimin ortaya
çıkışı ve benzeri hakkındaki özgül tartışmalara dair daha kapsamlı
ÖN SÖZ IX

bilgi edinmek için gerekli metinler notlarda ve kaynakçada belir­


tilmiştir. İnsan beyninin, özgün ses kaynaklarını işleme yetisinin
evrimi de benzer biçimde büyüleyici olsa da, bu dil tarihine girişin
maalesef kapsamının dışında kalmaktadır.
Bu kitabı yazmayı bana Jeremy Black tavsiye etti ve verdiği fi­
kir ve eşsiz yardımları için ona son derece minnettarım. Benimle
projenin özgünlüklerini dostça tartışan ve birçok yapıcı yorum ve
öneride bulunan Reaktion Books'tan Michael Leaman'a da teşek­
kür etmeyi bir borç bilirim.
Her biri kendi özgün tarzı ile dilbilim ve filoloji kariyerimde
önemli rol oynayan çok sayıda insana da minnet borçluyum. On­
ların engin dil, dilbilim ve/veya filoloji bilgileri, benim dilbilimsel
ve filolojik bilgi ve inançlarımı etkilemiş, şekillendirmiş ve bilemiş­
tir. Anılmaya layık çok sayıda kişinin arasında, özellikle Eli Sobel,
Noam Chomsky, Raimo Antilla, Theo Vennemann, Terence Wil­
bur, Stephen Schwartz, Arthur Groos, Thomas Bartel, H. G. A.
Hughes, Margaret Orbell, Bruce Biggs, Andrew Pawley, Malcolm
Ross, Ross Clark, Ray Harlow, Terry Crowley, Albert Schütz,
John Charlot ve Jack Ward'a da minnettar olduğumu ifade etmek
istiyorum.
Ve hepimize dil hakkında nasıl yazılması gerektiğini gösteren
Jean Aitchison'a da ayrıca teşekkürlerimi sunuyorum.
Ama her şeyden önce karım Taki, benim için hem destek hem
de gönlümü aydınlatan bir ışık olmuştur.

Steven Roger Fischer


Waiheke Adası, Yeni Zelanda
Ocak 1 999
Hayvanlar Arası İ letişim ve 'Dil'

Yeryüzündeki ilk organizmalarda, tür, cinsiyet veya niyet bil­


dirmeye yarayan ilkel mekanizmalar oluşmuştur. Bu mesaj akta­
rımı doğanın o sıradaki en gelişmiş aracıyla yapılıyordu: kimya­
sal iletişim. Bir canlının kendi türünden bir başka canlıyla üreme
amacıyla iletişim kurma ihtiyacı milyonlarca yıl kesintisiz olarak
devam etmiş, giderek karmaşıklaşan iletişim yöntemlerini ortaya
çıkarmıştır. En geniş anlamıyla 'dil' bu evrimsel süreçle doğmuştur.
Doğada kullanılan her dil türü farklıdır. Derinlemesine araştır­
malar yapıldıkça, her türün kendine özgü iletişim yeteneği olduğu
daha iyi kavranır, 'dil' kavramının tanımları giderek karmaşıklaşır.
Dil en basit tanımıyla 'bilgi alışverişi aracı' demektir. Böyle bir
tanımla dil kavramı jestleri, mimikleri, beden duruşlarını, ıslıkları,
el işaretlerini, yazıları, matematiksel dili, programlama (ya da bil­
gisayar) dilini ve benzerlerini kapsamış olur. Bu tanım, karıncala­
rın kimyasal 'dil'ini ve bal arılarının dans 'dil'ini de kapsar. ( Bugün
biliyoruz ki her iki hayvan da, bunların yanı sıra aynı anda başka
iletişim biçimleri de kullanmaktadır.)
2 DİLİN TARİHİ

Dahası bu tanım, insan kulağının işitemediği frekanslarda olu­


şan çok sayıda biyo-akustik (canlıların meydana getirdiği sesler­
le) bilgi alışverişini de içerir. Örneğin 1 5 yaşındaki ortalama bir
insan, normal ses ve yakınlıktaki bir diyalogda sadece on oktav
civarındaki -yani 30 ile 1 8 .000 hertz arası- sesleri duyabilir. Kuş­
lar, kurbağalar, kara kurbağaları ve köpekler bu aralıkta ses çıka­
rırlar. Oysa diğer yaratıkların çoğu, insanın 'normal' saydığı ses
aralığının hem üzerinde hem de altında iletişim kurar. Çatalkuy­
ruklu balinaların, mavi balinaların, fillerin, timsahların, okyanus
dalgalarının, volkanların, depremlerin ve şiddetli havanın ürettiği
birçok ses gibi 30 hertz altındaki sesler 'ses-altı' (infrasound) ka­
tegorisine sokulur. Ses-ötesi (ultrasound) kategorisi 1 8 .000 hertz
üzerindeki frekansları kapsar, böcekler (yeryüzünün en kalabalık
sakinleri), yarasalar, yunuslar ve kır fareleri tarafından kullanı­
lır. Ancak, dilin kapsamında bu tür seslere dayalı iletişimden çok
daha fazlası vardır. En evrensel anlamıyla dil, canlılar dünyasının
ilişki ağıdır. Dilin sınırlarını belirleyen ise aslında insanların ta­
nımlarıdır.
Hayvan iletişimi üzerine son araştırmalar, tür tanımlamaya
yönelik olarak yapılmıştır; hayvan iletişimi, temel biyolojik ya
da sosyal açıdan özgül süreçlere bağlanmaya çalışılmıştır.' "Dilin
tarihi" deyince 21. yüzyılın başında hala zımnen " insan dilinin
tarihi" anlaşılsa da, bu tamlamanın şimdiye kadar göz ardı edi­
len dil biçimlerini de kapsayabileceğine dikkat çekmek istiyoruz.
'Kurbağa dili'ne herhangi bir atıf bulmak isteyenin eli hala boş
kalsa da, son birkaç yıl içinde birçok amfibinin, özellikle kurba­
ğaların sesli iletişimi yoğun bir şekilde araştırıldı. Biyo-akustik
bilimi balıklara da ilgi göstermektedir, özellikle yumurtlama süre­
since çoğu balık, temsili 'bir karmaşık ses' çıkarmaktadır. Bu sesin
ilk bölümü kısmen örtüşen bir dizi nabız atışından oluşmaktadır,
ikinci bölümüyse hızlıca tekrarlanan nabız atışlarından meydana
gelmektedir. Bu iki bölümden, bir 'ton'a benzeyen sürekli bir dal­
ga biçimi doğmaktadır.
ABD'nin batı kıyılarında yaşayan denizalası adlı balığın 'mı­
rıltı'sı, en ilkel biçimiyle sesli iletişimi çarpıcı bir biçimde gösterir.
HAYVANLAR ARASI iLETİŞİM VE 'DİL' 3

Söz konusu ses yakın dönemde California'da yüzen evlerdeki hal­


kı rahatsız edene ve uluslararası basında manşet olana dek bilim
dünyasında bilinmiyordu. Erkek denizalası, bir dişiyi yumurtlama­
sı amacıyla kendi yuvasına çekmek için 'mırıldanır.' Mide duva­
rına karşı büzülen ve titreyen yüzme kesesine iliştirilmiş bir çift
kastan ses (Avustralya didgeridoo'sunun çıkardığı titreşimli derin
sese benzeyen yüksek şiddette bir ses) meydana gelir ve bu bir saat
kadar devam eder. Bir dişi ulaşır ulaşmaz 'mırıltı' kesilir.
Birçok böcek cinsinin de, anlaşılan iletişim için kullandıkları
ses-üreten organları vardır. Bunların pek çoğu, bilimin 20. yüzyılın
ikinci yarısına kadar varlığından bile haberdar olmadığı ses-ötesini
kullanır. Mesela gerek erkek gerek dişi güveler, kur süresince fero­
mon (özel bir bezden salgılanan salgı) aracılığıyla iletişim kurarlar;
güvenin kurdaki davranış dizgesi de ses-ötesi üretimini içerir. Çok
yeni olan bu keşif, güvelerin kur davranışlarının yeniden incelen­
mesini zorunlu kılmıştır, artık iletişim ifadelerinin çeşitli biçimleri
arasındaki etkileşime daha çok önem verilmektedir.
Ama hayvan iletişiminden veya dilinden bahsedildiğinde, akla
ilk gelen, karıncaların, bal arılarının, kuşların, atların, fillerin, su
memelilerinin ve maymunların dilleridir.

Karıncalar (Fonnicidae)

Karıncaların tür sayısı 12.000 ile 1 4.000 arasıdır. Bu türlerin


her bir kolonisinde bir milyon ya da daha fazla karınca bulunur.
Yeryüzünün yaşamaya elverişli hemen hemen her noktasını işgal
eden karıncalar insanlardan çok daha kalabalıktır, nüfusları tril­
yonları bulur. Karıncalar yalnız yaşamaz. Hepsi bir şekilde ileti­
şim kurar. Her karınca, beden dilini ve feromonları kullanarak
en az 50 mesaj iletebilmektedir. Karıncaların alt çene tiroidleri
tehlikeyi bildiren koku yayar; arka bağırsaklar rektal bir salgı
bezinde son bulur, buradan iz oluşturmak için koku sızdırırlar;
sternal salgı bezinden çıkan sızıntılar yakındaki işçileri çağırmak
için kullanılır, vb. Beden diliyle birlikte kullanılan bu çok özgül
kimyasal mesajlar, koloninin hayatta kalması için bir karıncanın
DiLİN TARİHİ

başka karıncalarla bilgi alışverişi yapması için özlü bir iletişim


sistemi sağlar. Böylece dil, en yalın haline, esas itibariyle 'feromon
dili'ne indirgenmiş olur. Bazıları, bunu yeryüzünün ilksel dili ola­
rak tanımlar.
Karıncaların dil yeteneklerinin, bilimin bugün kabul ettiğinden
çok daha karmaşık olması mümkündür. Karıncalar arasındaki
işbölümü, bugünkü iletişim modeliyle tamamıyla açıklanama­
maktadır. Grup hangi yaprağın alınıp getirileceğine nasıl karar
vermektedir? Kitle organizasyonu ve koordinasyonu nasıl sağlan­
maktadır? Bugüne kadar saptanandan daha gelişkin bir bilgi alış­
verişi mevcut olsa gerek. Ayrıca, çok yeni biyo-akustik araştırma­
lar, karıncaların cırlamayı da kullandıklarını göstermektedir; ses
ve ses-ötesi üretimleri hala çok az anlaşılmaktadır ve kullanımının
bağlamı hala tam olarak bilinmemektedir. Her halükarda, böcek­
bilimciler, karıncaların yüz milyonlarca yıl boyunca, çok yüksek
düzeyde karmaşık bir feromon, beden dili ve ses dalgaları kombi­
nasyonu aracılığıyla iletişim kurmakta oldukları ihtimali üzerinde
durmaktadırlar.

Bal Arıları (Apis Mellifera)

20. yüzyılın ilk yarısında, Avusturyalı hayvanbilimci Kari von


Frisch, bal arılarının iletişim kurmak için 'dans'ı kullandıkları­
nı göstermiş, 'ufak böceklerin' bile uzak mekanlarda ve farklı
zamanlarda olup bitenler hakkında karmaşık bilgi alışverişinde
bulunma yeteneğine sahip olduklarını ortaya koyarak dünyayı şa­
şırtmıştır. Yiyecek tedarikçisi bal arısı, 'sallanma dansı' yaparak,
yuvadan uzaktaki yiyeceklerin türü (yiyecek numuneleri aracılı­
ğıyla), niteliği ( 1 80 derecelik 'dans' dönüş sayısı) ve yeri (mesafe
ve doğrultu için sekiz şekli çizerek) hakkında etrafındakileri bil­
gilendirir. Eskiden, bal arılarının sallanma dansından, hayvanlar
aleminde 'gerçek dil' kullanımının klasik bir örneği olarak sık sık
bahsedilirdi.
Son araştırmalar, ayrıca, yiyecek toplayan cüce arıların, sade­
ce açıkta, yuvalarının tepesinde dans ettiklerini ve etrafındakile-
HAYVANLAR ARASI iLETiŞİM VE 'DİL' 5

rin ise yalnızca izlediklerini ortaya koymaktadır. Karanlık yuva­


larında dans eden türlerin tedarikçileri ise, hava akımını üretmek
için kanatlarını titreştirirler; bu, takipçilerin birkaç sekizli figürü
izledikten sonra yakın mesafeden duyargalarıyla algıladıkları bir
'ses'tir. Sonuç itibariyle bu olay arıların 'duyabildiğini' göstermek­
tedir. Daha sonra, takipçiler, vücutlarını aşağı bastırarak ve göğüs­
lerinden, dans edenin bacaklarıyla algıladığı bir titreşim yayarak
yiyecek numuneleri isterler. İşte bu ifade tarzlarının kombinasyonu
-beden dili, yiyecek alışverişi ve 'ses'- bal arılarının kendi araların­
daki 'dil'ini oluşturur. 'Robot arı' deneyleri, hem sallanma dansı
hem de akustik mesajın, çoğu bal arısının kendi aralarında iletişim
kurmaları için gerekli olduğunu göstermektedir. Söz konusu de­
neylerde, eğer bu ifade tarzlarından birisi kullanılmazsa, arıların
çoğu yiyeceği bulmayı başaramaz.

Kuşlar (Aves)

Kuş meraklıları, öteden beri çalıkuşunun geniş repertuarından


etkilenmiştir. Ayrıca yaban kuşlarının kendi ötüşlerini değişik or­
tamlarda öğrenmeleri, Eskiçağ'dan beri insanların dikkatini çek­
miştir. Bu olgu, kuşların, seslerine değişik anlamlar yüklediklerini
düşündürür. Son araştırmalar da bunu doğrulamıştır.3
Kuşların en çok öten türleri arasında bile, ses yetenekleri ve
eğilimleri açısında büyük farklılıklar vardır. Bazı kuşlar hiçbir şey
söylemezler, bazılarının ise aralıksız bir şeyler anlattığı anlaşıl­
maktadır. Büyük papağanlar, özellikle Afrika gri papağanları ve
Amazonlar (sarı boyunlular, çift sarı başlar, gaga dibi ile göz arası
kırmızı olanlar, ön tarafı mavi olanlar), belki de hayvanlar alemi­
nin en olağanüstü 'dilci'leridir. Kırmızı ve mavi-kırmızı makavlar
(Amerikan papağanları) da sesleri çok iyi çıkarabilirler, fakat bu
sesler genelde boğuk ve gürültülü olur. İyi 'konuşan' kakadular
(Avustralya papağanları) açık, anlaşılır sesler çıkarabilir, ancak
makavlar gibi onlara da dil öğretmek zordur.4
Daha 1 940'lı yıllarda, Afrika gri papağanlarının, nesnelerin
miktarlarını eşleştirme gibi çok incelikli bir zeka gerektirdiğine
6 DiLİN TARİHİ

inanılan, sesli olmayan işleri mükemmel bir şekilde öğrenebildik­


leri ortaya konmuştur. Daha sonraki araştırmalar, özellikle papa­
ğanların (Psittaciformes) kendi aralarında çeşitli 'anlamlı' yöntem­
lerle doğal sesleri kullandıklarını, sesleri grubun diğer üyelerinden
öğrendiklerini göstermiştir.
20. yüzyılın son çeyreğinde, yüzyıllarca ancak mecaz anlamı
kastedilerek kuş 'dili' denen olgunun anlaşılmasında büyük geliş­
melere tanık olunmuştur. Haziran 1 977'de, Irene Pepperberg; Alex
adlı 1 3 aylık bir Afrika gri papağanına kendisiyle iletişim kurması
için, yeni tekniklerle ve insan sosyal öğrenme araştırmalarından
yararlanarak İngilizce öğretmeye başlamıştır. Deneyin sonuçları et­
·
kileyicidir: Öyle görünüyor ki, Alex artık eğitimini tamamlamıştır,
insan konuşmalarını 'papağan gibi tekrar etmek' yerine dikkate
değer bir incelikle çeşitli kavramsal tarzlarda sözleri anlamakta ve
yanıtlarıyla benzer anlamsal içeriği ifade etmektedir.
Örneğin araştırmacı, mor bir metal anahtarı ve daha büyük
yeşil plastik bir anahtarı Alex' e gösterir. " Alex, kaç tane ?" diye
sorar ve 1 5 saniye bekler. Alex yanıtlar: "İki." "Hangisi büyük?"
"Yeşil anahtar." Sonra araştırmacı, dondurmanın tahta çubuğunu
kaldırır. " Bu hangi madde?" Uzun bir bekleyişin ardından "Tah­
ta" cevabı gelir.
Eğitmenler 1 2 yıl içinde Alex'e çeşitli dil becerileri kazandırdı­
lar. Alex 40 değişik nesnenin (muz, şişe mantarı, sandalye, su ve
benzerleri) adını söyleyebilmekteydi. Alex, " Hayır", " Buraya gel" ,
" . . . u istiyorum" v e " . . .y e gitmek istiyorum" gibi ifadeleri işlevsel
olarak kullanabiliyordu. 7 rengi ayırt edip adlarını söyleyebiliyor,
çeşitli şekilleri tasvir edebiliyor ve nesneleri altıya kadar sayabi­
liyordu. Sonunda Pepperberg, Alex'in, kendisine öğretilenler dı­
şındaki bazı nesneler de dahil olmak üzere l OO'den fazla nesneyi
tanımlamak, istemek, reddetmek, sınıflandırmak ve saymak için
sesleri birleştirdiğini gördü. Bu yetenekleri sınandığında, Alex'in
başarı ortalaması yüzde 80 idi. 6
Ama bazı sınırların ötesine geçemiyordu. Alex insanlarla ileri
bir seviyede iletişim kurabiliyordu, ne var ki insanların kendi ara­
larında konuşabildikleri tarzda eğitmenleriyle 'konuşamıyordu.'
HAYVANLAR ARASI iLETİŞİM VE 'DiL' 7

Büyük maymunlardan farklı olarak, Alex bir önceki gün yaptık­


ları ile bir sonraki gün yapmak istedikleri arasında bağlantı kura­
mıyordu. Fakat Alex insanlara, belki de kuşların da yaratıcı bir
şekilde dili kullanabileceklerini, dolayısıyla büyük maymunlarla
(orangutanlar, goriller, şempanzeler ve bonobolar) ve su memeli­
leriyle (balinalar ve yunus balıkları) karşılaştırılabilecek düzeyde
karmaşık düşünebileceklerini de göstermiştir.
Yeni nöro-analitik testler, insanların sol-beyinlerinin konuşma­
yı kontrol etmesine benzer bir biçimde, kuşların da sol-beyinleri­
nin ötüşü kontrol ettiğini göstermiştir. Bu buluştan yola çıkılarak
ikisinin arasında bağlantı kurulmuştur. Ancak, bilim insanları bu
konuyla ilgili henüz kesin bir uzlaşıya varamamışlardır.
Eğer bilim, sonunda kuşların gerçekten de bir karmaşık 'dili'
olduğu ve onu kullandığı sonucuna varırsa, bu, onların uzak atala­
rının, dinozorların da bir tür dili, belki de aynı tarzda kullandıkları
anlamına gelir mi? Bu akıl yürütme mantıklı görünmektedir.
Akustik iletişim, memedeki salgı bezlerinin salgıladığı sütle yav­
rularını besleyen yüksek omurgalılar olarak tanımlanan memeliler
tarafından da yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Sosyal uyum sağ­
layarak memelilerin yaşamlarını sürdürmelerini mümkün kılan dil,
tüm bu omurgalılar sınıfının temel özelliklerinden biri sayılabilir.
Memelileri incelemek, özellikle çıkardıkları sesler karmaşık oldu­
ğundan, diğer hayvanları incelemek kadar güçtür. Ayrıca memeli­
lerin sosyal ortamları da son derece karmaşık ve çeşitli olduğu için,
bu güçlük bir kat daha artar. Belirli sesleri ve/veya ses örüntülerini,
belirli etkinliklerle ve/veya tür içi iletişimle ilişkilendirmek güçtür.
Üstelik yaban ortamdaki kuşlarda olduğu gibi, memeli 'dil'lerinde
de birçok bölgesel farklılıkların ( lehçe) yanı sıra bireysel öğrenme
kapasiteleri ve ifadeleri ( bireysel dil) de mevcuttur.
Memelilerin iletişimi üzerine şimdiye kadar yapılan çoğu araş­
tırma biyo-akustikleri, yani çıkardıkları seslerin ölçümleri ve çö­
zümlemeleri üzerine yoğunlaşmıştır. Memeliler üzerine yapılan
en iyi biyo-akustik araştırmalar, çiftleşme ve sonar araştırma (se­
sin yankısına göre cismin yerini saptama) gibi tamamen bağla-
8 DiLiN TARİHİ

ma-özgü ortamlarda gerçekleştirilmiştir. Aslında yalnızca sonar


araştırma, bilimsel deneylerin neredeyse tüm isterlerini karşıla­
yabilmiştir, çünkü araştırma ortamı belli başlı fizik kanunlarıyla
sınırlıdır, ayrıca çıkarılan sesler sosyal etkinliklerden daha dü­
zenli ve izlenmesi daha kolay olduğundan, veriler kolayca karşı­
laştırılabilmektedir. Bununla birlikte sonar araştırma bir iletişim
değildir. Sonar araştırma, yarasalar, balinalar ve yunuslar gibi
birçok memelinin, tür içi sofistike bilgi alışverişlerini mümkün
kılan karmaşık biyo-mekanizmalara sahip olduklarını kanıtlar.
Özellikle yarasalar hakkındaki araştırmalar, sabit-frekanslı sonar
ve değişken-frekanslı sonar üzerine yoğunlaşmaktadır. Bu küçük
memeliler söz konusu yöntemleri kullanarak yönlerini bulur ve
avının yerini tespit ederler. Burada, ultra-sesler, en önemli bileşe­
ni teşkil etmektedir. Ama yarasaların sosyal iletişim kurmak için
çıkardıkları sesler, daha düşük frekanslardadır ve henüz anlaşı­
lamamıştır. Memelilere ilişkin biyo-akustik araştırmalar, fareler
hakkındaki çalışmaları da kapsamaktadır. Bugüne kadar 'yara­
sa dili' ya da 'fare dili' üzerine pek az şey yazılmıştır. İnsanların
bilgisizliğinden ve 'dil' teriminin sadece insanlara ait sayılmasın­
dan kaynaklanan bu durum aslında bir eksikliktir. Aslında hem
yarasalarda hem de farelerde karmaşık bir biyo-akustik iletişim
mevcuttur. Kısacası insanlık, son zamanlara kadar bu iletişimin
farkına varamamıştır.
Öte yandan at, fil, balina ve yunus 'dilleri,' son yıllarda muaz­
zam ölçüde popüler ilgi görmektedir. Gizemci yazarlar, bu iletişim
sistemini doğaüstüyle, hatta uzaylılarla, 'üst iletişim' biçimleriyle
bile ilişkilendirmişlerdir. Bu ilişkilendirme saçmadır, ama bu me­
melilerin bir şekilde iletişim kurduklarına kuşku yoktur. Onların
iletişimi, bizimkinden yalnızca farklıdır. İnsan dışındaki memelile­
rin iletişiminin insan dilinden daha 'üstün' -yani, bağlamsal olarak
daha gelişkin- olduğunu gösteren bilimsel bir kanıt mevcut değil­
dir. Nitekim 20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca toplanan kanıtlar,
yalnızca hominidlerin (insanların ve yakın atalarının), gezegenin
tarihindeki en gelişkin doğal ve yapay iletişim biçimlerini geliştir­
diğini ortaya koymaktadır.
HAYVANLAR ARASI iLETiŞiM VE 'DiL' 9

Atlar (Equus Caballus, Tek Toynaklılar)

Atların, birbirleriyle çok uzak mesafelerden bile iletişim kur­


mak için çıkardıkları belirli seslerle bağlantılı olarak gelişkin bazı
vücut dili biçimlerini (jest, yönelim, göz teması ve kaçınma) kul­
landıkları uzun bir süredir bilinmektedir. Son yıllarda eğitmenler,
eyerlemek ve at binmek gibi amaçlarla atın davranışlarına yön ver­
mek üzere, bu at 'dilini' gözlemleyerek yeni teknikler geliştirdiler.
Bu teknikler çok başarılı olmuş, atları terbiye etme süresi birkaç
günden dakikalara inmiştir. Böylece şimdiye kadar bilinmeyen bir
tür insan-at iletişiminin gerçekleştiği neredeyse kuşkusuzdur. Ge­
yikler ( Cervidae familyası) üzerine araştırmada, süreç daha yavaş
ve incelikli işlese de, hemen hemen aynı teknikler kullanılarak ben­
zer sonuçlara ulaşılmıştır. Seslenmeler, bu etkileşimlerde pek bir
rol oynamamıştır; genel olarak, atlar kendi aralarında vücut dili
ile sesleri bir arada kullanırlar. Burada bir tür dilin bulunduğu,
insanlar ile atlar ve insanlar ile geyikler arasında belirli bir bil­
gi alışverişi olduğu aşikardır. Bununla birlikte, bağlama yönelik
seslenmeler dahil at ve geyik 'dilleri' üzerine bilimsel araştırmalar
henüz başlangıç aşamasındadır.

Filler (Elephantidae)

20. yüzyılın son yirmi yılında, araştırmacılar modern yöntem


ve teknikleri fillerin iletişimi konusuna da kullanmışlardır. Fillerin,
sürülerinin hayatta kalmasını sağlayan sosyal bağları güçlendir­
mek amacıyla sürekli olarak iletişim kurdukları ihtimali üzerinde
uzun süredir durulmaktadır. Ama bu iletişimin, tür içerisinde an­
lamlı bilgi aktarımı şeklinde tanımlanan 'dil' kapsamına ne ölçüde
sokulabileceği hala bilinmemektedir.
Filler çeşitli sesler kullanırlar: inlemeler, kükremeler, hırlamalar,
homurtular, böğürmeler, havlamalar. 7 Bu seslerin her birinin, farklı
bir iletişimse! ifade tarzını temsil ettiği anlaşılmaktadır; öyle ki, her
bir ifade tarzında çeşitli sesler anlamlı alt-birimleri temsil eder. 14
ile 35 hertz arasında çıkarılan sesler, kuşkusuz, bütün fillerin en
10 DİLİN TARİHİ

anlamlı sesleridir; 40 hertz üzeri fil sesleri insanlar tarafından kalın


org sesi gibi işitilebilir ve deri altı 'karıncalanması' gibi algılanır.
Böylesi düşük frekansların otlak ve ormanda yayılması çok kolay­
dır. Zimbabwe, Namibya ve Kenya' da yapılan araştırmalar, fillerin
olağan duyulabilir eşiğin altındaki bu infra-sesleri uzaktaki fillerle
bir şekilde iletişim kurmak amacıyla kullandıklarını göstermiştir.
(Muhtemelen bu açıdan filler kara memelileri içinde benzersizdir.)
Zamanlayıcılar ve uzaktan kumanda sensörleri kullanılarak, erkek
ve dişi filler arasında dört kilometreden uzak bir mesafede iletişim
kurulduğu kanıtlanmıştır. Öyle görünüyor ki, bu seslenmeler, baş­
ka birçok amaca hizmet etmenin yanı sıra, dişi ve erkeğin üreme
için bir araya gelmelerini sağlamaktadır. (Yetişkin erkek ve dişi fil­
ler ayrı yaşarlar, öngörülemeyen zamanlarda göç ederler ve sabit
yavrulama mevsimleri yoktur. ) Dişi filler, kızışma döneminde, 'çift­
leşme şarkısı' olarak tanımlanabilecek, benzersiz bir dizi infra-ses
'çağrısı' yaparlar: Dişi filler, 'şarkı'larına yavaş ve derinden gelen
seslerle başlarlar, bu sesler giderek güçlenir ve tizleşir, en sonunda
filler sessizliğe gömülürler. 'Konser' yarım saat sürebilir.
Dişi fil seslenmeleri, birçok farklı mesaj türünün iletildiğini dü­
şündüren zenginlikte ve çeşitliliktedir. Anlaşıldığı kadarıyla çağrı­
ları, sürünün nereye kadar dolaşması gerektiğini, ne zaman emzir­
me vakti olduğunu, grupta hangi hayvanların mevcut olduğunu
vb. gösterme amacını taşımaktadır. Dişiler ayrıca uzaktaki olayla­
ra da karşılık verirler. Yetişkin erkekler daha az ses çıkarırlar; bir
araştırmacı bu durumdan esprili bir şekilde, erkeklerin dişilerin ge­
vezeliklerini dinlemekten konuşma fırsatını bulamadıkları sonucu­
nu çıkarmıştır. Koklama duyusu daima işitmeyle birlikte kullanılır;
feromonların, fillerin cinsel üremesinde belirgin bir rol oynadıkları
anlaşılmaktadır. Dişi eş arayışındaki erkek filler, böylesi uyarıcı
'kimyasal iletişim'e güçlü tepki gösterirler. (Dişi filler dört yılda bir
yalnızca iki gün kadar kızışma dönemi yaşarlar. )
'Dil' olarak ele alınacak olursa fil iletişimi, tabii ki, yalnızca
üremeyle ilgili iletilen mesajları değil, çok çeşitli mesajların iletil­
mesini sağlayan sesleri de kapsar. Fillerin en güçlü infra-ses ka­
yıtlarından bazılarında, muhtemelen panik sinyali olan homur-
HAYVANLAR ARASI İLETİŞİM VE 'DİL' 11

tular bulunur; bu 'panik çağrılarının,' sürüsünden uzak kalan fil


tarafından sürüsünden yardım istemek amacıyla yapıldığı ileri sü­
rülmektedir. Farklı sürüler, ormanlık arazide birbirlerinden kilo­
metrelerce uzakta olmalarına rağmen, görünüşe göre, birbirleriyle
iletişim sağlamak amacıyla infra-sesleri kullanarak yiyecek araya­
cakları yönleri neredeyse mükemmel bir eşzamanlılık içerisinde
sürekli olarak ayarlayabilmektedirler. Bazı araştırmacılar, böyle­
si bir ağın, geniş arazide bulunan nüfusu az fil gruplarında bile
karmaşık bir hiyerarşik toplumun idamesine hizmet ettiğini ileri
sürmektedirler.

Balinalar (Deniz Memelileri)

Memeli akustiği üzerine uluslararası araştırmaların büyük bir


çoğunluğu, başta gizli askeri araştırmalar (sonar araştırmaları)
olmak üzere çok çeşitli nedenlerle deniz memelileri hakkında ya­
pılmıştır: suda yaşayan hayvanlar, özellikle deniz memelileri, yani
balinalar, yunuslar, domuz balıkları ve akraba sınıflar. Bildiğimiz
kadarıyla, dünyada kuşlar ve hominidlerden başka, kolayca işi­
tilebilir, kendiliğinden, karmaşık, sese dayalı alışverişte bulunan
yegane yaratıklar deniz memelileridir. Deniz memelileri akustiği
üzerine bugün yapılan araştırmalar, sosyal seslenmeler ve yankı
aracılığıyla yer belirleme işaretleri üzerine yoğunlaşmaktadır, bu­
nun için dijital sinyal işlemli çalışma istasyonları olan hidrofonla­
rın saptadığı sualtı seslerinin kayıtları analiz edilmektedir. Ancak,
bu yöntemle, memelilerin sosyal ortamları açıklanamamaktadır.
Dolayısıyla video kayıtlarında ve gerçek zamanda grup izlemesine
ihtiyaç vardır. Bu izlemelerin sonuçları, karşılaştırılabilir veri sağ­
lamak amacıyla laboratuvarda analiz edilebilir. Özellikle balinalar
hakkında bu şekilde bilgi toplamak son derece güçtür.
Balina sesleri 256.000 hertz'e kadar ulaşabilir - insan kulağının
algılayabildiği seviyenin on iki katı. Bu sebeple insanlar, 20. yüzyı­
lın ikinci yarısında elektronik algılayıcı aygıtların gelişimine kadar,
balinaların sesli iletişiminin gerçek aralığından haberdar değillerdi.
Balina cinsine bağlı olarak çok çeşitli balina 'dilleri' vardır. 8
12 DiLiN TARİHi

1 970'lerden beri katil balina üzerine yapılan araştırmalar, katil


balinaların seslerinin tıkırdatmalar, vınlamalar ve 'çarpıntı sesle­
ri' olarak adlandırılan kısa keskin çığlıklardan oluştuğunu ortaya
koymaktadır. Tıkırdatmalar, yankı aracılığıyla yer belirleyen basit
seslerdir. Vınlamalar, dinlenen ya da sosyalleşen katil balinalar ara­
sında duyulur ve bunların cinsel etkinlikle ve oyunla ilgili olduğu
anlaşılmaktadır. 'Paslanmış menteşe gıcırtısı'na benzetilen çarpıntı
sesleri, katil balinalar tarafından sekiz kilometre uzaklığa kadar
duyulabildiğinden dolayı, sürü üyeleri görüş mesafesi dışında ol­
duğu zaman bile bu sesler balinaların iz sürmelerini sağlar. Her
sürü, bölgedeki diğer sürülerle ortak bir dizi çarpıntı sesi çıkarır.
Fakat her bir sürü, bu ortak çarpıntı seslerinin benzersiz biçimle­
rini çıkarır; ayrıca her biri, diğer sürülerle ortak olmayan bir-iki
çarpıntı sesine de sahiptir. Yerel bir 'lehçe'yi diğerlerinden ayıran
olgunun bu farklılıklar olduğu anlaşılıyor. Katil balina sürüleri,
benzersiz lehçeleriyle kolayca ayırt edilebilirler. Kambur balinalar­
dan farklı olarak, katil balinalar çok uzun süre, belki de ömürleri
boyunca kasıtlı bir değişim yapmaksızın kendi lehçelerini korurlar.
Çatalkuyruklu balinaların yoğun infrasonik sesler çıkardıkla­
rı artık bilinmektedir, fakat bu seslerin çatalkuyruklu balinaların
iletişimine hizmet edip etmedikleri ise hala bilinmemektedir. De­
niz memelilerinden en fazla ses çıkaranlardan biri olan Grönland
balinasının iniltileri, hırıldamaları, boru sesi gibi ses çıkarmaları
ve fil gibi böğürmelerinin bir tür iletişim aracı olup olmadığı da
bilinmemektedir.
Dünyadaki herhangi bir canlıdan çıkan en güçlü sürekli sesler­
den biri de, mavi balinanın çıkardığı sestir. Güney Amerika kıyısı
açıklarında ABD Deniz Kuvvetleri'nin yaptığı ölçümlere göre, mavi
balinanın 1 8 8 desibellik 'şarkı'sı -normal bir hızda seyreden bir
kruvazörün çıkardığı sesle kıyaslanabilir- yüzlerce kilometre öte­
den algılanabilir. Genellikle infra-seste olan mavi balina şarkıları
aralıkları mükemmel ayarlanan notaları içerir, bu notalar 128 sa­
niyelik aralıklarla tekrarlanır. Yılın büyük bir kısmında, bir mavi
balina, değişik kombinasyonlarda bu periyodik notaların yalnızca
beş tanesini tekrarlayarak aralıksız sekiz gün şarkı söyler. Herhangi
HAYVANLAR ARASI İLETİŞİM VE 'DİL' 13

bir kesinti olması durumunda, sonraki nota tamı tamına 256 saniye
sonra gelir. Bazı uzmanlar, mavi balinaların, okyanustaki konumla­
rını tam olarak saptamak için şarkı söylediklerine inanırlar. Onlara
göre, mavi balinalar, çıkardıkları seslerin deniz altındaki kaya taba­
kalarına, sualtı adalarına ve deniz dağlarına çarparak oluşan yan­
kılarının zamanlamasını yaparlar. Eğer öyleyse, bu şarkıların bir
iletişim işlevi yoktur. Ne var ki şarkıların böylesi uzak mesafelerden
işitiliyor olması, bu hipotez konusunda kuşku uyandırmaktadır.
Kambur balinaların -primatların dışında doğadaki belki de
yegane bestekarların- okyanusta yüzlerce kilometreden 'şarkıları­
nı' yayınladıklarının artık farkındayız. Kambur balinalar, muhte­
melen doğanın en büyüleyici dillerinden birisi olan özel bir 'dil'
kullanırlar. Çok çeşitli sesler çıkarırlar: sosyal anlam yükleyerek
bazen özgül davranış türleriyle ilişkilendirilebilen iniltiler, hırıltılar,
homurtular, kükremeler ve böğürmeler. Fakat bizim 'dil' anlayışı­
mıza en fazla yaklaşan, kambur balinaların 'şarkılarıdır.' Bermuda
kambur balinasının şarkıları yirmi yıldan uzun bir süre boyunca
araştırıldı. Bu şarkıların, 'uzun aşk şarkıları'ndan, yani, çiftleşme
için çıkarılan, düzenli olarak tekrarlanan ses dizilerinden oluştuk­
ları keşfedildi. Şarkılar çok çeşitli perdelerde söylenmiş ve süreleri
6 ile 30 dakika arasında değişmiştir; şarkılar, kaydedildiğinde ve
yapay olarak yaklaşık on dört kat hızlandırıldığında, olağanüs­
tü bir şekilde kuş şakımalarına benzemiştir. Kambur balinaların
soloları, düetleri, üçlüleri, hatta düzinelerce şarkıcının yer aldığı
koroları bile vardır. Ahenk içinde olmasa da, her kambur balina
aynı 'şarkı'yı seslendirmektedir. Ve şarkı artzamanlı olarak, yani
zaman içinde değişir; bu da insan dilinin değişim biçimlerine çok
benzeyen, sürekli, kasıtlı bir sürece benzemektedir: Yeni unsurlar
oluşturulur, korunur ve sonra detaylandırılır. Bu, kuş 'lehçeleri'n­
den bir hayli farklıdır, çünkü kuş 'lehçeleri' basit bir biçimde böl­
gesel olarak ayrılır. Kambur balinalar ise, tıpkı insanlar gibi, ka­
sıtlı olarak zamanla kendi ritüel seslendirmelerini değiştirirler. Bir
bölgenin balina grubu aynı 'şarkıyı' bir yıl seslendirir, sonraki yıl
ise bunu başka bir şarkıyla değiştirir. Art arda gelen iki yılın şarkı­
larının, aralarında birkaç yıl bulunan iki farklı yılın şarkılarından
14 DİLİN TARİHİ

daha çok benzer olması manidardır. Görünen o ki şarkı evrim ge­


çirmektedir ve her kambur balina şarkının evrimine katılmaktadır.
Bermuda kambur balinaları, Hawaii kambur balinaları ile dört
yıl boyunca karşılaştırılmış, iki grubun da her yıl farklı şarkı ses­
lendirdikleri saptanmıştır. Fakat iki grup da zaman içinde değişim
gösteriyor ve aynı şarkı yapısını (içeriğini değil) sergiliyordu. Örne­
ğin her şarkı altı melodiden oluşuyordu, bunların içinde birbirinin
aynı olan ya da yavaşça değişen birkaç cümle bulunuyordu. Her
cümle iki ile beş arası sesten oluşur. Kambur balinalar bir şarkıda
melodileri belirli bir sıraya göre seslendirir, fakat bazen bir ya da
daha fazla melodiyi atlar. Kalan temalar her zaman, daha önceki
performanslar temelinde öngörülebilecek bir sırayla seslendirilir.
Bermuda ve Hawaii kambur balinaları arasında hiçbir temas ol­
mamasına rağmen, iki grubun da şarkılarında kambur balinaya
özgü ortak temel 'dil kuralları' tespit edilmiştir.
O halde, ister Atlantik'te isterse Pasifik'te olsunlar kambur bali­
naların dil üretim kuralları evrenseldir. Bu durum, kambur balina­
ların (gerçekte belki de tüm deniz memelileri) bir dizi ses kuralla­
rını miras aldığını ortaya koyar. Söz konusu kurallar çerçevesinde
her nesil doğaçlamalar yapmaktadır. Bu seslendirme kurallarının
kalıtımla mı, yoksa öğrenme yoluyla mı aktarıldığı bilinmemek­
tedir. Kambur balinaların yazın yaşadıkları beslenme alanlarında
şarkı söylemedikleri ve şarkıları çok karmaşık olduğu için, belki de
yalnızca mevsimler arası dönemlerde şarkıyı unuttukları ve kısmen
hatırladıkları temelinde yeni bir yorum yaptıkları ileri sürülmüştür.
Bu hipotez Hawaii'deki Maui Adası'nda sınandı ve yanlışlandı:
Kışlık yerlerine dönen kambur balinalar eski şarkıyı seslendiriyor,
sonra üreme mevsimi boyunca yavaş yavaş değiştiriyordu.
Kambur balinalar yeni cümleleri her zaman eski cümlelerden
daha hızlı bir tempoda seslendirirler ve yeni cümleler bazen bir
cümlenin sonunu bir sonraki cümlenin başıyla bağlayarak biçim­
lendirilir. Orta kısımlar, görüldüğü kadarıyla tamamen düşebiliyor,
tıpkı insanların konuşmalarında kullandıkları kısaltmalar (cannot
yerine can't) gibi. Bu süreç, insan toplumlarında dillerin evrimi­
ne de benzetilmiştir. Uzmanlar, kambur balinaların şarkı biçimleri
HAYVANLAR ARASI İLETİŞİM VE 'DİL' 15

hem Atlantik hem de Pasifik Okyanuslarında ortak olsa da, şarkı­


ları farklı olduğu için, gerçek anlamıyla bölgesel 'lehçelerden' söz
etmenin pekala mümkün olduğunu söylemektedirler. Kambur ba­
lina şarkılarında insan beklentilerine çok yakın bir 'dil' biçimiyle
karşı karşıya olduğumuz da anlaşılmaktadır, gerçi bu 'dil'in içeri­
ğini tam olarak henüz tespit edilmemiştir.
Büyük, ürkek ispermeçet balinasının meşhur kodaları -ayırt
edici tıkırdatma kalıpları- her balinada farklı görünmektedir. Yani
anlaşıldığı kadarıyla ispermeçet balinalarının, kambur balinaların
kullandığı gibi ortak bir 'dil'i söz konusu değildir. Maalesef, isper­
meçet balinasının kodaları henüz çözülememiştir. Kodaların ok­
yanustan okyanusa değiştiği bilinmekte, dolayısıyla bu durumun
ispermeçet balinasının farklı 'lehçe'ler kullandığı anlamına gelebi­
leceği de düşünülmektedir (en azından onları izleyen insanlar tara­
fından) . Örneğin Galapagos Adaları'nın ispermeçet balinası, sos­
yalleşme dönemlerinde birbirinden farklı 23 koda çıkarır. Ayrıca,
'merhaba'ya benzer, genellikle diyaloğu başlatan beş-tıkırdatmalı
bir kodaları vardır. Ayrıca sekiz tıkırdatmalı bir kodayı takip eden
yedi-tıkırdatmalı bir kodaları da vardır. Bunların her ikisinin de
anlamı bilinmemektedir. Erkekler, her yedi saniyede bir, kendilerini
'Büyük Tıkırdatma' olarak adlandırılan bir böğürtüyle ifade eder­
ler; 'bir hapishane kapısının çarpılarak kapatılması'na benzetilen
bu ses, belki de dişilerin ilgisini çekmek ya da rakipleri sindirmek
için kullanılmaktadır. İspermeçet balinası kodaları çoğunlukla gün
ortasında, balinalar deniz yüzeyine yakın yerlerde sosyalleşirken
duyulur. İspermeçet balinalarının kodalar aracılığıyla kendilerini
diğerlerine tanıttıkları ileri sürülmektedir. İspermeçet balinalarının
kullandığı diğer çeşitli tıkırdatmalar (kodalar değil), yankı aracı­
lığıyla yer belirlemek üzere sonar işlevi görebilir veya bazılarının
iddia ettiği üzere avcıyı sesle şaşırtma amacı taşıyabilir.

Yunuslar (Delphinidae)

Aynı anda hem iletişim kurmak için vınlayan hem de yankı ara­
cılığıyla yer belirlemek için tıkırdatma sesi çıkaran Akdeniz çizgili
16 DİLİN TARiHi

yunusta binlerce yıldır gözlemlendiği üzere, (bir alt tür olan domuz
balıklarını da kapsayan) yunuslar da sık sık ses çıkarırlar. Yunus­
lar, sert burun çıkıntılarını kafatasları içindeki kemikli kenarlara
çarparak tıkırdatma sesini çıkardıktan sonra, onu alınlarında bu­
lunan yağ dokusundan geçirerek ayarlarlar. Yunuslar dış kulağa
sahip değildir; ses, onların çenelerinin alt kısmında bulunan ince
bir 'pencere'den algılanır.
1 960'larda Amerikalı nörofizyolog ve psikanalist John C. Lilly,
yunusların zaten gelişkin doğal bir dile sahip olduklarına inanarak
onlara 'İngilizce öğretmeye' başlamıştır. 9 Lilly'nin Janus Projesi'nin
amacı, 64 sesten oluşan bir kodu kullanarak insan ve yunusun, her
birinin kendi ortamında 'rahat işitme aralığı'na göre ayarlanmış
ses alışverişini yapabilmeleriydi. Lilly insan-yunus iletişiminin hız­
la gerçekleşeceğini bekliyordu: " Onların kendi destanlarının, öğre­
tici hikayelerinin, tarihlerinin olup olmadığını ortaya çıkarmak is­
tiyorum. " Lilly -zamanında gerçekçi ve heyecanlandırıcı olmasına
rağmen, günümüzden bakınca biraz safça gözüken- bu insan-mer­
kezli arzusuna erişemeyecekti. Primatlara yapay bir dil öğretme­
ye yönelik deneylerden esinlenerek Florida Okyanus Akvaryumu
tarafından yapılan deneyler gibi daha sonra gerçekleştirilen benzer
deneyler de tatmin edici sonuçlar vermemiştir. Çoğunlukla basit
sembol eşleştirmesinden ibaret olan insan-yunus iletişimi, bir düzi­
ne kodlanmış İngilizce kelimeyi aşamamıştır.
Yunusların ses repertuarının bazı duygusal mesaj türlerini de
kapsadığı kesindir. Uzmanlar, neredeyse kuş sesine benzer şekilde
yükselen-alçalan, 'imdat' gibi bir şeyi ima ettiği tahmin edilen bir
çığlığı tespit etmişlerdir. Yunusların tespit edilen diğer işaret sinyal­
leri "Ben Flipper" ya da benzeri anlamlara geliyor olmalı. Bugün
bir önceki neslin iyimserliği tamamen terk edilmiştir, bilimsel çevre­
lerde yaygın kanıya göre, doğadaki yunus 'dili' (insan-yunus yapay
iletişiminin aksine) genel olarak gerçek 'dil'den ziyade, insanların
iniltilerine, kıkırdamalarına ya da iç çekmelerine benzemektedir.
Yukarıda gördüğümüz gibi, deniz memelileri akustiği, bilgi alış­
verişinden beklenebileceği üzere, net bir biçimde ayırt edilebilen
'lehçeler' ve hatta belirgin yapısal evrimler ortaya çıkarmıştır. Yine
HAYVANLAR ARASI iLETİŞiM VE 'DiL' 17

de, deniz memelileri arasında -bildiğimiz anlamıyla- 'diyalogları'


tespit etmeye yönelik girişimler şimdiye kadar başarısız olmuştur.
Deniz memelilerinin bilgi aktarımının doğal biçimini henüz kavra­
mış değiliz. Deniz memelileri, birbirleriyle bir şekilde iletişim ku­
rarlar; özellikle, yunus ve kambur balina topluluklarının çıkardık­
ları sesler bakımından zengin oldukları görülmektedir. Fakat deniz
memelilerinin gelişkin seslerden oluşan 'dil'ini çözmek için daha
çok mesafe alınması gerekiyor.
İnsanların primatlara aşinalığı daha fazladır. Primatolog John
Mitani'nin yazdığı gibi, " Büyük maymun (Pongidae) familyası­
nın bir hayvana yakından bakınca çok özel bir şey hissetmemek
mümkün değil. " Kendini beğenmişliğin doruk noktasıdır bu: Bü­
yük maymunlarda kendimizden bir parça bulmak. Yaklaşık on
yedi milyon yıl önce, Miyosen devrinde, bugün var olan maymun
cinsinin en az üç katı maymun cinsi vardı. Onların hayatta kalan
torunları, küçük maymunlar ya da şebekler, büyük maymunlar
(orangutanlar, goriller, şempanzeler ve bonobolar) ve hominidle­
rin sonu olan insanlardır. Tüm büyük maymunların, bizim gerçek
'dil' olarak anladığımıza yakın dilsel yetenekler sergiledikleri gö­
rülmektedir, çünkü 'dil' kavramının kendisi insan merkezlidir.

Orangutanlar (Pongo Pygmeus)

İşaret dili orangutanlara Borneo'daki doğal ortamlarında ilk


defa 1 970'li yılların sonunda öğretildi. Onlara verilen dersler, aynı
dönemde ABD'deki goril ve şempanzelerle yapılan deneyler örnek
alınarak hazırlanmıştı. İki orangutan, bir yıldan daha kısa bir sü­
rede Amerikan İşaret Dili'nden yirmi işareti öğrendi, bu hız diğer
türlerin öğrenme hızıyla benzerlik göstermekteydi. Deney, türleri
ne olursa olsun tüm büyük maymunların 'dil' yeteneklerinin aşağı
yukarı aynı olduğunu göstermiştir. Tek tek maymunlar arasında­
ki yetenek farkı, türler arası yetenek farkından daha fazla görün­
mektedir. Orangutanlarla dil deneyleri son yıllarda artmıştır. Bu
deneyler orangutanların dili kavrama ve üretme alanında şaşırtıcı
sonuçlar ortaya koymaya devam etmektedir.
18 DİLİN TARİHi

Goriller ( Gorilla Gorilla)

Dağ gorillerinin insanlara geçici olarak tolerans göstermesi, jest


(yaprak yiyormuş gibi yapmak), duruş (yan dönmüş halde başka
tarafa bakmak) ve sesler (yeme sesleri, yiyecek arama sesleri çı­
karmak) -hepsinin aynı anda yapılması- aracılığıyla sağlanabilir.
En azından Dian Fossey, 1 960'lardan 1 985'te öldürülene kadar
Ruanda'da Karisoke Araştırma Merkezi'nde yaptığı araştırmalarla
bunu göstermeye çalışmıştır. Fossey, doğadaki goril sesleriyle ilgili
temel bir çalışma yapmış, hatta 'goril dilinde konuşma' girişiminde
bulunarak gorillerin çıkardığı sesleri kendisi de üretmiştir. Tarihte
ilk defa, insan ile vahşi doğadaki bir goril arasında -bizim dilimizi
değil onların dilini kullanarak- güven kurulmuştur.
Washoe adındaki dişi bir şempanzeyle yapılan deneylerden et­
kilenen Francine Patterson, Kuzey Amerika'da sağırların 'el dili'
olan Amerikan İşaret Dili ya da Ameslan'ın uyarlanmış bir biçimi­
ni, 1 3 aylık Koko adında bir ova goriline Temmuz 1 972'de öğret­
me girişiminde bulunmuştur. Altı yıl içinde dünya Koko'yu işaret­
lerle konuşma 'becerisini göstermiş ilk goril' olarak kabul etmiştir.
Bugün de devam eden bu deney, dünyanın en uzun süren maymun
dili çalışmasıdır. 10 Koko, artık Ameslan işaretlerinden 500'den faz­
la kelimeyi aktif şekilde kullanıyor, ayrıca 500 işaretlik edilgin bir
kelime hazinesine de sahiptir. Şimdi, Koko'nun toplam sözcük da­
ğarcığı yeni yürümeye başlayan bir çocuğunkine yakındır. Böylesi
bir dil becerisi, aynı zamanda büyük maymunlarda beyinde dil için
bir yetinin bulunduğunu kanıtlar - yani doğadaki goriller, labo­
ratuvarda Ameslan'ı kullanmalarına olanak sağlayan bir çeşit dil
için zaten 'hazır'dırlar. Stanford-Binet zeka testine göre Koko'nun
zeka seviyesi 85 ile 95 arasındadır. Bu seviye, insan yavrusu ortala­
masının biraz altındadır. Ne var ki insan-merkezli bu testteki 'ha­
ta'ların pek çoğu aslında hata değildir: Örneğin bir goril açısından
yağmurdan korunmak için mantıklı bir sığınak ev değil, ağaçtır.
Koko'nun gerçek zeka seviyesi muhtemelen biraz daha yüksektir.
Koko'nun becerileri hem eğlendirici hem de dikkat çekicidir.
Koko, ağzında gem olan bir at gördüğünde, " at üzgün" işaretini
HAYVANLAR ARASI iLETİŞİM VE 'DİL' 19

gösterdi. Patterson Koko'ya nedenini sordu. Koka cevap olarak


"dişler" dedi. Koka, insanları taklit ederek konuşma girişiminde
bile bulundu; bir keresinde telefon etmeye çalıştı (dehşet içindeki
telefon operatörü telefon açan numarayı tespit etti, telefon açanın
ölmek üzere olan bir kişi olduğunu sanmıştı). 1 976 yılında, Mi­
chael adında üç buçuk yaşındaki erkek bir ova gorili, Koko'nun
yanında eğitime alındı. Patterson, Koko'ya yeni bir bebeğin gelece­
ğini söyledi. Koka, yaklaşık 25 kiloluk Michael'ı gördüğü zaman
" Yanlış. Yaşlı. " şeklinde işaret ederek tepki gösterdi. İki yıl sonra,
iki goril, yani Koka ve Michael, Ameslan'ı kullanarak birbirleriyle
'konuşuyorlardı.'
Ses bireşimcisi [voice synthesizer] ile birlikte kullanılmak üzere
özel bir klavye tasarlandı. Koka ve Michael, bir tuşa basıyor ve
seçilen kelime hoparlörden duyuluyor. Özellikle Koka, Ameslan
ve klavyeyi kullanarak bir insan yavrusu gibi duygularını, espri
anlayışını ve zekasını gösterebiliyor. 1 1
Patterson daha da ileri gitmiştir. İnsan dilinin b aşlıca özellik­
lerinden birinin kaydırma (iletişim anından zaman ve mekan ba­
kımından uzak olaylara göndermede bulunma doğal yetisi) oldu­
ğunu göz önünde bulundurarak, Koko'nun aynı anda meydana
gelen olayları mı adlandırdığını, yoksa kaydırma kullanarak dilsel
yeniden yaratımda mı bulunduğunu test etmiştir. Patterson, " Bu
hayvan, sembolleri önceki veya sonraki olaylara göndermede bu­
lunmak için kullanıyor mu? " sorusunu ortaya atmıştır. Koko'nun
geçmişteki bir duygusal durumu anlatabilmesinin yanı sıra, geç­
mişteki bir ısırma olayı hakkında da konuşabildiği çok geçmeden
anlaşılmıştır. 1 2 Kaydırma, Koko'nun yalan söylemesinde de açıkça
görü lmü ştür. Koka yalanları esas olarak suçlanmaktan kurtulmak
için söylüyor, ama aynı zamanda espri yapmak ve kü stahlık etmek
için de kullanıyordu. Örneğin kırmızı bir pastel kalemi çiğnemeye
başlar. Patterson, "O pastel kalemi yemiyorsun, değil mi? " diye
sorar. Koka yanıt olarak 'dudağını' i şaret eder ve sanki rujmuş gibi
boyayı önce ü st dudağına, sonra alttakine sürer. Bu komik anek­
dot aslında çok önemli bir keşfe işaret etmektedir: İnsan dışında
bir varlığın, dili muhatabının gerçeklik algılamasını çarpıtmak için
20 DiLiN TARİHİ

kullanması. Patterson'ın Koko deneylerine kadar, böylesi bir kulla­


nım, yalnızca insana has bir özellik olarak görülüyordu.
Doğa bilimcilerin 20. yüzyılın ortalarındaki goril zekasını ha­
fife alan yorumlarının aksine, 2 1 . yüzyılın başında primatologlar,
esas itibariyle Patterson'ın araştırması sayesinde, gorillerin zeka
düzeylerini şempanzelerinkine denk sayıyorlar. Fakat goriller ile
şempanzeler arasında önemli farklar vardır. Şempanzelere kıyasla
Koko işaretleri daha bilinçli ve dikkatli bir şekilde kullanmaktadır.
Ayrıca işaretlere daha sık başvurmakta ve daha geniş bir faaliyet
yelpazesine atıfta bulunmaktadır. 1 3
Bugün, yani deneylerin başlamasından tam 27 yıl sonra, Koko
hala 46 tuşluk işitsel klavyesini etkin bir şekilde kullanıyor. Bu
klavyede, normal alfabe harfleri ve rakamlar bulunmaktadır, ay­
rıca tüm tuşlar basit, gelişigüzel geometrik şekiller kullanılarak on
değişik renkte boyanmıştır. Koko, bunların nesneler, duygular ve
eylemleri karşılayan kelimeler olduklarını anlamaktadır; bu keli­
meler arasında zamirler, edatlar ve tamlayanlar da bulunduğu için
Koko ilkel bir sözdizimini kullanabilmektedir. Koko, işaret parma­
ğıyla klavyede sabırla yazar; diğer eli ise işaret etmek için boştadır.
O aynı anda hem yazar hem de 'konuşur.' Koko ve arkadaşı Mic­
hael Ameslan'ın yüzlerce işaretini sürekli kullanmaktadır. Sürmek­
te olan bu proje, hayvan iletişimi ve 'dil' konusundaki anlayışımızı
kökten değiştirmeye devam ediyor.

Şempanzeler (Pan Troglodytes)

1 967 yılında şempanze Washoe'nun, Amerikan İşaret Dili'nde


'Bana şeker ver' cümlesini işaretle göstermesi, insan-maymun ileti­
şiminde bir kilometre taşı olmuştur. 1 960'lardan 1 980'lere uzanan
dönem, insan-şempanze iletişimine ilişkin büyük deneyler dönemi­
dir. Plastik semboller ya da sözlü kelimeler kullanılarak şempanze
Viki ve Saralı ile yıllarca yapılan deneylerde, bu şempanzeler son
derece az sayıda kelime öğrenebilmiştir. Halbuki Washoe, eğitimi­
nin ilk 22 ayında, Ameslan'ın 34 işaretini öğrendi ve iki yıl sonra,
1 970'te, çocukların ilk aşamada konuştukları kelimelere yakın sa-
HAYVANLAR ARASI iLETİŞİM VE 'DİL' 21

yıda toplam 1 32 işaret öğrenmişti. 14 Washoe'nun eğitmenleri Ai ­


len ve Beatrix Gardner, şempanzelerin dil edinimindeki zorluğun,
şempanzelerin dudaklarını ve dillerini kontrol etme -yani, anlaşılır
biçimde konuşma- becerisine sahip olmamalarından kaynaklandı­
ğının farkındaydılar. Ayrıca, büyük maymunların yutakları, insan­
larınki gibi titreşimli ses çıkarmaya izin vermez. Bünyeleri yalnızca
gırtlak yoluyla hırıltılar, çığlıklar, mırıltılar ve benzeri bazı sesleri
çıkarmaya uygundur. Gardner'lar, primatlarla işaret dilini ilk defa
kullanan kişilerdir. Elde ettikleri sonuçlar şaşırtıcıydı ve Francine
Patterson'ı goril Koko'yla deneyinde Ameslan'ı kullanmaya yö­
neltti, tıpkı Duane Rumbaugh'ı, Georgia, Atlanta'daki Yerkes Böl­
gesel Primat Araştırma Merkezi'nde, şempanze Lana'yı bilgisayar
ekranının önünde oturtmaya teşvik ettiği gibi: Lana, sonunda, ras­
yonel, tesadüfi olmayan ibareleri gelişigüzel kodlanmış klavyede
'yazmıştır' . 15
1970'lerin başında dilbilimciler, yalnızca şempanze araştırma­
sına dayanarak Washoe ve diğer büyük maymunların bizim bildi­
ğimiz anlamda gerçek bir dile sahip olmadıkları konusunda görüş
birliği içindeydiler. Oysa 1 970'lerin sonunda, özellikle Patterson'ın
goril Koko ve Michael üzerindeki deneyleri sayesinde bu tezi ya
tamamen terk ettiler ya da önemli ölçüde değiştirdiler: Çoğu dilbi­
limci, büyük maymunların bir şekilde 'dil yetisi'ne sahip olduğunu
kabul etti. Çok yakın zamanda, beynin insan dili için hayati kabul
edilen bir özelliğinin -hemen kulağın üstünde yer alan asimetrik
duyu algılama alanı- şempanzelerin beyninde de bulunduğu keş­
fedildi. Ancak, bu özelliğin şempanzenin dil yetisini etkileyip et­
kilemediği, etkiliyorsa nasıl etkilediği hala belirsizdir. Dil edinimi
ve/veya üretimindeki bu asimetrinin rolü tam olarak saptanmayı
beklemektedir.
1 960'lardan 1 980'lere kadar insan-maymun iki-taraflı iletişim
deneyleri, jest ya da sembollerin kullanılması arasında gerçek bir
fark olmadığını göstermiştir. Bazı maymunlar işaret dilini öğrenir­
ken, bazıları da icat edilmiş sembolik dilleri kullanmıştır. Büyük
maymunlar insan eğitmenleriyle bilgi alışverişinde bulunmayı öğ­
renmiştir, hatta bazıları bu konuda şaşırtıcı ilerlemeler kaydetmiş-
22 DİLiN TARİHi

tir. Bu da büyük maymunlarda -henüz tam saptanamamış olsa da­


nöral yolların zaten mevcut olduğunu kanıtlamıştır. Fakat esas soru
hala çözülememiştir: İnsan-maymun iletişimi, büyük maymunların
insanlara benzer biçimde dil kullanabildiğinin kanıtı mıdır? Belki
de Washoe ödül almak için tam olarak kavrayamadığı eşleştirme­
leri kullanıyordu sadece. Koko'nun yaptıklarına insanların beklen­
tileri doğrultusunda aşırı yorum getirilmiş olabilirdi. Başka şem­
panzeler de, gerçek dile değil, beden, ses ve durumdan çıkardıkları
ince ipuçlarına tepki vermiş olabilirdi. Bütün bir araştırma alanını
kötümserlik kaplamıştı ve araştırmalara aktarılan para kaynakları
büyük ölçüde azalmıştı. Derken bonobo Kanzi her şeyi değiştirdi.

Bonobolar (Pan Paniscus)

İnsanın genetik yapısı şempanzeninkiyle % 99 oranında ortak­


tır. Hatta bonobolarda bu oran daha da yüksektir. Doğada, bono­
boların eşzamanlı seslerle vücut dilini (jestler, yüz ifadeleri, duruş­
lar, yönelimler) kullanarak birbirleriyle iletişim kurdukları gözlen­
mektedir. Örneğin çiftleşme arzusunu göstermek için en az yirmi
jest ve ses vardır. Bu 'doğal dili' kullanan bonobolarda, insanların
belki de daha çok bildiği bir tarzda dil kullanmalarını sağlayacak
nöral yollar var mıdır? Amerikalı Sue Savage-Rumbaugh'nun bi­
lim çevrelerince coşkuyla karşılanan son zamanlardaki deneyleri,
bu soruya olumlu cevap getirmekle kalmamış, aynı zamanda, bü­
yük maymunların dil yetisinde bugüne kadar düşünülmemiş bir
boyutu da açığa çıkarmıştır. 16
Bonobo Kanzi'ye, kelime ve eylemleri temsil eden sembollerden
oluşan leksigram adı verilen bir klavye kullanarak insanlarla iletişim
kurması öğretildi. Kanzi 'terbiye edilmiş bir maymun'dan farklıdır,
çünkü şartlanmış tepki vermez, davranışları belirli motivasyonlara
dayanır. Kanzi, insanlarla ve diğer primatlarla iletişim kurmak için
doğaçlama ve yaratıcı bir şekilde sembolleri kullanmaya yöneltildi.
Kanzi, bu yapay eğitim ortamından yıllar sonra, İngilizce sözlü ko­
mutları, soruları ve ibareleri anlamayı öğrenmiş, bunlara kendi lek­
sigramını kullanarak yanıt vermeye başlamıştır. Kanzi bugün leksig-
HAYVANLAR ARASI iLETİŞiM VE 'DİL' 23

ramını kullanarak sesli tepkiler üretebilmektedir. Bir primat, insan­


ların kolayca anlayacağı bir söz dağarcığını ve sözdizimini üretmeye
ilk defa bu kadar yaklaşmıştır. Kanzi, insanların kavramı anladığı
anlamda 'dil' kullanımının eşiğinde görünmektedir. 1 7
Bir keresinde, araştırma merkezindeki şempanzelerden biri,
Savage-Rumbaugh'nun anahtarlarını çalmıştı. Bunun üzerine Sa­
vage-Rumbaugh Kanzi'den anahtarları o şempanzeden alıp getir­
mesini istemişti. Kanzi, hırsızın yanına gitmiş, kulağına bir şey­
ler 'fısıldamış,' sonra da elinde çalınan anahtarla geri dönmüştü.
Ayrıca Kanzi, insanların telefonda da söylediklerini anlayabiliyor
ve telefonda duyduklarına uygun yanıtlar verebiliyor. Kanzi, eğit­
menleriyle neredeyse bir insan gibi iletişim kurmaktadır, ama ta­
bii ki sözlerine ister istemez ya elektronik ya da sembolik yollarla
yanıt vermektedir. Başka şempanzeler de benzer şekilde Kanzi'nin
leksigramını kullanmayı öğreniyorlar. Bu süreç ilginç bir sonuç da
doğurmuştur: Bugün öğrenme engelli çocuklar bonobonun leksig­
ramının uyarlanmış bir versiyonunu kullanıyor ve bundan yarar­
lanıyorlar.
Yakınlarda yapılan bir deneyde, hem Kanzi'den hem de bir ço­
cuktan, "elmayı şapkaya koy" gibi ilk defa verilen 660 komuta
uygun tepkiler vermeleri istenmiştir. Kanzi, iki yaşındaki bir ço­
cuktan daha yüksek puan elde etmiştir. Kanzi, iki buçuk yaşındaki
bir çocuğun doğuştan yeteneğiyle tepki verme ve kendiliğinde dil
üretme becerisine sahip gözüküyor. Savage-Rumbaugh maymunla­
rın, dili tıpkı küçük çocuklar gibi kavrayıp kendiliğinden kullana­
bildiğini kanıtlayarak uzmanların çoğunu bu konuda ikna etmiştir.
Maymunlar da çocuklar gibi dinleme ve söylenen sözleri temsil
ettikleri nesneler, semboller ve eylemlerle eşleştirerek dili kullana­
bilmektedir.
Eğer iki yaşındaki insanın dil yetisini 'dil' olarak tanımlayacak
olursak, bonobo Kanzi bizimle 'konuşuyor' diyebiliriz. 1 8

Gerçekten insan-dışı bir 'dil' var mı? Yoksa biz, gerçek anlam­
da dil olmayanı dil olarak yorumlayarak sadece insan-dışı olan
varlıklara dil mi atfediyoruz? Avusturya doğumlu felsefeci Ludwig
24 DİLİN TARİHİ

Wittgenstein şöyle demiştir: "Eğer bir aslan konuşabilseydi, biz


onu anlamazdık. " Büyük maymunların doğadaki iletişimi, labo­
ratuvardaki insan-maymun iletişiminden önemli ölçüde farklıdır:
Laboratuvarda insan sembollerini ve sözleri kullanarak maymun­
ları yanıt vermeye sevk eden yapay bir insan ortamı söz konusu­
dur. Oysa doğada maymunların iletişimi vücut dili ve seslerden
oluşan zengin bir kombinasyondur. 1 9 Bununla birlikte, çok sayıda
kontrollü deney, doğal olmayan ortamda eğitilmiş maymunlar söz
konusu olsa da, bu insan-hayvan deneylerinin kendiliğinden ve ya­
ratıcı bir iletişim kurulması sonucu doğurduğunu, yani sesli ya da
işaretli bilgi alışverişi olduğunu kuşkuya neredeyse hiç yer bırak­
mayacak şekilde göstermiştir. Hayvanlar, zaten mevcut olan nöral
yollarını kullanarak anlamlı bir tarzda bizimle konuşuyorlar.20
Ancak, insanlar ile hayvanlar arasındaki iletişim, hayvanların
kendi doğal ortamlarında birbirlerine neyi anlattıkları konusunda
bize neredeyse hiç bilgi sağlamamıştır. Primatların karmaşık me­
sajlar aktarıyor olmaları mümkündür, fakat birbirlerine aktardık­
ları mesajların içeriği hala bilinmemektedir. İnsanlar Afrika gri pa­
pağanlarına ve bonobolara insanlar gibi iletişim kurmayı öğrete­
bilirler, ama Afrika gri papağanı ve bonobolar insanlara insan-dışı
tarzda iletişim kurmayı öğretmiyorlar.
İnsanların, çoğu hayvan türü karşısındaki cehaleti ve kibirli tu­
tumu 20. yüzyılın ortalarına kadar sürmüştür. 20. yüzyılın ikinci
yarısındaysa, hayvanların insanlarla eşitliğini kabul etme, hatta
hayvanlara insan aklına denk akıl atfetme gibi aşırı yaklaşımlar bu
tavrın yerini almıştır. Bu irrasyonel diyalektik artık daha rasyonel
bir dengeye oturdu. Bugün, hayvanların doğada gerçekten 'bir tür
dil' kullandığı, yapay ve/veya doğal olmayan ortamlar kullanılarak
kendiliğinden ve yaratıcı bir şekilde insanlarla ve insan-dışı varlık­
larla iletişim kurmak üzere eğitilebildikleri ve böylesi insan-hay­
van iletişiminin (insan-tanımlı) zeka düzeyinin bazen çok küçük
çocuklarınkine yaklaşabildiği kabul ediliyor. Öte yandan, insan­
dışı varlıkların karşılaştırmalı zeka düzeyleri konusunun, üzerinde
durulmaya değer bir mesele olmayabileceğinin de göz önünde bu­
lundurulması gerekir.
HAYVANLAR ARASI iLETİŞiM VE 'DiL' 25

İnsan-dışı varlıklara öğretilen ve onların etkin biçimde kullandığı


dil, bu hayvanlar için ne önemsizdir ne de geçicidir. 1 970'lerin baş­
larında şempanze Bruno Ameslan'ı öğrendi; 1982'de proje sonlandı­
rıldı ve Bruno bir tıp laboratuvarına götürüldü. 1 992'de Bruno ken­
diliğinden hala Ameslan'ı kullanıyordu ve laboratuvar teknisyenleri
onunla iletişim kurabilmek için Ameslan'ı öğrenmek zorunda kal­
dılar. Başka maymunlar, insanlardan öğrendikleri iletişim tarzlarını,
yavruları dahil olmak üzere kendi türlerinin mensuplarına gönüllü
bir şekilde öğretmektedirler. Bu hayvanlar için, yapay dil, bir kere
edinildi mi, sosyal etkileşimin temel bir unsuru haline gelir. Bu yak­
laşımları belki de doğuştan getirdikleri bir özelliktir.2 1
Daha da önemlisi, hayvan iletişimi ve 'dil'i çalışmaları, bizim
insan dilinin evrimi üzerine daha iyi fikir yürütmemizi mümkün
kılar. Bizim tasavvur ettiğimiz biçimiyle (sesler yalnızca elektronik
yolla sağlansa da) 'dil' sahibi olmaya en yakın görünen hayvanla­
rın genetik olarak da bize en yakın olmaları tesadüf değildir. İnsan
türünün dilin ne olduğuna ilişkin anlayışı, ister istemez insan-mer­
kezlidir. Biz, hayvanlarda dili değil, insan dilini araştırıyoruz. Biz,
hayvanların dilini aydınlatmak için çeşitli tasarılar yaptığımızda,
genelde onları insan becerileriyle sınırlandırıyoruz. İnsan-hayvan
'dil' araştırmalarının çoğu, hatta en nesnel olanları bile, doğal
dillerle pek ilgisi bulunmayan, doğal olmayan, insan-merkezli bir
ortam oluşturur. Bu bakımdan, Patterson ve Savage-Rumbaugh
gibi araştırmacıların, büyük maymunların bakışlarının, jestlerinin,
duruşlarının ve yönelimlerinin semantik içeriğini iletişimse! tarzlar
olarak göz önünde bulundurmaları takdire şayandır. Söz konu­
su araştırmacılar açısından, bunlar laboratuvarda da seslenme ve
klavye yeteneğiyle eşit değerdedir.
İnsanı başka canlılardan farklı kılan nedir? Biz artık alet yapan
türler olarak tanımlanamayız. Artık dil üzerinde imtiyaz sahibi ol­
madığımız da anlaşılıyor. Belki de insanlar, 'daha incelikli bir ileti­
şim'i geliştiren ve böylece kendilerine benzersiz yararlar sağlayan
hayvanlardır.
En dar tanımıyla dil, anlamlı bir sözdizim içerisinde, keyfi sem­
boller (gramatik sözler ya da onların yazılı ve görsel ifadeleri) kul-
26 DİLİN TARİHİ

!anılarak karmaşık düşüncelerin aktarılabileceği bir ortam olarak


anlaşılabilir. Her ne kadar insanlık, bugüne kadar bu tanımın ge­
reklerinin yalnızca Homo sapiens'ler tarafından yerine getirildiği­
ni varsaymışsa da, en son insan-hayvan deneylerinin bulguları, bu
eski varsayımın gözden geçirilmesini zorunlu kılmaktadır.
Hayvanları, tıpkı insanlar gibi çeşitli iletişim olanaklarının
farklı kombinasyonları aracılığıyla, başka yaratıkları, kendisinin,
kendi grubunun ve kendi türünün çıkarları doğrultusunda boyun
eğdirmeye çalışan, yöneten-değerlendiren varlıklar olarak görmek
belki de en doğrusudur. Yönetme ile değerlendirme arasındaki bu
etkileşim, genel olarak hayvan iletişiminin evrimini de açıklaya­
bilir: Doğal ortamda hayatta kalmak ve gelişmek için gerçekten
önemli olan, iletişimse! davranışla ne söylendiği değil, ne başarıldı­
ğıdır. Yönetme ve değerlendirmenin giderek karmaşıklaştığı bu ev­
rim sürecinde dil, yalnızca bir ailede hem tüm sosyal etkileşimlerin
temeli haline gelmiş, hem de karmaşık düşünceleri ifade etmenin
sözel aracı olmuştur.
Bu aile hominidlerdir.
il

Kon uşan Maymunlar

Büyük maymun atalarımız, yeterli derecede bilgi aktarımı sağ­


layan çeşitli iletişimse! ifade tarzları için gereken nöral yollara belli
ki sahiptiler. Bununla birlikte, büyük maymunların dudakları ve
dilleri, eşgüdümlü kontrolden yoksundu; ayrıca kontrollü solu­
numu gerçekleştiremiyordu. Bu büyük maymunlar fiziksel olarak
konuşabilselerdi, 'konuşmaları' muhtemelen bizim bugün anladı­
ğımız türden konuşmaya benzemezdi. Modern insanların beyni,
yaşayan bütün büyük maymunların beyninden iki-üç kat daha bü­
yüktür. Modern insan beyni, sözlü bir dili kullanıp daha da geliş­
tirme ve bu dille düşünme yetisine sahiptir. İnsan dilinin tarihi aynı
zamanda insan beyninin ve bilişsel yetilerinin de tarihidir; bu iki
tarih iç içedir. Kökleri çok eskilere dayanan bir öyküdür bu.
Yedi ila beş milyon yıl önce, Afrika'da, muhtemelen farklı bes­
lenme sonucunda, hominidler diğer ilkel maymun türlerinden ay­
rıldılar. 1 Hominidler, Maymun-Adam (Australopithecus) ve Homo
olmak üzere iki temel tür olarak farklılaşmıştır.
Hayatta kalmak için dünyanın değişen iklim koşullarına uyum
sağlamak zorunda kalan Australopithecus -en az 4,1 milyon yıl
28 DİLİN TARİHİ

önce Afrika'nın Büyük Rift Vadisi'nde yaşıyordu- büyük maymun


akrabalarından daha etobur hale geldi ve vücudu dikleşip iki aya­
ğı üzerinde yürümeye başladı, böylece boşta kalan iki eliyle daha
fazla yiyecek toplayıp daha fazla avlanabiliyordu. Bazı uzmanlara
göre, beyin kapasitesi, yüksek kalorili beslenme sayesinde vücut
ağırlığıyla doğru orantılı olarak arttı. Afrika ormanları azaldıkça,
bu gürbüz Australopithecus'lar yeni, kurak ve açık savanalara fi­
ziksel ve zihinsel olarak uyum sağladılar; küçük gruplar arasında
daha fazla işbirliği geliştirerek daha uzun sürelerde ve mesafelerde
avlanmaya başladılar. Hiçbir büyük maymun, hiçbir zaman ba­
şarılı bir savana avı (şempanzeler gruplar kurarak ormanda may­
mun avına çıksalar da zora başvurmazlar) için toplumsal zorla­
maya başvurmamıştır; yine de Australopithecus'lar Afrika sava­
nasında çoğaldılar. Bununla birlikte, mesela, üç milyon yıl öncenin
bir Australopithecus Africanus'u muhtemelen modern bir goril,
şempanze ya da bonobonunkinden hiçbir açıdan farklı olmayan
bir dil yetisine sahipti. İki ayak üzerinde yürümeyi iyice öğrenmiş
olduklarından, Australopithecus'lar yürüyen maymunlardı, fakat
uzmanların çoğu onların konuşmadıklarını kabul ediyor. 2
Aşağıda açıklanacağı gibi, insanın sözel dilinin ilk olarak Homo
türüyle ortaya çıktığı görülmektedir. Bugün çoğu uzman, Australo­
pithecus türünün -ya Güney Afrika'daki africnaus'un ya da Doğu
Afrika'daki afarensis'in- yaklaşık 2,5 milyon yıl önce evrim geçi­
rip türümüz olan Homo'ya dönüşecek bir soy doğurduğunu varsa­
yar. (Bununla birlikte, Homo'nun bağlantısız bir türü temsil etmesi
de aynı ölçüde güçlü bir ihtimaldir.) Tespit edilen en eski Homo
örneği, 2,4 milyon yıllık olup Homo habilis türüne aittir. Habilis,
Afrika iklimi tekrar değiştiğinde ortaya çıktı: İklim daha kurak ve
serin hale gelmişti, yağmur ormanları azalmış, otlaklar daha geniş
alanları kaplamıştı. 400 cc ile 500 cc arasında beyin kapasitesine
sahip olan Australopithecus'lar, değişen bu ortama uyum sağlama­
ya evrim açısından belli ki uygun değillerdi. 600 cc ile 750 cc ara­
sında, yani çok daha büyük beyin kapasitesine sahip olan Homo
habilis'ler, Australopithecus'ların sahip olmadığı ve yeni çevrenin
gerektirdiği (daha uzun kol ve bacak gibi modern organlar) bazı
KONUŞAN MAYMUNLAR 29

özellikleri taşıyordu, dolayısıyla yaklaşık 1 ,6 milyon yıl önce hızla


çoğalmışlardır. Habilis'in hiçbir silahı yoktu, daha hızlı ve güçlü
etoburların avlarının artıklarından besleniyordu. Bununla birlikte,
habilis taş çekiç gibi basit taş aletler yaptı. Habilis, ayrıca ateşi
kontrol eden ilk yaratıktır.
Habilis, daha büyük beyni sayesinde, zaman zaman ihtiyaç faz­
lası yiyecek elde ederek daha büyük toplulukların hayatta kalmala­
rını sağlamıştır. Bu da daha büyük ve karmaşık habilis gruplarının
oluşmasına olanak tanımıştır. Bu gelişme ise daha üstün zihinsel
yetileri olan üyeler arasında çoğalmayı teşvik eden daha karmaşık
toplumları gerektirmiştir. Bu sinerjik süreç, habilis'te, gitgide daha
gelişkin beyinlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. İlk defa, Hama
habilis'lerin kafatasında, Broca bölgesini, yani konuşma ve işaret
dili oluşturmak için gerekli olan beyin bölgesini kapsayacak çıkın­
tıya rastlanmaktadır. 3 Habilis'ler çok ilkel bir dil için gereken nöral
yollara belki de sahiptiler.
Böylesi erken bir tarihte insan konuşması muhtemelen fiziksel
olarak mümkün değildi. Sözel konuşma oluşturmak için ihtiyaç
duyulan fiziksel nitelikler insan dilinin başlangıcıyla ilgili araştır­
malarda genelde ihmal edilmiştir. Yalnızca 20. yüzyılın son yirmi
yılında bilim bu konuyu ciddiyetle araştırmaya başlamıştır. 1,6
milyon yıl önce, habilis'i takip eden bir haminid türü olan Hama
ergas ter de, omuriliğin geçtiği göğüs kafesinin göğüs omurgasında
'

küçük bir deliğin hala mevcut olduğu görülür. Bu delik bugünkü


insan-dışı primatlarda görülen küçük boşluğun aynısıdır. Omur­
ganın bu bölgesindeki sinirler, özellikle soluk vermede kullanılan
göğüs kafesi kaslarını kontrol eder. Böylesi küçük bir boşlukla, ko­
nuşma için gerekli olan nefes kontrolü yapılamaz: Bu boşluktaki
sinir dokuları yetersiz düzeydedir. İlk iki Hama türü, bu yüzden
yalnızca kısa, yavaş, düzensiz konuşma kalıplarını kullanabiliyor­
du. Anlamlı seslerin sistematik düzenlemesi olan açık seçik konuş­
mayı beceremiyorlardı.
Ayrıca, gırtlak ya da hançereleri, bebeklerininkine benzemek­
teydi. İnsan yavruları bir yaşında ya da daha sonra, hançere boğaz
içinde aşağı kayana kadar birçok insan sesini anlaşılır şekilde çı-
30 DiLİN TARiHi

karamazlar ( büyük maymunların hançereleri asla aşağı kaymaz).


İlk Homo habilis'lerin kafatasları, alt kısımlarında yalnızca hafif
bir esneme gösterir. Bu, habilis'lerin hançeresinin henüz modern
yetişkin insanlarınki kadar gelişmediğine işaret eder. Nöral yolları,
konuşmaya imkan vermiş olsa bile, bunun için gerekli olan fiziksel
organlar mevcut değildi.
İnsanın açık seçik konuşması için gerekli fiziksel niteliklerin,
günümüzden 1 ,6 milyon yıl öncesi ile 400.000 yıl öncesi arası dö­
nemde hızlı bir şekilde geliştiği anlaşılıyor. 400.000 yıl öncesine ait
hominid fosilleri, ilk kez sözlü konuşmanın kullanılmış olabilece­
ğini gösterir. Bu muhtemel kullanım yepyeni bir hominid türünde
ortaya çıktı: Homo erectus.

Homo Erectus

Bugün modern bilim homo'nun en az üç önemli türü bulun­


duğunu kabul eder; bunlar evrimdeki sırasıyla habilis, erectus ve
sapiens'tir. Belki de yalnızca iki insan türünün mensupları Afrika
dışında da yaşamıştır: erectus ve sapiens. Bu iki tür basit konuşma
aracılığıyla, grup halinde göçe olanak sağlayan karmaşık, yüksek
derecede toplumsal örgütlenmeye sahip oldukları için Afrika dışı­
na geçebilmişlerdir. Bugün rağbet gören bir modele göre, Homo
erectus Afrika dışına göç eden ilk hominiddir. Daha fazla av pe­
şinde koşan bu hominidlerin geride bıraktıkları baltalardan göç
yolları tahmin edilmektedir.
1 890'larda, Endonezya'nın Cava Adası'nda 700.000 yıl öncesi­
ne ait insan kafatasının, uyluğunun ve azı dişlerinin keşfiyle, ilkin
'Cava Adamı' adı verilen erken bir hominidin, o zamanlar Güney­
doğu Asya alt-kıtası olan Sunda'da yaşadığı kanıtlandı. Daha son­
radan yapılan keşifler, bağımsız bir türün tespit edilmesine olanak
sağladı: Homo erectus. Bu hominid türü, Afrika'da iki milyon yıl
önce ortaya çıkmış ve buzul çağı arası dönemde Afrika otlakla­
rının üzerinden hayvan sürülerinin peşinden giderek yavaş yavaş
tamamen etobur hale gelmiş olabilir. Erectus'un ortaya çıkışı, ho­
minid evriminde önemli bir ilerlemeye işaret etmektedir. Erectus,
KONUŞAN MAYMUNLAR 31

kendinden önceki tüm hominidlerden daha zayıf, daha uzun, daha


hızlı ve daha zekiydi. Erectus'un vücudunun boyundan aşağı kısmı
modern insanlarınkine çok benzemekteydi. Bununla birlikte, erec­
tus, güçlü bir vücuda sahipti, alnı arkaya doğru eğimliydi, kaş böl­
geleri öne doğru çıkıntı yapıyordu. Bazı uzmanlar, esas itibariyle
etobur olan beslenme rejimi sayesinde elde ettikleri fazla enerjinin
daha büyük bir beyin ortaya çıkardığına inanırlar: 800 cc-1 000 cc
(Homo sapiens: 1 100 cc- 1400 cc).
Daha büyük beyin, erectus'a doğada o güne dek görülmemiş
bir icat yapma olanağı vermiştir. Erectus ilk baltayı üretti (ilk bal­
ta imalat yerinin Etiyopya Konso-Gardula'da 1 ,7 - 1 ,3 7 milyon yıl
öncesine ait olduğu tahmin edilmektedir) . Erectus, öldürdüğü hay­
vanı taşlarla parçalardı. Muhtemelen, kemik ve ağaç parçalarını
da kullanırdı. Erectus çok çeşitli aletlerle ve zengin av kaynaklarıy­
la küresel olarak uyum sağlayabilen ilk hominid haline gelmiştir.
Anlaşılan, erectus erken bir tarihte Afrika' dan göç etti. Bu göç,
Afrika'da bir tür olarak ortaya çıkışı ile aşağı yukarı aynı zaman­
lara denk düşmektedir (ya da, başka bir teoriye göre, erectus'un
bir Homo atası daha önce Afrika'dan göç etmişti. Bu hominid
başka bir yerde evrim geçirerek erectus haline gelmiş ve sonra da
Cava'ya, ardından yine Afrika'ya göç etmiştir). Öyle görünüyor
ki, erectus Cava'da -yani, okyanus kıtaları bölmeden eski Sunda
alt-kıtasında- yaklaşık olarak iki milyon yıl önce yaşamaktaydı.
Cava bağlantısı kritiktir. 1 997'ye kadar, muhtemelen konuşma
ve zekadan yoksun olan erectus'un, Asya faunaları ile Avustralya
faunalarını bölen Lombok Adası'ndan Sunda'yı ayıran görünmez
sınırı, yani Wallace Çizgisi'ni geçmediğine inanılıyordu. Gerçekten
de, o zamana kadar Wallace Çizgisi, Homo erectus ve Homo sa­
piens lerin farklı kabiliyetlerini tasvir eden sınırı temsil ediyordu.4
'

Ne var ki 1 997 yılında Lombok'un doğusundaki Flores Adası'nda


-Wallace Çizgisi'nin ilerisinde- 900.000-800.000 yıl önceye ait taş
aletler ve yiyecek artıkları bulundu. Bunlar, erectus'un bambudan
sallar yapacak ve deniz seviyesinin en düşük olduğu zamanlarda
bile, Sunda'yı doğu komşularından ayıran on yedi kilometrelik bo­
ğazı geçecek kadar zeki ve toplumsal olarak örgütlenmiş olduğunu
32 DiLİN TARİHİ

Atapuerca, İspanya
(Homo antecessor)
800.000 yıl önce

Turkana Gölü, Kenya


1.800.000 yıl önce

I Homo erectus'un (günümüzdeki sınırlarını gösteren) kronolojik alanı.


KONUŞAN MAYMUNLAR 33

Lantan, Çin
1 .000.000-700.000
yıl önce •

~
� Flores Adası

O ı�dl
900-800.000 yıl önce


Sangiran, Endonezya
1 . 7-1 milyon yıl önce
34 DİLiN TARiHİ

kanıtlar. ( 1 980'lerde, Hollandalı bir paleontolog, 900.000 yıl önce


insanların, oradaki pigme stegodonların -cüce filler- yok oluşuna
sebep olduklarını ileri sürmüştür.)
Karmaşık planlama yapma, karmaşık düşünce süreçlerini ge­
rektirir. Karmaşık planlamanın toplumsal uygulaması yüksek dü­
zeyde toplumsal işbirliğini gerekli kılar. Bu, şart kipinin (anlamlı
cümlecik ve cümle dizisi) kullanımına olanak veren bir dilin var
olduğuna işaret eder: " Eğer bunu yaparsak, o zaman şu olacak­
tır. " Flores Adası bulgularından, Homo erectus'un, neredeyse bir
milyon yıl önce, konuşmalarında şart kipini kullanabildiği çıkarı­
mında bulunmak mantıklı görünmektedir. Bu, insanlığın sembolik
düşünceye doğru 'ilk adım'ından çok ileri bir aşamadır.
Uzmanlar, erectus'un sözel dili kullanabildiği fikrini ancak son
zamanlarda sıcak bakmaya başlamışlardır. Uzmanların yaklaşı­
mındaki bu değişim, erectus'un toplumsal örgütlenme yeteneğinin
anlaşılmasının bir sonucudur. Söz konusu yeteneğe erectus'un yer­
yüzündeki çeşitli başarıları kanıt oluşturmaktadır. Bununla birlikte,
erectus'un dilinin bizim anladığımız anlamdaki konuşma olması
çok zayıf bir ihtimaldir. Erectus'ta, omuriliğin içinden geçtiği en
aşağı omurdaki boşluk, hala soluk vermeyi kontrol edemeyecek ka­
dar küçüktü. Kısa, anlamlı ifadeleri kullanmış olmaları mümkün­
dür; belki de şart kipine dayalı bir sözdizim gerçekten gelişiyordu.
Fakat uzun, karmaşık ifadeler, anatomik olarak mümkün değildi. 5
Anlaşılan Homo erectus, Eski Dünya'nın tamamında yaşıyordu
( Şekil 1 ). 1 ,4 milyon yıllık olduğu saptanan çok sayıda el baltası
dahil olmak üzere on bin taş alet son zamanlarda İsrail, Ubeydi­
ye'de, Celile (Taberiye) Gölü yakınlarında bulunmuştur. 1 990'lara
kadar, insanların Avrupa'ya yarım milyon yıl önce geldiklerine ina­
nılırdı. Oysa Homo erectus'un Avrupa'daki varlığının çok daha
eski tarihlere uzandığının kanıtları neredeyse her yıl yeni arkeo­
lojik buluntularla ortaya konuyor. Tabii ki, bunun Avrupa'daki
insan dilinin tarihi ile de doğrudan bağlantısı vardır.
Roma'nın 80 kilometre güneydoğusundaki Ceprano yakınla­
rında bulunan erectus'un kafatasının üst kısımları 1 996'nın baş­
larında birleştirilmiş ve aşağı yukarı 800.000 yıllık olduğu sap-
KONUŞAN MAYMUNLAR 35

tanmıştır. Bu erectus'un kafatasının ortasındaki ince tepe elimizde


bulunmamaktadır ve beyni klasik erectus'un beyninden çok daha
büyüktür. İspanya'nın kuzeyinde, Sierra de Atapuerca'da bulunan
Gran Dolina kazı yerinde, son iki sezonda en az 8 00.000 yıllık
muhtemelen erectus'a ait yaklaşık 1 00 fosil ve bunun iki misli taş
alet bulunmuştur. Alet yapımı dil gerektirmez, fakat Cebelitarık
Boğazı'nın 'toplu göç'le geçilmesi -Endonezya'daki Wallace Çizgi­
si'nin geçilmesi gibi- dilin bilinmesini gerektirir. 1 950'lerde Ceza­
yir'de bulunan erectus parçalarıyla bu fosillerin taşıdığı benzerlik,
erectus'un aşağı yukarı aynı zamanlarda, Kuzey Afrika sahillerin­
den Sicilya ve İtalyan çizmesine de benzer bir göç yaptığı izlenimini
vermektedir. Belki de 1 ,6 milyon yıl öncesine ait ( birçok Batılı bi­
lim adamı bu tarihlemeye itiraz etmiştir) bir erectus'un alt çene ke­
miği, 1 9 9 1 yılında Gürcistan Cumhuriyeti'nde bulunmuştur. Çoğu
paleontoloğa göre, bugüne kadar elde edilen verilerden, Homo
erectus'un Avrupa'ya çeşitli yönlerden -güneybatıdan, güneyden
ve doğudan- bir milyon yıldan uzun bir süre önce geldiği çıkarımı
yapılabilir. Fakat tüm paleontologlar aynı fikirde değildir. 6
Bu ilk Avrupalılar, daha eski hominidlerle karşılaştırıldığın­
da, şaşırtıcı ölçüde gelişmiş görünürler. Güneydoğu İngiltere'deki
Boxgrove kazı yeri, insanların, en az yarım milyon yıl önce, kısa
bir dönemde, Avrupa bizonları ve atlar gibi çok tehlikeli hayvan­
ları, organize bir şekilde ahşap mızraklarla avladıklarını gösterir.
Bu, eski Afrika erectus'larının av artıklarını yemesine benzemez;
bu, şempanzelerin ormanda maymun avlamasının çok ötesine ge­
çen bir düzeyde işbirliğine dayalı bir avlanmaydı. Böyle bir tarzda
planlama ve koordinasyon yapmak ve tuzak kurmak için konuşma
kritik önem taşır.
Çok yakın tarihte, Almanya'da, yaklaşık yarım milyon yıl ön­
ceye ait gelişmiş bir erectus toplumu açığa çıkarılmıştır. 1 995 yılın­
da, Magdeburg'un batısındaki Schöningen yakınlarında, kesilmiş
binlerce atın kemikleri ve çok sayıda kamp ateşi arasında 400.000
yıllık beş uzun mızrak bulunmuştur. Başka bir kazı yeri olan Jena
yakınlarındaki Bilzingsleben'de, en az 4 1 2.000 yıl önceye ait daimi
bir erectus yerleşim bölgesi bulunmuştur. Üç-dört metre genişlikte
36 DİLİN TARİHi

'ev'lerin bulunduğu bu bölgede, taşlarla kaplanmış geniş bir alan


mevcuttur. Söz konusu alan, ezilmiş insan kemiklerini etrafa saç­
mak dahil çeşitli grup ritüelleri için kullanılmış olsa gerektir. Bu
yerde, dünyadaki kemik eşya koleksiyonunun en büyüğü bulun­
muştur. Burada kemik, ağaç ve taşların işlendiği imalathanelerin
bulunduğu anlaşılmaktadır. Bilzingsleben'deki bazı kemiklerin
üzerinde düzenli çizgiler olması, bu kemiklerin bilinçli şekilde iş­
lendiği izlenimi vermektedir. Bunları keşfeden arkeolog, bu çizgi­
leri grafik semboller olarak değerlendirse de, sembolik düşünme
genel olarak modern insan özelliği olarak kabul edildiği için başka
uzmanlar, burada bilinçli herhangi bir tercihin söz konusu olması­
nı çok zayıf bir ihtimal sayarlar.
Yaklaşık 350.000 yıl önce Kuzey Avrupa buzullarla kaplandı.
İnsanların güneye doğru daha sıcak bölgelere göç etmesi sonu­
cunda, Avrupa'da insanların sayısı azaldı. 1 993 yılında, Sierra de
Atapuerca'da 300.000 yıl önceye ait en az 32 insanın kemikleri
bulundu. Burada bulunan bir kafatası, modern insan kafatası ka­
dar büyüktü. Bu insanların yüz şekilleri ilk Neandertal insanları­
nınkine (aşağıya bakınız) benzemekteydi, fakat bu insanlar bizim
kadar uzundular. Bu topluluğun, geç Homo Heidelbergensis'lere
mi, ilk Homo sapiens 'lere mi ya da Homo'nun tamamen başka bir
türüne mi ait olduğu bilinmemektedir. Avrupa o sıralar art arda
gelen göçlerin sonucu olarak, belki de farklı birçok hominid türü­
ne ev sahipliği yapıyordu. Fosil farklılıkları, erectus toplulukları
arasında kayda değer bir 'ırksal' çeşitlilik bulunduğunu da gös­
termektedir. Dolayısıyla, bu güne kadar düşünülenden daha fazla
genetik karışım olduğu kabul edilebilir.
Avrupa'nın sert iklimi, neredeyse salt etçil bir beslenme düzenini
zorunlu kılmıştır. Bunun sonucunda, böyle bir iklimde avlanmanın
yarattığı muazzam zorluklardan dolayı, gitgide daha karmaşık bir
planlama, eşgüdüm ve örgütlenme ortaya çıkmıştır: İlk Avrupalı
hominid toplulukları, küçük avlanma grupları bile oluşturmuş­
lardır. Bu gruplar daha sonra uzun süre ana gruptan ayrı kalmış­
lardır. Daha güneyden, daha sıcak bölgelerden gelen göçmenler,
buzul çağları boyunca, Avrupa'da hayatta kalmak amacıyla, ya
KONUŞAN MAYMUNLAR 37

karmaşık toplumsal ilişki ağları kurmak, ya göç etmek ya da yok


olmak seçenekleriyle karşı karşıyaydılar. Yeni bir teoriye göre, açık
seçik konuşmanın, belki de ilkin Avrupa'nın sert kuzey bölgele­
rinde gelişmiş, ancak daha sonra diğer yerlerdeki Homo türlerine
aktarılmıştır. Bununla birlikte, eğer dil genetik olarak belirleniyor­
sa, o zaman diğer türlere aktarılması da ancak melezleşme yoluyla
olabilir; bu durum, son teoriyi zayıflatıyor. 900.000 yıl kadar önce
Wallace Çizgisi'nin geçilmesini sağlayan Sunda'daki 'dil'in kullanı­
mı, eğer doğruysa, keza bu teoriyle çelişmektedir.
Acaba Homo erectus türü ortadan kalktı mı? Son zamanlarda,
Endonezya'da, Ngandong kazı yerinde bulunan bir erectus fosilleri
koleksiyonunun tarihi, 50.000 yıldan daha az bir süre olarak ye­
niden belirlenmiştir. Belki de erectus, oraya gelen sapiens'lerle bir
arada yaşadı. Bu bakımdan, son zamanlardaki çoğu fosil buluntu­
ları, bu bölgede Homo erectus'un yerini Homo sapiens'in alması
konusunda 'Afrika'dan göç' teorisinde en azından değişiklik yapıl­
ması gerektiği tezini desteklemektedir. 7 Yani, modern sapiens ' ler,
1 00.000- 1 50.000 yıl önce Afrika'da ortaya çıktılar, sonra Orta­
doğu'ya, Avrupa'ya ve Asya'ya yayıldılar. Ortadoğu ve Avrupa'da
en aşağı 30.000 yıl önce, Neandertal'lerin, Asya'da ise daha eski
Homo erectus 'ların yerlerine geçtiler. Ngandong bulunan kafatas­
larının kemerleri, Cava ya da Çin'de bulunan daha eski erectus
kafataslarının kemerlerinden daha geniştir. Bazı uzmanlara göre,
bunun açıklaması ya yakınsak bir evrim yaşanmasıdır (yani, Erec­
tuslar kendi başına evrim geçirerek modern insanınkine benzer ka­
fataslarına sahip olmuştur), ya da 50.000 yıldan daha az bir süre
önce gelen sapiens'lerle melezleşmedir. (Halbuki bir 'türün' tanım­
layıcı özelliği, başka bir türle çiftleşerek çoğalamamasıdır).
Anlaşılan, erectus türüyle birlikte, belki de 900.000 yıl kadar
erken bir tarihten itibaren, açık seçik bir insan dili ilk defa gelişi­
yordu ve belki de bu dil, karmaşık planlamaya ve örgütlenmeye
olanak tanıyordu. İnsanlar, daha o zamandan bireyler için isim
kullanıyor olabilirler. Ama bir nörologun son zamanlarda söy­
lediği gibi, ilkel evlilik töreninin hominidin beyninde bir simge
sistemine kaynaklık ettiğini ve bunun insan dilinin tek kaynağı
38 DİLİN TARİHİ

olduğunu ileri sürmek, gerçekte birçok dış etkenin zorunlu kıldığı


ve beslediği uzun bir anatomik ve beyinsel evrim süreci olan insan
konuşmasının gelişiminin karmaşıklığını ve kadimliğini göz ardı
etmektir. Bu sürecin erectus ile başlamış olduğunun bir başka gös­
tergesi ise, erectus'un geç Neandertal'ler ve sapiens'ler (modern
insanlar) ile paylaştığı fiziksel ve sinirsel konuşma yetileri ve bun­
ların konuşma-temelli toplumlarının ulaştıkları gelişim düzeyidir:
Bu gelişim düzeyi, ya yakınsak bir evrime ya da ortak bir kökene
işaret etmektedir.
Yaklaşık bir milyon yıl önce Homo erectus'un muhtemelen ge­
liştirdiği dil esasları nelerdir? Ne yazık ki erken hominidlerin beyin
süreçleri hiçbir zaman kesin olarak anlaşılamayacaktır. İnsan sözlü
dilinin, ön-insanın (pre-human) bir özelliğinden doğrudan çıkarı­
lamayacağı genellikle kabul edilir. İnsan sözlü dili, ayrıca, doğada
bilinen hiçbir hayvanın iletişim biçimine benzemez. Örneğin, bü­
yük maymunların ve diğer hayvanların ilkel 'Ateş! ' sesi, 'söz'ün
embriyonik bir biçimi sayılamaz. Ayrıca belirtisel eşleştirme -yani,
fiziksel nesne ile 'muz' ve 'klavye' gibi söylenen ya da işaretle gös­
terilen kelime arasındaki bağ- sembolik değildir, basitçe eşleştir­
medir. Dolayısıyla, insan-hayvan iletişimi deneylerinde olduğu gibi
bu eşleştirmeyi oluşturan sesler ya da işaretler, insan dili kullanımı­
nı göstermez, yalnızca insan-hayvan dilinin kullanımını ifade eder.
İnsanın sözlü dili farklıdır. İnsan dili, dinamik, sembolik ( eşleştir­
meli değil) ve tamamen insan-merkezli bir süreçtir. Bunun nedeni,
insan sözlü dilinin, ayrı ve özerk bir işlev olarak, insanın konuş­
ma organlarıyla ve beyniyle birlikte evrim geçirmesidir. Ama insan
beyninin yalnızca konuşma ile bağlantılı olarak gelişmiş olabilece­
ği tezinin doğru olması ihtimali zayıftır.
İnsan sözlü dilinin ortaya çıkış tarihinin merkezinde iki temel
soru vardır: 'Sözcükler' nasıl ortaya çıktı? 'Sözdizim' nasıl ortaya
çıktı? 8 Bu iki soruya, en iyi şekilde, dil evrensellerinin araştırılma­
sıyla yanıt bulunabilir. Dil evrenselleri, hominid dilinin gelişmesi­
nin ilk aşamalarında mevcut olabilir. 'Söz dağarcığı'nın ( burada en
geniş anlamıyla, iletişimin birimleri grubu olarak kullanılmakta­
dır) temel kategorisi, tüm varlıklar tarafından paylaşılıyor olabilir.
KONUŞAN MAYMUNLAR 39

'Söz dağarcığı'nın temel kategorisi her varlıkta faklı şekilde ifade


bulur: Karıncalarda feromonlar, bal arılarında dans, hominidlerde
sözlü dil. Bununla birlikte, yeni yürümeye başlayan bir çocuğun
dilinin söz dağarcığının uzun yapılar oluşturmadığını belirtelim.
Ayrıca, çocuğun söz dağarcığı başka sözcüklerle tanımlanamaz.
Yeni yürümeye başlayan bir çocuğun dilinde sözdizim yoktur, tıp­
kı insan-dışı tüm varlıkların kendi iletişim tarzlarında sözdizim
olmadığı gibi. (Arı danslarının bir sözdizime sahip olduğu karşı
savı, zorlama sonuç çıkarmaktır; koreografi eklemlemenin yerini
tutmaz.)
Belki de beslenme, göç ve/veya iklim değişiklikleri sayesinde be­
yinsel kapasitenin evrimleşmesinin bir sonucu olarak yaklaşık bir
milyon yıl önce, ilkel hominidlerin söz kullanımında önemli deği­
şikliklerin meydana geldiği anlaşılıyor. O zamana kadar açık seçik
nitelik taşımayan sesler artık gramere kavuşuyordu. Temel bir söz
dağarcığı, muhtemelen artık basit bir morfolojiyi de beraberinde
taşıyordu: Örneğin, kök sözcük 'av', geçmiş zamanı anlatmak için
şimdi 'avlandı' biçimini alabiliyordu. (Bunu yalnızca gelişmeyi an­
latmak için olası bir örnek olarak veriyoruz. ) Belki de sesin daha
iyi kontrol edilmesi sayesinde fonolojinin (ses sisteminin) daha in­
celikli hale gelmesi, fonetik (konuşulan ses) farklılıkların fonemik
(en küçük ses birimiyle ilgili) farklılıklara dönüşmesini sağladı:
Artık "ot" sözcüğü "et" sözcüğünden ayırt edilebilmekteydi. İlk
özgül dil evrenselleri belki de bu dönemde ortaya çıkmıştır. Pre-sa­
piens'lerin dil evrenselleri günümüz sapiens'lerinin dil evrenselle­
rinden çıkarsanabilir.
Dil evrensellerinin dört temel tipi olduğu söylenebilir. Mutlak
evrenseller arasında, örneğin, her dil sisteminin en az üç ünlüyü
içermesi ve renk yelpazesi içerisinde siyah ile beyazın bulunması
yer almaktadır. Eğilimsel evrenseller arasında şu kabul yer alır: [p
t k] 'çoğunlukla' süreksiz patlamalı ünsüzlerdir (nefesin geçişini
engelleyen ünsüzler) ve başka duraklar [p t k] mevcut değilse dile
eklenmez. İçerimsel evrenseller, ancak belirli koşullar yerine geti­
rilirse geçerlidir: Örneğin, eğer kırmızı, dil içerisinde bir renk ise,
orada aynı zamanda siyah ve beyazın da mevcut olduğu beklen-
40 DİLİN TARiHi

melidir. İçerimsel olmayan evrenseller, herhangi bir ön şarta bağlı


değildir, ayrıca mutlak ya da eğilimsel olabilirler: Bütün insan dil­
lerinin en azından üç ünlüyü içerdiği yolundaki evrensel bunun bir
örneğidir.
Amerikalı dilbilimci Noam Chomsky, çocukların bazı doğal
dillerde cümle kurmanın belirli biçimsel ilkelerini seçmek için
"doğuştan yatkın" olduklarını, diğer diller için bunun söz ko­
nusu olmadığını ileri sürer. Chomsky'ye göre, eğer yapay bir dil
oluşturulup bu ilkelerden bazıları ihlal edilirse, o zaman bu yapay
dil kolayca öğrenilemeyecek ya da normal çocuğun doğal bir dili
edinirkenki 'kolay ve etkin' öğrenme süreci işlemeyecektir. Fakat
Chomsky'nin hipotezi, doğrudan ampirik sınamaya tabi tutula­
maz. Ayrıca, "doğuştan yatkınlık" kavramıyla ilgili ciddi sorunlar
vardır. 9 Bu sorunların en önemlisi şudur: Burada, algılama, kav­
rama, sosyal talep ve bilgi işleme kapasiteleriyle ilgili dinamik dü­
şünce süreçlerinden çıkarılan evrensel dil özellikleri saptanmaya
çalışılmamakta, tanımlanamayan ve açıklanamayan bir niteliğin
pasif kabulü varsayılmaktadır (doğuştan yatkınlık).
Dil evrenselleriyle ilgili tartışmayı daha genişletmek amacıyla
şimdi sözdizimden dilin kelime hazinesine geçelim. ( Chomsky'nin
iddiasının yalnızca sözdizimle ilgili olduğunu belirtelim.) Yukarı­
da işaret edilen siyah/beyaz evrenseli, gerçekte bir 'renk evrenseli'
değil, insan beyninin algılama sürecinin bir ürünüdür. Bu süreçte
insan beyni parlaklığı 'siyahlık' ve 'beyazlık' açısından kaydetmek­
tedir. Öteki renkler ise, tüm dil gruplarının çeşitli yollarla ifade
ettiği gökkuşağının altı temel rengini oluşturmak üzere 'sarı/mavi',
'kırmızı/yeşil' ve benzeri şekilde ayrı ayrı kodlanmaktadır.
Aynı şekilde, bütün modern insan (yani, Homo sapiens) dille­
rinde en az üç ünlü olduğunu söylemek biçimsel olarak yeterli de­
ğildir. Yalnızca üç ünlüye sahip olan dillerin istisnasız hepsinde [i],
[a] ve [u] ünlülerin bulunduğu hesaba katılmalıdır. (Son çalışmalar,
Neandertal'lerin bile anatomik olarak Homo sapiens'e özgü ünlü
sesleri çıkarma kapasitesinden yoksun olduklarını göstermiştir.)
Bu noktada 'Neden? ' sorusu sorulmalıdır. Buna cevap, bu üç ünlü­
nün akustik açıdan azami derecede uzak noktaya ulaşabilen sesler
KONUŞAN MAYMUNLAR 41

olmasıdır. Diğer ünlüler, ünlü dağılımının dinamik rolüne göre bu


üç ana ünlü arasında düzenli bir şekilde konumlandırılır.
İnsan beyninin zihinsel süreciyle ilgili olan başka bir örnek de,
bütün dillerde, tekillerin çoğullardan ve çoğulların ikililerden [du­
als] daha sık olmasıdır. Yani, insan beyni, gruptan önce tekili ve
grup türünden önce grubu kaydeder. Bundan yola çıkarak şu dina­
mik evrensele ulaşılabilir: Tüm dillerde basit işaretlemeler daha az
basit işaretlemelerden önce gelir. 1 0 (İşaretleme, ayırt edici özellikle­
rin saptayarak sınıflandırma anlamına gelir. )
Homo erectus'un yaşadığı erken tarihlerde geliştirilmiş sözdi­
zimsel evrenseller var mıdır? Gerçekten de böyle birtakım sözdi­
zimsel evrensellerin olabileceği anlaşılmaktadır. Örneğin, tüm dil­
lerde sıfatlar ( büyük), niteledikleri ismin (mağara) yanında yer alır.
"Niteleyen" ile "nitelenen" arasındaki mesafeyi sınırlandırmak
için, beyinsel bir 'iyelik' duygusu insan dilinde devreye girmekte­
dir. Zihinsel açıdan birlikte olanlar, sözdizimsel açıdan da birlikte
kümelenirler. Şiirlerdeki (Homeros, Vergilius ya da Başo'nun ya­
pıtlarındaki) yapay, arkaik ve/veya zorlanan sözdizimleri, varlığına
dikkat çekilen veya daha ender rastlanan konuşma tarzlarındaki
bir türün yapısına uygun istisnalardan öte bir anlam taşımaz. Bu
sözdizimsel evrensel, dillerin büyük çoğunluğunda görülür.
Homo erectus belki de yüz binlerce yıldır insan dili esaslarını
içeren dil sürecinin benzer biçimlerini geliştiriyordu. Aşikar insan
dili evrenselleri yalnızca sınırlı önem taşır, yine de belli bir çağrışım
taşımaktadırlar: Bütün insanlar konuşmak için ağızlarını açmak
zorundadırlar; bütün insan dillerinde fiiller (eylem ya da durum
sözcüğü) ve tümleyen öğeler (özne ya da nesne) bulunur; tüm insan
dillerinde, emirler, olumlu, olumsuz ve soru yapıları vardır. Gü­
nümüz araştırmaları için çok daha önemli nokta ise dillerin daha
kapsamlı evrensel dinamikleridir: Tüm dillerde, anlamlı cümlecik
ve cümlelerin dizilişi sistematik söz öbeğine göre karşıt konum­
da yer aldığı görülmektedir. Örneğin, bileşik sözcük ('arı kovanı'),
cümleciğe göre ('arı kovanına') karşıt konumda yer almaktadır.
Homo erectus'un eklemlemeli [articulate] dilinin aşamalı ge­
lişmesiyle ilgili başka bir sorun ise dillerin iletişimsel işlevinin di-
42 DİLİN TARiHi

lin yapısını etkileme düzeyidir. Doğuştancılar, dil evrensellerinin,


türümüzün miras aldığı otonom dil yetisinde bulunan, doğuştan
gelen bazı özellikler olduğuna inanırlar. İşlevselciler, esas olarak
dil süreci ve bu sürecin ortaya çıkardığı etkiyle açıkladıkları dil­
ler arası kısıtları (ya da evrenselleri) savunurlar. Doğuştancılar ile
işlevselciler arasındaki tartışma incelendiği zaman, dil üretimin­
de belki de hem otonom sözdizimsel kısıtların hem de süreç kar­
maşıklığının kökten ve tamamlayıcı bir rol oynadığı yolunda bir
uzlaşmacı tezi benimsemek gerekir. 1 1 Dilin iletişimsel işlevi, dilin
yapısını ('arı kovanı' karşıtı olarak 'arı kovanına') dinamik ola­
rak etkiler, fakat bunun özgül kalıtsal kısıtlar çerçevesinde ('büyük
mağara'daki sözcüklerin mantıksal ve sözdizimsel olarak birbirine
yakın olması) gerçekleştiği anlaşılmaktadır.
Bununla birlikte, tüm uzmanlar hominidlerde dil kontrolü ile
el kontrolünün yakından bağlantılı beyinsel işlevler oldukları ko­
nusunda görüş birliği içindedirler. Jestler insan konuşmasının öy­
lesine ayrılmaz bir parçasıdır ki, dil yetisinin temelini oluşturan
beyinsel süreci kolaylaştırmaktadır. Jestler, yalnızca muhatabı bil­
gilendirmekle kalmaz, aynı zamanda konuşmacının düşünmesini
de sağlar. Jest dili, henüz açıklığa kavuşturulmamış birtakım yol­
larla, insanın sözlü dilinin çok erken bir tarihte gelişimine katkıda
bulunmuş olabilir.

Neandertal'ler

Neandertal'lerin ayırt edici özellikleri, Orta Pleistosen devrinde


300.000-230.000 yıl önce belirmeye başladı. 1 2 Ataları ortak olsa
da Neandertal'ler, anatomik olarak geç Homo sapiens'lerden son
derece farklıdır. Neandertal fosilleri ilk olarak 1 850'lerde, Alman­
ya'da Düsseldorf yakınlarında bulundu; o tarihten itibaren Nean­
dertal kalıntıları Cebelitarık'tan Irak'a kadar pek çok yerde ortaya
çıkarılmaya devam etmektedir. Anlaşılan, aşağı yukarı 30 kişiden
oluşan gruplar şeklinde yaşayan Neandertal'lerin sayıları belli bir
anda hiçbir zaman birkaç on bini geçmemiştir. Zaman zaman tro­
pik altı dünyanın sıcaklığının yaşandığı bir bölgede yaşayan önceki
KONUŞAN MAYMUNLAR 43

erectus'ların birçok özelliklerini korumuş olan en erken Neander­


tal 'ler ( Pre-Neandertal'ler) vücut yapıları bakımından uzun ve ince
idiler.
Yaklaşık 1 80.000 yıl önce, Avrupa yeni bir buzul tabakasıyla
kaplandı. Pre-Neandertal'lerin hepsi değilse de çoğu muhtemelen
Ortadoğu'nun güneyine ve güneydoğusuna göç ettiler. Buzul taba­
kası yavaş yavaş kalkarken, birçok grup yeniden Avrupa'ya yer­
leşti. Fakat bunlar artık uzun ince Pre-Neandertal'ler değil, kısa
boylu ve gürbüz, geniş göğüslü, güçlü kol ve bacaklara sahip olan
Neandertal'lerdi. Bu Neandertal'ler vücut ısılarını koruyarak Buzul
Çağı Avrupa'sının sert iklimine anatomik olarak uyum sağlamışlar­
dı. Kabuklu deniz ürünleri, bitki ve sürüngen toplayıcılığı ve büyük
hayvan avcılığı yapan Neandertal'ler üstün silahlarla değil strate­
ji ve işbirliğiyle avlanmaktaydılar. Fosillerinde bulunan yuvarlak
dişler, onların, günümüz Eskimoları gibi, sıcak tutan deri elbiseler
yaparken çoğunlukla ön dişlerini kullandıklarını kanıtlar. Neander­
tal'ler ölülerini gömerlerdi; topallara özen gösterirlerdi; süslenmek­
ten hoşlanırlardı. Çoğunlukla deri kazıyıcıları olan aletleri tam usta
işiydi. Neandertal'ler, son derece incelikli bir teknoloji olan çak­
maktaşı yontuculuğunda uzmandılar. Modern insandan daha bü­
yük bir beyne sahip olmalarına rağmen, bu aşırı kapasite belki de
ek vücut kütlesini idare ediyordu. Neandertal'lerin sürekli olarak,
beyin gücünden çok kas gücünü tercih ettikleri anlaşılmaktadır.
Uzmanların büyük bir çoğunluğu, Neandertal'lerin bizimkine
yakın temel bir dili kullandıkları konusunda hemfikirdir; onların
karmaşık alet üretimi ve üst düzey toplumu başka türlü açıklana­
maz. Yakın bir tarihte, 60.000 yıllık bozulmamış bir Neandertal'in
dil kemiğinin (dilin arka kısmında gırtlağı destekler) keşfedilip bu
kemiğin modern insanınkiyle tıpatıp aynı olduğu ortaya çıkınca,
Neandertal'lerin, geç Homo sapiens'ler kadar konuşmaya yatkın
olduğu, hızlı ve akıcı konuştukları ileri sürülmüştür. Uzmanların
hepsi bu konuda aynı fikirde olmasa da, dilaltı kanalının genişliği­
nin (kafatasının tabanında dili kontrol eden sinirleri taşır) modern
insanlarınkiyle aşağı yukarı aynı olduğunun daha yakın tarihlerde
keşfedilmesi bu tezi desteklemiştir. 13
44 DİLİN TARİHİ

3 00.000 yıldan uzun bir zaman önce, daha karmaşık düşünce


süreçlerinin muhtemelen ancak daha karmaşık cümlelerle müm­
kün kılındığı kabul edilebilir. 1 4 Anlaşılan, daha karmaşık insan dili
sayesinde düşünce süreçleri geliştikçe, insan beyni de hızla geniş­
lemiştir. İlk insanların 'çocuk dili,' yerini, işlevsel donanımlarıyla
birlikte hızla gelişen bir iletişim aracına -Homo erectus'ta ilkel bir
dile ve Neandertal'lerde daha karmaşık bir dile- bıraktı: Büyüyen
beyin, eklemlemeli konuşmanın gelişmesini, eklemlemeli konuş­
ma, beynin daha da büyümesini sağladı. Görünüşe göre, bu iki
erken hominid, günlük yaşamın ivedi isterlerinin -yeme, ısınma,
cinsellik- ötesine geçebiliyor, bir günün başarılarını zihninde nes­
neleştirebiliyor, bunları analiz edip sınıflandırabiliyor, böylece er­
tesi gün daha iyisini yapmak üzere hazırlanabiliyordu.
İnsan beyninin, bu nesneleştirmeyi gerçekleştirebilmesi, yaratıcı
düşünce üretebilmesi için, göndergesel sözcüklerden, yani Avrupa
bizonu, ateş, üreme organları gibi gerçek yaşamdaki nesnelere iliş­
kin özerk sözcüklerden daha fazlasına ihtiyacı vardır. İnsan beyni,
diğer sözcüklere göndermede bulunan sözcüklere de ihtiyaç duyar.
Düşünce ve dil sistemi kendi kendine göndermede bulunabilen bir
duruma gelmelidir. İnsan dilinde, bunun başarılması için, belki de
çok erken bir tarihte, " [bir şeye] doğru" ile "hangisi,'' "çünkü" ve
"neden? " gibi özel sözcüklerden oluşan bir kategori geliştirilmiş
olabilir. Bu yeni üst kategorideki sözcükler -dışarıdaki nesnel dün­
yayla herhangi bir şekilde doğrudan ilişkisi olmayan sözcükler­
karmaşık cümle kurabilmek amacıyla alt kategori sözcük dağarcı­
ğıyla (miras alınan sözcüklerle) birleştirilmiş olabilir. Çok-düzeyli
düşüncelerin dinamiğini yaratan karmaşık cümlelerdir. Modern
insan dili sözdizimle doğmuştur. İnsan türü için son derece hayati
hale gelen sözdizim, insanın dışındaki varlıkların 'dillerinde' bu­
lunmamaktadır: Sözdizim, cümlecik ve cümlelerin anlam kazan­
ması için sözcüklerin ve öğelerin birbirlerine bağlanma yöntemini
belirleyen kurallardır.
Erken hominidler, belki de beyinde bir yeniden organizasyon
doğuran tesadüfi bir mutasyonun sonucu olarak, sözdizimi, ben­
zersiz sözlü dillerinin can damarı haline getirdiler. Sözdizim (jest
KONUŞAN MAYMUNLAR 45

diline dayanarak, ancak insanların hem dili geliştirmeye uygun


nöral yollara hem de nefesi kontrol eden bir solunum sistemine
sahip olduğu bir aşamada gelişmiş olabilir) Hama erectus 'lar ara­
sında muhtemelen yaklaşık bir milyon yıl önce ortaya çıkmıştır.
(Sözdizim, belki de, erken Asya ve Avrupa erectus'ları arasında
kullanılıyorlarsa, bir milyon yıldan fazla bir süre önce doğmuştur. )
Sözdizim, yaklaşık 400.000-300.000 yıl önce, Neandertal'ler Av­
rupa'da ilk defa ortaya çıktığı sırada muhtemelen 'tamamlanma­
ya' doğru gidiyordu. Bu süreç, ancak 1 50.000 yıl sonra, anatomik
olarak modern insan ortaya çıktığı zaman bütünüyle tamamlana­
caktı. Sözdizimden önce eklemlemeli insan dili mümkün değildir.
Sözdizim tam bir olgunluğa eriştikten sonra, insanlar bizim gibi
konuşmaya ve düşünmeye başladılar. Bu birdenbire oluşan bir sü­
reç değildi. Hama erectus ile başlayan ve Hama sapiens'le doruğa
ulaşan (ve hala evrimi süren) yüz binlerce yıl boyunca devam bir
süreçtir.
40 yıldan uzun süredir Noam Chomsky tarafından savunulan
insan dili tarihinde sözdizimin önemli oluşu teorisi, bu konuda öne
sürülen pek çok teoriden yalnızca biridir. Ama şu anda bu teori,
gözlemlenen olgular için en iyi dilbilimsel açıklamayı getiren teori
gibi görünmektedir. Dil kökenleri ve gelişimi teorilerinin çoğu, dil­
bilimin dolaysız bulgularını genellikle göz ardı eden paleo-antro­
polojik, paleo-anatomik ve nöro-analitik araştırmalardan kaynak­
lanmıştır. İnsan dili tarihinde -belki de modern eklemlemeli dilin
yakın geleceğinde- sözdizimin rolünü öne çıkaran teori, daha iyi
bir teori ortaya atılana kadar ciddi bir şekilde üzerinde durulmayı
hak etmektedir.
100.000 ile 80.000 arası yıl önce Avrupa'yı yeni bir buzul ta­
bakası kapladı. Neandertal'ler en az 90.000 yıl önce erken Hama
sapiens lerin izlerinin de bulunduğu Ortadoğu'nun güneyine ve
'

güneydoğusuna göç etmişlerdi. Burada Neandertal'lerin sosyal


etkinlikleri, cenaze törenleri ve avlanma faaliyetleri akrabaları sa­
piens'lerin faaliyetlerinden farklı değildi. Aslında, Neandertal'ler ile
erken sapiens'lerin bir şekilde etkileşimde bulunmuş olmaları güçlü
bir ihtimaldir; hatta belki de karışarak çoğaldılar (melezleştiler). Bu
46 DİLİN TARİHİ

tabii ki iki türün dilini de etkilemiş olabilir. Böylece, türler arasında


iki-dillilik (iki dil konuşma yeteneği), dillerden tek tük sözcük alım­
ları ve belki de sınırlı sistematik değişikliklere yol açan fonolojik
karışımlar meydana gelmiştir. Fakat nüfusların çok seyrek olmasın­
dan dolayı, bu temas, hiçbir zaman yerel dilini kullanan grupların
kendi türü içindeki temasları kadar üretken olmamıştır.
Neandertal'ler ile sapiens ler kültürleri arasındaki ayırt edile­
'

mez ölçüdeki benzerlik, yaklaşık olarak 50.000 yıl önce sapiens'ler


arasında birdenbire yeni teknolojiler -fırlatılan silahlar ve daha
iyi kesici aletler- ortaya çıkana kadar sürmüştür. Bazı sapiens
gruplarının bir tür evrimsel 'sıçrama' yaptıkları anlaşılmaktadır.
Böylece, Neandertal'ler değil, söz konusu sapiens grupları evrim
geçirerek modern insana dönüşmüştür. Bu sıralarda 'Cro-Mag­
non' sapiens'leri Avrupa'ya yerleşmeye başladılar. Daha gelişmiş
ocaklar, daha ileri barınaklar, özellikle daha iyi giysiler kullanıyor­
lardı. Yaklaşık 20.000 yıl içinde Neandertal türü yok oldu, belki
de Homo sapiens'lerin yiyecek kaynaklarına ilişkin rekabetinin ve
saldırılarının kurbanları oldu. 15

Homo Sapiens

Eskiden, arkaik Homo sapiens lerin Afrika'dan göç eden ilk


'

hominidler olduğuna inanılırdı. Yalnızca son yirmi yıl içinde yapı­


lan araştırmalarla şu olgular kesin olarak kanıtlandı: Sapiens 'ler,
1 00.000 yıllık bir dönemde, Avrupa ve Ortadoğu'da Neandertal'le­
rin ve Uzak Doğu'da ise erectus'ların yerini almıştır. Neandertal'ler
ve erectus'lar bu bölgelerde uzun süredir yaşayan temel hominid
türleriydi. Yarım milyon yıl önce, sapiens lerin arkaik biçimleri
'

zaten ortaya çıkmıştı: Bunlar daha geniş yüzlere, daha küçük çe­
nelere ve çıkıntılı alınlara sahip iri yapılı hominidlerdi. Yeni buzul
çağı, 1 86.000 yıl önce Afrika'da kuraklığa yol açtı ve muhtemelen
sapiens'ler dahil, birçok insan türünü orada, daha küçük ve daha
yalıtılmış gruplar içerisinde yaşamını sürdürmeye zorladı. 150.000
yıl öncesinde, bugün bildiğimiz anlamda konuşma için gerekli tüm
fiziksel özelliklere sahip olan anatomik bakımdan modern insanlar,
KONUŞAN MAYMUNLAR 47

hem Afrika' da hem de belki Ortadoğu'da ortaya çıkıyordu. Ortado­


ğu'da Neandertal grupları ile sapiens'ler arasında ilk temaslar muh­
temelen kurulmuştu. 1 20.000 yıl öncesine gelindiğinde, Avrupa'yı
kaplayan buzul tabakası erimiş, bir kez daha uygun koşullar doğ­
muş ve bizimle özdeş olan modern Homo sapiens ortaya çıkmıştı.
Modern Homo sapiens'e ait en eski kemikler bu tarihten kalmadır.
Söz konusu Homo sapiens kalıntıları hem Afrika'nın güneyinde hem
de Etiyopya'da bulunmuştur ve modern insanın ayırt edici özellikle­
rini gösterir: yüksek düz alınlar -alnın başladığı yerde çıkıntı hemen
hemen yoktur- ve çıkıntılı çeneler. Başka hiçbir yerde böylesi erken,
kesin olarak modern sapiens fosilleri gün yüzüne çıkmamıştır.
Birçok uzman, Homo sapiens'in Afrika kökenli olduğuna ina­
nır. "Afrika' dan göç teorisi" modern insanların başka bir yerden
daha çok Afrika'da yaşadığını gösteren mitokondriyal DNA -yal­
nızca dişilerden geçebilecek genetik maddeler- kanıtına dayanır. 1 6
Ayrıca bu teori, modern sapiens özelliklerine sahip en eski iskelet
fosillerinin Afrika kaynaklı olduğuna dikkat çeker. Bununla birlik­
te, modern insanların çeşitli bölgelerde Homo erectus öncellerin­
den evrimleştiğini savunan "çok-bölgelilik" teorisi adı verilen bir
rakip teori de vardır: Mesela, Avustralya yerlileri, özgül erectus
özelliklerini korumuşlardır. 1 7 Bu ikinci teoriyi kabul edenler, ilk
topluluklar arasında sürekli bir gen değişimi olduğuna inanırlar.
Söz konusu uzmanlar, "Afrika'dan Göç Teorisi"nin dişi-temelli
mitokondriyal DNA kanıtlarının yeterli olmadığını öne sürerler.
Onlara göre, binyıllar boyunca gezen, alışveriş yapan ve besin
sağlayan erkek rolünün ne kadar önemli olduğu göz ardı edilerek
bu kanıtlar kullanılamaz. Ama insan toplulukları arasında mtD­
NA'nın Y erkek kromozomu ile yapılan en son dağılımsal karşı­
laştırılması, tarih boyunca kadınların erkeklerden sekiz kat daha
fazla göç ettiğini ortaya koymuştur.
Her iki teori de bizim erken insan dillerini kavrayışımızı etkiliyor.
Eğer "Afrika'dan Göç Teorisi" doğru ise, o zaman dünyanın mevcut
tüm dil ailelerinin kökeni, görece yeni Afrika dillerinde bulunur. Eğer
"çok-bölgelilik" teorisi doğru ise, o zaman bu dil aileleri daha eski­
dir ve en azından bir milyon yıla yayılan bir karmaşık gelişim süreci
48 DiLiN TARiHİ

söz konusudur. Ayrıca iki yaklaşımı uzlaştıran bir teori de vardır:


Batı Avrupa gibi bazı bölgelerde, yerli Neandertal'ler tamamen ya
da neredeyse tamamen yok olup yerlerini sapiens'ler almıştır, oysa
Uzakdoğu gibi başka bölgelerde ilk hominid türleri arasında bir şe­
kilde gen akışı olmuştur. Belki de, örneğin büyük dil ailelerini araştı­
rırken bu uzlaşma teorisini dikkate almak gerekir (bkz. Şekil 2).
Son genetik analizler, en azından Avrupalıların büyük çoğun­
luğunun aşağı yukarı 50.000 yıl önce, Yukarı Paleolitik Çağ'ın
başlangıcında Ortadoğu'dan Avrupa'ya göç eden avcı-toplayıcı ilk
modern insanların soyundan geldikleri konusunda kuşkuya pek
yer bırakmamaktadır. O zamandan beri genetik soyaçekim Avru­
pa' da hayli sabit kalmıştır. 1 8
Afrika'daki Klasies Nehri ağzında 120.000-60.000 yıl öncesi
dönemde Homo sapiens'lerin yaşadığı bir mağara bulunmaktadır.
Bu modern insanlar mızraklarla büyük mandaları öldürebilmek­
teydiler. Bu insanların ev hayatları karmaşıktı. Burada bulunan
kırmızı toprak 'boyalar,' renkleri simgesel olarak kullanmış olabi­
leceklerini göstermektedir. Aletlerinin yelpazesi, komşu kabilelerle
ticaret amacıyla özel aletlerin üretildiğini ortaya koymaktadır. Bu
erken sapiens'ler, resim ve müzik yaparlar ve ölülerini ritüel dü­
zenleyerek hediyelerle birlikte gömerlerdi. Bu, daimi yerleşik ha­
yat yaşayan küçük ve karmaşık bir toplumdu. Modern toplum ve
teknoloji hakkındaki bilgimiz kadar zengin ve karmaşık bir doğa
ve av bilgisine sahiptiler. Günümüzde kullandığımız dile çok ben­
zeyen bir dil kullanmış olmalılar.
40.000-35.000 yıl önce sapiens grupları Kuzey Avustralya'ya
ulaşmışlardı. Burada yaşadıkları yerlerin taş duvarları üzerinde süs­
lemeler ya da semboller yapmışlardı. Eski Dünya'daki sapiens'ler,
yerleşik erectus ve Neandertal'lerin yerini almış ve/veya onları yut­
muştur, eşzamanlı olarak başlayan ve 1 1 .000 yıl öncesine kadar
devam eden 'kültürel patlama' yaşamışlardır: Kendilerini, hayvan­
ları, sembolleri, hatta belki de zamanın geçişini (kameri takvim) ke­
mikte, fildişinde, taşta ve ağaçta gösteren el sanatları üretimi; çeşitli
olağanüstü resimlerle (Lascaux, Chauvet mağaraları gibi) mağara
duvarlarını, düz taşları, yuvarlak kemikleri ve geniş kaya parçala-
KONUŞAN MAYMUNLAR 49

rını boyama, oyma ya da biçimlendirme; tutacak ve sap gibi yeni


aletlerin keşfi; kavallar, davullar ve telli aletler yapma. Artık eklem­
lemeli dil -ve bu dilin mümkün kıldığı simgesel düşünme- kuşku­
suz, bugün kullandığımız tüm durumlarda kullanılıyordu ve ho­
minidler artık 'konuşan maymun' değil, 'simge kullanan maymun'
idiler. Artık hayat kas gücüne değil, beyin gücüne dayanıyordu.
İnsanlık, tutacak ve kulplar kullanarak Doğa'yla ilişkisini de­
ğiştirmişti.
Australopithecus Jestler, sesler (hırıltılar, çığlıklar,
(4, 1 milyon yıl önce) iniltiler vb.)

Homo Habilis Jestler, sesler (hırıltılar, çığlıklar,


(2,4 milyon yıl önce) iniltiler vb . )

Homo Erectus Yaklaşık 1 milyon yıl öncesine kadar


(2 milyon yıl önce) şart cümleleri dahil, muhtemelen
kısa ifadeler.

(Erectustan iki temel grup


doğduğu anlaşılmaktadır.)

1. Homo Neanderthalensis karmaşık cümleler muhtemelen


(3 00.000'den 3 0. 000 yıl karmaşık düşünce süreçleri mümkün
öncesine kadar) kılıyordu; bu sayede konuşma
temelli toplumlar ortaya çıkmıştı;
fakat [i], [a] ve [u] sesleri bu tür
tarafından telaffuz edilemiyordu.

2. Homo Sapiens karmaşık cümleler karmaşık


(300.000 yıl önce) düşünce süreçlerini mümkün
kılar; bu sayede konuşma temelli
toplumları ortaya çıkmıştır.

modern insanlar günümüzde bildiğimiz anlamda


( 1 50.000 yıl önce) konuşma için gerekli tüm fiziksel
özellikler, 1 50.000 yıl önce
mevcuttur.
2 İnsan dilinin olası evrimi.
50 DİLİN TARİHİ

Bir Ursprache, yani tek bir 'köken dil' hiçbir zaman olmamıştır.
Ama en erken hominidler arasında bir tür dil kapasitesi mevcuttu.
İnsanlar, dili olmayan varlıklardan evrimleştiler ve bu sebeple, jest
yapma gibi başka işlevleri yöneten beyin alanları, bu yeni işlevi,
yani dil işlevini üstlendi. (Şempanzelerin ses çıkarmak için kullan­
dıkları beyin merkezlerinin, insanlarda kullanılanlar olmadığını
ekleyelim. ) Dil, bu daha ilkel beyin sistemlerine eklendi, ayrıca bu
sistemlerle parazitik bir ilişkide görünmektedir.
İnsan sözlü dili, yüz binlerce yıl boyunca, insan beyni ve konuş­
ma organlarının gelişmesiyle eşzamanlı olarak evrim geçirmiştir.
İnsan beyni kendi kapasitesini arttıkça, konuşma daha açık seçik
hale geldi, kimyasal iletişime ve vücut diline bağımlılık azaldı. Bu
da, özel konuşma organlarının evrimle gelişmesi sonucunu doğur­
du. Söz konusu organlar, böylece ortaya çıkan karmaşık topluma
uyum sağlanması için beyin kapasitesinin daha da artmasını gerek­
li kılıyordu. Neden-sonuç ilişkisi iki yönlüydü. Bu işlevler birbir­
lerini kapalı, dinamik ve sinerjik bir sistem içinde besledi. Evrim
sonucu, ilkel düşünce ve seslerin yerini sofistike düşünce ve anlaşı­
lır konuşma aldı. Modern insan dilinin bu şekilde evrim geçirmeye
devam ettiği anlaşılmaktadır. İlksel (primordial) kimyasal sinyaller
ve vücut işaretleri artık eşik-altı algısına indirgenmiştir.
Bizimki dahil olmak üzere tüm hominidlerin sosyal sisteminin
temeli gerçekten de maymun sosyal sistemi olabilir, fakat yalnızca
insan türü, sözlü dili geliştirmiş ve neredeyse tamamen bu dile da­
yalı bir kültür oluşturmuştur. Yaklaşık bir milyon yıl önce, Homo
erectus'ların kullandığı ilkel insan dili, denizi geçmek gibi işbirli­
ğiyle yapılan büyük projeleri için bir tür sosyal planlama ve örgüt­
lenmeyi mümkün kılıyordu. Oysa büyük maymun grupları böyle
bir işi asla beceremezler. Muhtemelen daha incelikli sesler çıkara­
bilen geç erectus'lar, görece yerleşik bir hayat sürdükleri köylerde
yaşamaya başladılar, teknoloji ürettiler, ritüeller ve gelişmiş avlan­
ma stratejileri oluşturdular. Belki de yarım milyon yıl önce, Homo
erectus'lar sembolik düşünceyi ve anlaşılır konuşmayı kullanıyor,
konuşmaları, nispeten karmaşık sözdizime ve ilk dil evrensellerine
dayanıyordu. Bu beceri, Neandertal'ler ve Homo sapiens'ler tara-
KONUŞAN MAYMUNLAR 51

fından miras alındı ve/veya -çok farklı şekillerde- daha da gelişti­


rildi. Bugün anladığımız anlamda, modern insana özgü düşünce ve
dil kullanımı, nihayet Homo sapiens'lerde yaklaşık 35.000 yıl önce
ortaya çıktı, belki de bu tarih daha da eskilere gider.
Eklemlemeli dilin uzun evrim süreci içerisinde, çeşitli insan
toplulukları gelişip yok olmuştur. Savaşlar, hastalıklar, kazalar ve
iklim değişiklikleri bunda etkili olmuştu. Binlerce ve binlerce dil ai­
lesi doğmuş, iz bırakmadan silinip gitmiştir. Ticaret, dışevlilik (eg­
zogami), göç, savaş ya da hakimiyet altına alma gibi çeşitli neden­
lerle komşu olan ve olmayan gruplarla kurulan temaslar, gitgide
daha büyük insan topluluklarının dillerini değiştirmiştir. Bu top­
lulukların teknolojik gelişmeleri ve yeni ulaşım biçimleri de kendi
değişim dinamiklerini yaratmıştır. Binlerce yıl sürmüş olabilecek
dilde denge dönemleri boyunca, prototip diller çeşitli dillerin iç içe
geçmesiyle oluşmuştur. Ardından bu dönemler birden sona ermiş,
aile ağaçlarıyla dil aileleri doğmuştur. 1 9 Belki de bugün konuştu­
ğumuz dilleri oluşturan zaman dilimi, çok uzun süre devam eden
dilsel dengeler ve bunların birden sona erip dil ailelerinin doğması
şeklinde kendini gösteren, tekrarlanan süreçlerle doludur.
Eklemlemeli dil tam olarak ortaya çıktığında, Homo sapiens
grupları, 3 0-40 kilometre yarıçaplı özerk bölgelerde hüküm sü­
rüyorlardı, yakın komşuları ise belki de 40-60 kilometre uzakta
yaşıyordu. Grup üyeleri, bu komşularıyla ticaret yapıyorlar ve ev­
leniyorlardı. Kız alıp vermenin ve eşya değiş tokuşunun yanı sıra,
sözcükler, ibareler, hikayeler ve farklı telaffuzlar da aktarılıyordu.
Birbirlerine yakın lehçeler, yüzyıllar süren uzun ayrılık dönemleri­
nin sonunda özerk diller haline geldiler. Ayrı diller birleşip melez
diller oluşturdular. Daha sonra bu dillerin kelime hazinesi, sözdi­
zimi ve fonolojileri değişti, ardından yerlerini diğer hakim ya da
nüfuzlu dillere bıraktılar. Bölgesel yayılma ve içsel adaptasyon so­
nucunda, akraba ailelerden ya da yakın dillerden neredeyse ayırt
edilemeyen yeni dil aileleri ortaya çıktı. Bu diller, göç veya başka
nedenlerle daha sonra daha büyük dil ailelerini doğurmuştur. Bu
dilleri konuşan topluluklar, iklim değişiklikleri, hırs ya da yolculuk
yapma tutkusunun bir sonucu olarak diğer alanlara yayıldılar ya
52 DİLİN TARİHİ

da hakim oldular. Böylece, yerleşik toplulukların yerli dillerinin


yerini bu davetsiz misafir azınlığın dili aldı.
Yaklaşık 14.000 yıl öncesine gelindiğinde, evrim sürecinde ha­
yatta kalan tek tür olan Homo sapiens, İskoçya'nın Orkney Ada­
ları'ndan Tasmanya'ya ve Alaska'dan Tierra del Fuego'ya kadar
uzanan bölgede yüzlerce dil ailesine mensup binlerce dil konuşu­
yordu. Ortadoğu'daki ve başka bölgelerdeki modern insanların
pek çoğu, o sıralar ağzı çakmaktaşıyla biçimlendirilmiş kemikten
orakları kullanarak yabani buğdayı, yulafı ve arpayı hasat edi­
yordu.
Bundan kısa bir süre sonra, yaklaşık 1 2.000 yıl önce, yeniden
daha sıcak bir iklim kendini gösterdi. Bu sıcak iklim, daha faz­
la yağmur yağmasına neden oldu. Artan yağmurlar da son buzul
tabakasının yeniden kutuplara doğru çekilmesini sağladı. Dün­
yadaki okyanuslar, dramatik bir biçimde oluştu ve eski insanları
sonsuza dek ayırdı. Belki daha da önemlisi, ısınan iklim sayesinde
mutasyon geçirmiş bir tahıl biçiminin (yabani buğdayın doğal keçi
otu ile karışımından oluşan verimli bir melez tahıl) ortaya çıka­
rılması ve tohumları rüzgarda doğal olarak dağılmış 28 kromo­
zomlu nişasta buğdayın ( Triticum dicoccum) üretilmesidir. Bunu
biyolojik bir devrim izledi. Hem Eski hem de Yeni Dünya'da, çok
değişik bölgelerden gelen modern insanlar artık belli bir yerde ekip
biçebiliyorlardı. İnsanlar ilk defa, ıslah edilmiş buğday ve arpa ye­
tiştirmeye, koyun ve keçi evcilleştirmeye ve kalıcı çiftçilik grupları
oluşturmaya başladılar. Çiftçilik, binlerce yıllık bir süreçten sonra
bahçecilikten tarıma evrimleşti ve insan topluluklarının çoğu için
(tümü için değil) temel geçim aracı haline geldi. İnsan toplulukları
giderek daha fazla artı üretimde bulundu, ıslah etti ve yetiştirdi.
Toplumsal karmaşıklık arttı. İnsanlar nesiller boyunca bir yerde
yerleşik kaldılar. İlk kerpiç kasabalar ortaya çıktı. Bölgesel diller,
daha etkili hale geldi ve yabancı topraklarda belirli bir coğrafi böl­
genin 'dili' olarak kabul edildiler.
İnsan dili, artık toprağa bağlıydı.
111

İ lk Ai leler

Amerika'nın önde gelen bir dilbilimcisi, yalnızca bir nesil önce,


Hindistan'daki Hinduların klasik dili olan Sanskritçenin kökeni­
nin Meksika yerlilerinin büyük imparatorluğunun dili olan Aztekçe
(klasik Nahuatl) ile ilişkili olduğu tezini ciddi olarak ortaya atmış­
tır. 1 Son Buzul Çağı sona ermeden önce (günümüzden 1 O .000 yıl­
dan uzun bir süre önce) konuşulan eski bir köken dilden geldiğine
inandığı 'ilgili' sözcüklerdeki uyumlu ses değişikliklerini bu ilişki­
nin kanıtı olarak sunmuştu. Ama yeryüzündeki kadim dillerin iliş­
kilerine dair bu ve benzeri iddialar, bugün hem gerçek bilime hem
de sağduyuya aykırı sayılmaktadır. Dillerin gerçek tarihi, bugüne
kadar tahmin edilenden çok daha karmaşıktır. Dünyanın ilk dil ai­
lelerini tespit etmek için huninin geniş ucundan değil, dar ucundan
bakılmalıdır. Bu durumda bile 'ilk,' olsa olsa bir metafordur.
Dil aileleri, kökenleri bakımından ilişkili dillerin oluşturduğu
gruplardır. Yani, ortak ataları olan bu diller, yapı ve anlam bakı­
mından, rastlantıyla ya da başka dillerden alınan unsurlarla açık­
lanamayacak sistematik benzerlikler gösterirler. Diller arasında
benzerliği yaratan üç etken vardır: kökensel paylaşım, alansal da-
54 DİLİN TARiHi

ğılım ve tesadüfi tipolojik ortaklık. 'Aile ağaçları' yalnızca köken­


sel paylaşıma dayanır. İlintili özelliklerin nicelik ve niteliği, ortak
ata dilden söz konusu dillerin ayrılmasından itibaren geçen süreye
göre değişir. 2 Tarihsel dilbilim disiplini, dilleri (basit bir şekilde
dillerin tarihini anlamaktan ziyade) 'yeniden inşa etmek' için be­
lirli teknikler sağlamaktadır. Bu teknikler sayesinde, başka diller­
den alınmış öğeler, dil özelliklerinin eskiliğinin kanıtı olan miras
alınmış öğelerden ayırt edilir. Böylece kadim bir ortak kaynaktan
gelen paylaşılan özellikler belirlenir. 3 Sonuç olarak bu süreç, dilin
ya da bütün bir dil ailesinin, kelimelerdeki ve gramatik öğelerdeki
benzerlikler ve farklılıklar temelinde 'sınıflandırılması'na olanak
sağlar.
İki tür dilbilimsel sınıflandırma vardır: yapı bakımından ve kö­
ken bakımından. Diller köken bakımından ayırt edici özellikleri
temelinde sınıflandırılır. Bu özelliklere dayanarak dilbilimsel olgu
türlerinden belirli kategoriler yaratılır. Örneğin bir dil, Mandarin
Çincesi gibi tek heceli olabilir. Tek heceli diller, her sözcüğü bir
modemden ('kuş' ya da 'kaş' gibi dilin anlamlı en küçük birimi)
oluşan dillerdir. Bir dil bükümlü de olabilir. Bükümlü dillerde, bir
sözcük içerisinde çok sayıda morfem bulunabilir, fakat bunların
sınırları tam olarak belli değildir. Sözcükleri çeşitli hükümlere uğ­
rayan Latince böyle bir dildir: Örneğin 'vücut' anlamına gelen cor­
pus, sözcüğün cümle içerisinde kullanılışına bağlı olarak corporis,
corpori ve corpore biçimini de alabilir. Bu, 'çekim' olarak adlan­
dırılır ve bükümlü diller aynı zamanda çekimli diller olarak da bi­
linir. Üçüncü bir dil türü ise eklemli dillerdir. Eklemeli dillerde, bir
sözcük bağımsız (yani kendi başına olan İngilizce 'drive' gibi) ya
da bağımlı ('driver' sözcüğünde yer alan ve kendi başına bir anlam
ifade etmeyen '-r' gibi) pek çok morfem içerebilir. Türkçe, tüm ek­
lemeli diller gibi, kelime kökleri ile kelime ekleri belirgin bir dildir,
dolayısıyla modemler arasındaki sınırlar kolayca belirlenebilir. Ne
yazık ki, bu tarzdaki yapısal sınıflandırmalar bize doğrudan tarih­
sel bilgi vermez. Yapı bakımından sınıflandırmada esas olan, diller
arasındaki ilişkisel benzerliktir, tarihsel geçmişlerine dayanan ben­
zerlikler değildir.
İLK AİLELER 55

Köken bakımından sınıflandırmada, diller arasında kökenlerine


ve ilişkilerine dayanarak bağ kurulmaya çalışır. Akraba diller, bir
dil aile içindeki dillerle ve alt-gruplarla mukayese edilir. Örneğin
Germen ve Roman dilleri Hint-Avrupa dil ailesinin bir parçasıdır,
Fransızca ve İtalyanca da Roman dilleri alt-grubuna mensuptur.
Böylece köken sınıflandırması, özellikle sözcük dağarcığına değil,
gramer biçimlerine ve paradigmalara dayandığı zaman, bize doğ­
rudan tarihsel bilgi sağlayabilmektedir. Dolayısıyla bu yaklaşım,
görece yakın zaman dil tarihini anlamak açısından en verimli yak­
laşımdır.
Bazı diller, benzersiz coğrafi ve teknolojik koşullardan dolayı
yeni bir dil doğurmaz, fakat bu dilleri konuşanlar sayıca artar, do­
layısıyla bir dil ailesi, 'aile dili' özelliğini kazanan tek bir dilden
oluşur. Coğrafya, eski Mısır dilinin buna bir örnek haline gelme­
sine yol açtı ve Mısır dilinden türemiş diller yalnızca artzamanlı­
dır (tarih içinde Mısır dilinin yok olmasından sonra oluşmuştur) .
İngilizce de modern teknolojinin yol açtığı küresel iletişimden do­
layı, benzer potansiyeli taşımaktadır. Başka diller, uygun koşullar
altında yayılır -yani akraba diller doğurur- sonra, uygun olmayan
koşullar altında daralır (yani çok az sayıda akraba dil kalır). Bu,
Kelt dil ailesinin başına gelmiştir.
Bir dil genellikle, uygun koşullar altında, 2000 yıl içersinde, ya­
şayan 8-15 akraba dil doğurur -Batı Germen, Roman ve Doğu Po­
linezya dilleri buna birer örnektir. Ama 'uygun koşullar' tanımla­
ması görelidir. Gözlemlenen bu olguyu, dil ailelerinin geçmişlerinin
ne zamana kadar uzandığını ölçmek için genel kural olarak kullan­
mak için hiçbir haklı gerekçe yoktur. Yani, 1 00 civarında akraba
dilden oluşan daha geniş dil ailesinin (Hint-Avrupa gibi) 6000 yıl­
lık olabileceğini ya da 1 000 ya da daha fazla akraba dilden oluşan
bir üst ailenin (varsayılan 'Nijer-Kongo' ya da Avustronezya dili)
10.000 yıllık olabileceği düşünmek için bir sebep yoktur. Çok az
sayıda kontrol parametresi ve çok sayıda çelişen olgu nedeniyle
bu konuda kesinliğe ulaşmak imkansızdır. Gerçekten, eğer dünya
dillerinin ilksel kaynakları araştırılırsa, bu kaynaklar bugünkü üst
ailelerin periferisinde yer alan küçük, marjinalleşmiş, izole dillerde
56 DİLİN TARİHİ

bulunabilir (örneğin Bask dili gibi benzersiz, sınıflandırılamayan


diller) . Bu diller belki de bölgelerinin en yaygın şekilde konuşulan
dilleri arasındaydılar ve görece yakın tarihlerde başka diller söz
konusu bölgeleri istila edince güçlerini kaybettiler.
Bu ve başka sebeplerden dolayı, paleolitik dönemi inceleyen
dilbilimciler artık hayali bir 'ilk dil' keşfetmek için çaba harca­
mıyorlar, bunun yerine eskiden mevcut olan çok sayıda dilin kar­
maşıklığını anlamaya çalışıyorlar. Dünyanın her kıtasında, derin
zaman uçurumuyla iyice silikleşen kadim bir dil örneği hayatta
kalmıştır. Son zamanlarda yapılan yenilikçi bir çalışma, tek tek
dillerin evriminden ziyade, dil gruplarının ana niteliklerinin ana­
lizleri üzerinde yoğunlaşmıştır.4 Bu çalışmada, kıtaların her birinde
1 74 dillik bir örneklemin özelliklerinin dağılımları ve istatistiksel
sıklıkları tanımlanmıştır. Araştırmanın sonucunda, 1 00.000 yıl­
dan uzun bir süre önce gerçekleşen Afrika göçümüzden itibaren
Homo sapiens'lerin üç aşamalı bir süreçle dünyaya yayıldığı sap­
tanmıştır. Afrika'dan göçten herhangi bir dilsel özellik günümüze
ulaşmamıştır (tabii burada 'tek bir ilk göç' olduğu varsayımında
bulunuluyor). İkinci göç Homo sapiens'lerin Amerika kıtasına
60.000-30.000 yıl önce yaptıkları göçtü; Sahul dillerinin (Tasman­
ya, Avustralya ve Papua dilleri) Avustralya bölgesine girişi de bu
dönemdedir. Nihayet, Buzul Çağı sonrası devirlerde büyük kar­
maşık toplumlar ortaya çıktı ve giderek daha büyük ekonomik ve
politik güç merkezleri oluştu. Bu büyük ekonomik ve politik güç
merkezleri dilsel çeşitliliği büyük ölçüde ortadan kaldırdı.
Bununla birlikte, 1 00.000 yıl gibi uzun bir süre boyunca yakın
diller ve dil aileleri arasında ortaya çıkmış olan benzerlikler, sürekli
değişimle tamamen ortadan kalktı. 5 Çin-Tibet dili gibi proto-dille­
rin, muhtemelen 1 0 .000 yıldan eski oldukları düşünülmektedir, en
az 6000 yıl önce mevcut oldukları ise kesindir. Çok yakın zamanda
oluşan dil aileleri hakkında bile gerçekten çok az şey bilinmektedir.
Paleolitik dönemi inceleyen dilbilimciler, görece erken dönemlere
ait yazılı belgeler sayesinde Hint-Avrupa, Çin ve Sami dilleri hak­
kında etkileyici bir bilgiye sahiptirler. Avustronezya ve varsayılan
'Nijer-Kongo' gibi başka dil ailelerinin erken tarihi, kesin bilgiler
İLK AİLELER 57

sağlamaktan görece uzak ve yapay bir yöntemle, yani dillerin ye­


niden inşasıyla oluşturulmak zorunda. Bu yapay yöntemle, belki
hiçbir zaman mevcut olmamış bir dil "yeniden yaratılır" . Ne yazık
ki, proto-aile (ya da makro-aile) çalışmalarının büyük bir çoğunlu­
ğunda, aile uyumuna bakılmaksızın dil tarihinin teorik 'aile ağaç­
ları' modeli basitçe daha da geriye götürülerek uygulanır, böylece
kadim geçmişe ait dil ağaçları yaratılır, belki de hiçbir zaman ol­
mamış ilişkiler kurgulanır.

YIL O

Potor dili konuşan küçük bir grup,


nehir aşarak göç eder, zamanla dille­
rindeki bütün "p" seslerini "f" olarak
değiştirip son "r" seslerini düşürürler:
Bu göçmenler artık kendilerini 'Foto'
olarak adlandırırlar.

YIL 1 000

Dağ aşırı göçler meydana gelir. Yeni


içsel değişimler yaşanır.
HOD

YIL 2000

İç değişimler ve göçlerin bir sonucu


olarak nüfusun çoğalmasıyla, çeşitli dil
kollarını kapsayan büyük bir Potorik
dil ailesi doğar.

3 Dil ailelerinin ortaya çıkışı ('Potor' olarak adlandırılan hayali bir insan grubunda).
58 DİLİN TARİHİ

Son Buzul Çağı'nın sonunda, iklimin ısınması ve okyanusların


ortaya çıkmasıyla birlikte, insan toplulukları -o sıralarda toplam
insan nüfusunun yaklaşık on milyon olduğu tahmin edilmektedir­
yeniden göç hareketlerine girişmiş, böylece uzun bir sosyal ve dilsel
değişim bir dönemi başlamıştır (Şekil 3 ) . İlkel tarıma yönelik izole
girişimler sayesinde insan nüfusu büyük bir hızla artmıştır. Bu, dil­
lerin ilişkileri üzerine akıl yürütülebilecek en erken dönemdir, yani
'ilk aileler' çağıdır.

Afrika Dilleri

Dilbilimciler, ancak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, yerli Afri­


ka dillerinin hepsini kapsayan bir sınıflandırma girişiminde bulu­
nabildiler. 6 O zamandan beri çok önemli ilerlemeler kaydedildi. 7
Bazı dilbilimciler tarafından dünyanın 'büyük dil aile'lerinden biri
olduğu sürülen 'Nijer-Kongo' dil ailesi, ortak özelliklerin istatis­
tiksel bir gruplandırılmasıyla oluşturulmuştur. Bu varsayılan Ni­
jer-Kongo dil ailesinin bin özerk dilden oluştuğu iddia ediliyor. Bu
diller aşağı yukarı eşit bir şekilde iki büyük kola ayrılmıştır. Bu
kolları belki de 'üst aileler' (eğer böyle bir şey varsa) olarak adlan­
dırmak gerekir: Atlantik-Kongo ve Volta-Kongo. Bugünkü bilgi­
lerimizle, çok uzak bir geçmişe ait olan 'Nijer-Kongo' dil ailesinin
varlığını ispatlanamamaktadır.
Varsayılan 'Nijer-Kongo' ailesinden ilişkisiz bir aile de Afri­
ka'nın Nil-Sahra ailesidir. Nil-Sahra dil ailesinin 1 1 kolunun her
birinde 2 ile 96 arasında değişen sayıda dil bulunur. İlişkisiz üçün­
cü aile olan Khoisan dil ailesinin 35 dili, Güney Afrika'daki dillerin
ikisi hariç hepsini kapsamaktadır. Eğer bu dil grupları (Nijer-Kon­
go, Nil-Sahra ve Khoisan) gerçekten mevcutsa ve Afrika dilleri ara­
sında ilişkiler yayılma sonucu doğan benzerliklerden ibaret değilse,
bunların herhangi biri, 1 0.000 yıl öncesi kadar erken bir tarihte
konuşulan özerk bir proto-dil olabilir.
Homo sapiens türünün yarım milyon yıllık evrimine tanıklık
eden Afrika'nın tarihi öyle derindir ki, bu kıranın neredeyse tüm
kadim dil ailelerinin en küçük bir iz bırakmadan yok olduğu düşü-
İLK AİLELER 59

nülebilir. Tarihteki Afrika dillerinin yalnızca küçük bir kısmı bugü­


ne gelmiştir ve bunlar da sadece en son oluşan dillerin devamıdır.
Çok sayıda sınıflandırılmamış Afrika dili vardır. Bunlar arasında,
Togo'daki Anlo, Nijerya'daki Bete, Moritanya'daki İmeraguen ve
1 6 dil daha bulunmaktadır. Bu dillerin her biri, binlerce yıl önce
konuşulan geniş bir dil ailesinin kalıntısı olabilir.

Afro-Asya Dilleri

Afrika'nın kuzey bölgelerinde -görece yakın zamandaki çölleş­


meden çok uzun süre önce- 1 0.000 yıl önce hüküm süren verimli
iklim ve doğa koşulları, çok sayıda eski dilin kaynağı olan eski bir
topluluğun burada yaşadığını düşündürmektedir. Şimdiye kadar,
371 bağımsız Afro-Asya dili, altı bağımsız aile olarak saptanmıştır:
Berberi dilleri (29 dil), Çad dilleri ( 1 92), Kuşitik diller (47), Mısır
dili ( 1 ), Etiyopya'nın Omotik dilleri (28) ve Sami dilleri ( 73 ) ( Şekil
4 ). Diğer dillere nazaran sayısı şaşırtıcı derecede yüksek olan Çad

/ SAMİ
I BERBERİ
1
ÇAD
\"--�" SAMI
OMOTIC )

'V
4 Afro-Asya dil aileleri.
60 DİLİN TARİHİ

dilleri, son Buzul Çağı'nın sonundaki büyük göçlerden önce, artık


yerini büyük çöllere bırakmış olan Kuzey Afrika'nın orta bölge­
lerinde konuşuluyordu. Daha küçük aileler belki de bu önemli ve
çok eski üst ailenin kökenine işaret etmektedir.
Nispeten daha fazla bilgi sahibi olduğumuz Afro-Asya dille­
rinden biri olan Mısır dili, yazılı kayıtları aşağı yukarı 5400 yıl
öncesine dayanan bir 'aile dili'dir. Mısır dili, benzersiz coğrafi
koşullardan dolayı hiçbir zaman eşzamanlı diller doğurmamıştır,
bu dilden yalnızca artzamanlı tek tek diller doğmuştur. Sami dil
ailesi de Mısır dili gibi, çok erken bir tarihte (belki de 8000 yıl
önce), muhtemelen Proto-Afro-Asya dillerinden ayrılmıştır. Sami
dil ailesi, Doğu Sami ailesi (yaklaşık 4500 yıl öncesine ait çivi
yazılı tabletleri günümüze kalmış olan Babillilerin Akkad dili bu
ailenin tek temsilcisidir) ve Batı Sami ailesi olarak ikiye bölün­
müştür. Batı Sami ailesinden daha sonra Aramca-Kenanice (Feni­
kece, İbranice) ve Arapça-Etiyopyaca doğmuştur. Sami dilleri ile
çok erken tarihteki Hint-Avrupa dilleri arasında bağlantı kuran,
son zamanlarda ortaya atılan teoriler dilbilimciler arasında genel
kabul görmemiştir. 8 Berberi dilleri, binlerce yıl Akdeniz'in güney
kıyılarının büyük kısmında hakim oldu; eski Mısır, Doğu Akde­
niz ve Ege'yle ilişkili olan Libya platolarında ve Girit'e en yakın
Putaya'da (Libya) yaşayan gruplar gibi güçlü ve nüfuzlu toplum­
larca kullanılmıştır.
Afro-Asya dil ailesine mensup Doğu Sami ailesi, yaklaşık 5000
yıl önce kendi dinamikleriyle doğuya doğru yayılarak Eski Orta­
doğu'da konuşulan daha da eski bir olan Sümercenin yerini almış­
tır. Aşağı Mezopotamya'da ( bugünkü Güneydoğu Irak'ta) 6000
yıldan uzun zaman önce konuşulan ve 5 1 00 yıl öncesi gibi erken
bir tarihte yazılı hale gelen Sümercenin, başka herhangi bir dille
ilişkisi olmadığı anlaşılmaktadır. Öyle görünüyor ki Sümerler, is­
tila ettikleri bu bölgede daha uygar insanlarla karşılaşmış ve şehir
ve meslek adlarını bu toplumun dilinden almışlardır. Hipotetik bir
" Sümer, Ural-Altay ve Macar üst ailesi" ile ilgili son zamanlarda
ortaya atılan iddialar, dilbilimcilerin büyük bir çoğunluğu tarafın­
dan kabul görmemektedir.
İLK AİLELER 61

Asya Dilleri

Asya da tıpkı Afrika gibi, bugün dünyanın en karmaşık dil


manzaralarından birini temsil etmektedir. Erken bir Homo türü,
Asya'da iki milyon yıl öncesi gibi eski bir tarihten itibaren evrim
geçirmiş, daha sonra bu türün yerini önce Homo erectus, ardın­
dan da Homo sapiens almıştır. Belli başlı pek çok dil ailesinin en
yakın ya da nihai kaynağının Asya olduğu göz önüne alınırsa,
birçok Asya dil ailesinin son Buzul Çağı'nda etkili olduğu varsa­
yılabilir. Bu dillerin birkaçı, belki de 30.000 yıl öncesi (bazılarına
göre 60.000 yıl öncesi) gibi erken bir tarihte Bering Boğazı'nı geçti
ve Amerika kıtasının ilk dilleri haline geldi. Binlerce yıl sonra,
dünyanın iklimi ısındığından, bu dillerin ardılları Asya'nın dört
bir köşesine ve başka bölgelere göç ettiler. Günümüzde bunlar,
Çin-Tibet, Altay, Ural, Kafkasya ve Paleo-Asyatik dil aileleri ola­
rak bilinmektedir.
Proto Çin-Tibet dili insanlık tarihinin en önemli dil ailelerinden
birini doğurmuştur. Proto Çin-Tibet dil ailesi, çok erken bir tarihte
(son buzullaşmadan belki de yalnızca iki ya da üç bin yıl sonra)
üç ana kola bölündü: Çince, Yenisey-Ostyak dilleri ve Tibet-Bur­
ma dilleri. Çince kolu bugün, dokuz dil ve birçok temel lehçeden
oluşmaktadır. Söz konusu dil ve lehçeleri kullananlar diğer dil ve
lehçeleri konuşanlarla anlaşamamaktadır. Çincenin başlıca dili,
Pekin ağzı temelli olan Mandarin Çince sidir (dört ana lehçesi var­
dır). Mandarin Çincesi, yeryüzünde en fazla insan tarafından ana
dil olarak konuşulan dildir. 9 (Mandarin Çincesinin üstünlüğü ka­
dim bir olgu değildir. Çince konuşanların, beş bin yıldan daha kısa
süre önce, Yangtze Deltası'na göç etmelerinin ardından, oradaki
bu deltadaki pirinç tarımının tarihte benzeri görülmemiş bir nü­
fus patlamasına yol açmasının bir sonucudur. ) Arkaik Çince, 3000
yıldan uzun bir süre önce yazı dili haline gelmişti. Yenisey-Ostyak
kolu, günümüzde Sibirya'nın kuzeyinde konuşulan dilleri kapsar.
Kuzey Sibirya'nın, Çin-Tibet ailesine mensup bütün dillerin kadim
anavatanı olduğu anlaşılmaktadır. Eski Tibet-Burma kolu, Tibet ve
Burma dilleri olmak üzere iki alt-kola ayrıldı.
62 DİLiN TARiHi

Yaklaşık 8500 yıl önce Yangtze Deltası'nda Pre-Çince konuşan


gruplar tarafından pirincin ıslah edilmesi, bu bölgede kültürlerin
gelişmesi olanağı yarattı. Söz konusu kültürler, Tai-Kadai, Mi­
ao-Yao, Avustro-Asyatik (çoğunlukla Mon-Khemer) ve Avustro­
nezya (aşağı bakınız) olmak üzere dört temel -ve belki de eskiden
bağlantılı- Güneydoğu Asya dil ailesini üretmiştir. Yaklaşık 5000
yıl öncesine gelindiğinde (tarihler kesin değil), bu diller, Kuzey Tay­
land'dan Hainan ve Tayvan adalarına kadar çok çeşitli etnik top­
luluklar tarafından kullanılarak Güneydoğu Asya'ya yayılmıştı. 1 0
Moğol dillerini ve Mançu-Tunguz dillerini (yani Türk dilleri­
ni) kapsayan Altay 'ailesi', köken bakımından değil, esasen yapısal
kriterler temelinde nispeten yakın tarihte yapılan bir sınıflandır­
madır. Sınıflandırma spekülatif kalmaktadır. Bugün Türk, Moğol
ve Tunguz dilleri arasındaki bütün benzerlikler, paylaşılan ortak
bir mirasın değil, coğrafi yayılmanın bir sonucu olarak görülmek­
tedir. Türk dilleri, Orta Asya' da yalnızca yaklaşık 4000 yıl önce ya
da biraz daha eski bir tarihte ortaya çıktı. Bu diller belki de doğ­
rudan Sibirya'nın Paleo-Asyatik bir dilinden ya da Paleo-Asyatik
dil ailesiyle ortak bir köken dilden türemiştir. (Birçok Türk dili
Sibirya'nın güneyinde hala konuşulmaktadır. ) Altay sınıflandırma­
sından daha spekülatif bir teori ise, Fin-Ugor dillerinin köken ba­
kımından bir şekilde Altay dilleriyle bağlantılı olduğu teorisidir. Bu
proto-dil ailesine kimi zaman 'Ural-Altay' adı verilmektedir.
Proto-Ural konusu daha az spekülatiftir. Yaklaşık 6000 yıl
önce, bu dili konuşanların Kuzeydoğu Avrupa'nın bir bölgesinde
yaşadıkları anlaşılmaktadır. 1 1 Çok erken tarihlerde, Samoyed ve
Fin-Ugor olmak üzere iki ana dil ailesine bölündüler. Uzakdoğu Si­
birya'nın Samoyedleri, muhtemelen Laponca ailesi, belki de 5000
yıl öncesi gibi erken bir tarihte Ural dil ailesinden ilk ayrılan kol
oldu. Yaklaşık 4000 yıl önce ortak bir dil olan Fin-Ugor dili, daha
sonra iki ayrı aileye bölündü: Fin dil ailesi (Baltık-Fin, Lapon, Vol­
ga-Fin dilleri, Perm ve Ugor dil ailelerinin kaynağı) ve Ugor dil
ailesi (Macar, Vogul ve Ostyak). 1 2 Bugün, Fince (4 milyon) ve Ma­
carca ( 1 3 milyon) hariç Ural ailesinden türemiş birçok dilin konu­
şanları sayıca azdır.
İLK AiLELER 63

Kafkas Dağları'nda ve civarındaki geniş ovalarda konuşulan


yaklaşık 40 adet Kafkas dili çok kadimdir (yani, herhangi bir baş­
ka dilin yerini almamışlardır). Çok erken bir dönemde, belki de
10.000 yıl önce, Kafkas dil ailesi, muhtemelen Buzul Çağı sonra­
sındaki ilk 'kitlesel göçlerden' birinin sonucu olarak üç ana kola
ayrıldı: Güney Kafkasya (tüm Kafkasya dillerinin en yaygını olup
5 milyon kişinin konuştuğu Gürcüce bu kola mensuptur), Batı
Kafkasya ve Doğu Kafkasya (sekiz alt-kolu olan bu dil kolunu ko­
nuşanlar, muhtemelen Proto-Kafkas dili konuşanların anavatanın­
da yaşıyorlardı).
Doğu Sibirya'nın Paleo-Asyatik dil aileleri hakkında çok az bil­
giye sahibiz. Bununla birlikte, en az 6000 yıl önce özerk dil grup­
ları olarak ortaya çıktıkları konusunda pek kuşku yoktur. Bugün
görece az sayıda kişi tarafından konuşul urlar. Bazı dilbilimciler Pa­
leo-Asyatik dilleri Yeni Dünya dilleriyle ilişkilendirme çalışmıştır,
ama iddiaları inandırıcı kanıttan yoksundur.
Ainu olarak adlandırılan ve kökeninin çok eskilere dayandığı
anlaşılan Japonya'nın yerli dili, bilinen hiçbir dille ya da yeniden
inşa edilmiş dil ailesiyle ilişkisi kurulamayan izole bir dildir. Ta­
mamen farklı bir dil olan Japonca, Ainu'yu son birkaç binyıldır
marjinalleştirmiştir (Ainu, bugün sadece Japonya'nın kuzey adası
Hokkaido'da konuşulmaktadır). Japoncanın, Korece ile birlikte,
çok spekülatif bir kurgu olan Ural-Altay dil ailesine mensup olduğu
zaman zaman ileri sürülür. Fakat bu iddia inandırıcı kanıttan yok­
sundur. Hem Japonca hem de Korece, son derece erken bir tarihte
kıta Asya'sından bugün konuşuldukları bölgelere göçle gelmiştir.
Japonca, Japonya'nın güneyindeki Ryukyu Adaları'nda konuşulan
Luchuan dilleri ( Okinawa dili) ile ortak bir köken dile sahiptir.

Amerikan Dilleri

30.000 yıl öncesi gibi erken bir tarihte Homo sapiens'in Ame­
rika'da bulunması ihtimali, bilimsel çevrelerde ancak son on yılda
ihtiyatlı bir kabul görmeye başlamıştır. Yeni Dünya'da böylesi er­
ken bir tarihte Homo sapiens'ler bulunduğu kabul edilirse, Afrika,
64 DİLİN TARİHİ

Asya ve Avrupa'daki dillerin karmaşıklığıyla boy ölçüşebilecek bir


dilsel manzara çok daha kolay açıklanabilir. Yeni Dünya dillerinin
yeryüzünün diğer bölgelerindeki diğer dillerle olan ilişkilerine dair
birçok hipotez ileri sürülmüştür. Ama biri hariç bu 'bağlantıların'
tümü temelsiz sayılıp reddedilmektedir: Yalnızca Amerika'nın Es­
kimo-Aleut dilleri ile Sibirya'nın en uç doğu noktasında konuşulan
Luoravetlan dilleri arasında kurulan ilişki, dikkate alınmaya değer
görünmektedir. Belki de bu ilişkinin kaynağı, Luoravetlan dillerini
konuşan grupların bu bölgeye sonradan göç etmesidir. 1 3 Amerika
kıtası dışındaki dillerle ilişkileri araştırılmadan önce, birbirinden
tamamen bağımsız 1 5 0 Amerikan dil ailesinin bulunduğu gerçeği­
ni göz önüne almak gerekir. 1 4
Böylesine karmaşık bir dil manzarası, Amerikan dillerinin bi­
çimsel sınıflandırmasına dayanarak bölgenin en erken yerleşimle­
rinin aydınlatılmasının pek mümkün olmadığını gösterir. Bu konu­
da diğer disiplinlere yönelmek şarttır. Gerçekten bugün, kuzeybatı
kara köprüleri üzerinden Amerika kıtasına çok sayıda göç olduğu­
na inanılmaktadır. Eğer bu tez doğruysa, o zaman, on binlerce yıl
boyunca etkileşim içinde evrim geçiren çok sayıda dil katmanının
bulunması ihtimali üzerinde düşünülebilir. Bu süreçte birbirleriyle
ilişkili ve ilişkisiz dillerin, artzamanlı ve eşzamanlı olarak karmaşık
bir küme oluşturduğundan bahsedilebilir. İlk binyıllara ait yazılı
belgeler bulunmadığı için, bu bölgeye dair tarihsel dilbilimcinin
sağlayabileceği bilgi, yaşayan Amerikan dillerinin yeniden inşasına
dayanmak zorundadır. Bu yöntemle de, olsa olsa 1 0.000 yıl önce­
sine uzanan yüzeysel bir sınıflandırmadan başka bir şey edilemez.
1 964 yılında bilim çevreleri Kuzey Amerika dillerine dair bir
sınıflandırma üzerinde uzlaşmıştır. Bu sınıflandırmada, son Buzul
Çağı'nın sonunda bu kıtada yaşayan özerk grupların ortak dillerin­
den türemiş yedi geniş dil ailesini kabul edilmiştir: Amerikan Ark­
tik-Paleo-Sibirya (içinde iki dil ailesi vardır), Na-Dene ( bir aileyi, iki
izole dili kapsar), Makro-Algonkian (iki aileyi, yedi izole dili kap­
sar), Makro-Siu (üç aileyi, iki izole dili kapsar), Hokan (on aileyi,
yedi izole dili kapsar), Penuti (dokuz aileyi, altı izole dili kapsar) ve
Aztek-Tano (iki aile, izole dili yoktur). Ayrıca, yukarıdaki üst aile-
İLK AİLELER 65

lerden hiçbiriyle bağlantısı olmayan şaşırtıcı sayıda dil ailesi (Saliş


dili) ve izole dil (Keres) mevcuttur. Karşılaştırmalı çözümleme (aynı
kökenden türemiş dilleri karşılaştırmak suretiyle bir proto-dili ye­
niden inşa etme), şimdiye kadar, Kuzey Amerika dillerinin ortak
bir köken dil bulamamıştır. 15 Gerçekten, tespit edilmiş tüm geniş
aileler birbirleriyle tamamen ilişkisiz görünmektedir. Bunun nedeni,
mevcut dilbilimsel tekniklerin nüfuz edemediği zaman derinliği ve/
veya çok sayıda yerleşimin (yani, birbiri ardına Yeni Dünya'ya göç
eden birbirleriyle ilişkisiz aileler) bulunması olabilir.
Benzer bir durum, birçok özerk dil ailesinin ve izole dilin tes­
pit edildiği Mezoamerika'da da geçerlidir. En önemli dil aileleri
arasında Otomangue ve Maya aileleri yer almaktadır. Sekiz kolu
bulunan Otomangue, Mezoamerika'nın en büyük dil ailelerinden
biridir. 4000 yıldan uzun bir süre önce özerk bir dil olarak ortaya
çıkmış olması gereken Maya dil ailesi, küçük Huastecan ailesini
ve birçok kol ve alt-kolu bulunan çok geniş Yucatan-Core ailesini
kapsar. Ayrıca Mezoamerika'da, tarihsel kaynaklarda bahsi geçen,
fakat hakkında başka bilgi bulunmayan, ortadan kalkmış ve sınıf­
landırılmamış l OO'den fazla dil ve lehçe de vardır.
Güney Amerika'da insan yerleşiminin başlangıcı benzer bi­
çimde son yıllarda mercek altına alınmıştır. Şili'nin güneyindeki
.Monte Verde yerleşim yerinin geçmişinin 12.500 yıl öncesine da­
yandığını, bugün uzmanların -hepsi değilse de- çoğu kabul etmek­
tedir. Arkeologlar, Güney Amerika'nın Pasifik kıyısında bulunan
bazı köylerin en az 20.000 yıllık olduğunu, Orta Brezilya'daki bir
yerleşim yerinde 50.000 yıl kadar önce insanların yaşadığını sapta­
mıştır; ama her iki tarih de hala tartışmalıdır. Mitokondriyal DNA
analizi, bir Kızılderili soyunun 30.000 yıllık geçmişi olduğunu gös­
termektedir (buna karşılık, Kuzey Amerika'nın kuzeybatısındaki
�a-Dene soyunun geçmişi yalnızca 9500 yıl geriye uzanmaktadır).
Bu tarihler tabii ki modern dilbilim tekniklerinin yeniden inşa ede­
bildiği kurguların geçmişinden çok daha eskidir. 1 6
Tüm Güney Amerika'da bugün çok eski ve karmaşık bir dil
manzarası karşımıza çıkmaktadır. Deniz seviyesi yükselip Kuzey ve
Güney Amerika ayrı kıtalar haline gelmeden önce, belki de kuzey-
66 DİLİN TARİHİ

batıdan (Panama) ve kuzeydoğudan (Karayip) Güney Amerika'ya


çok sayıda göç sonucu, bu karmaşık dil yapısı ortaya çıkmıştır.
Güney Amerika'da yetmiş beş bağımsız büyük dil ailesi olduğu
ileri sürülmüştür. Bunlardan bir kısmının Mezoamerika'nın ve Ka­
rayipler'in bazı yerlerinde de konuşulduğu düşünülmektedir. Söz
konusu dil aileleri arasında Çipça (Mezoamerika ile Güney Ame­
rika arasındaki 'dil köprüsü'), Maipuran (yaklaşık 65 özerk dilin
mensup olduğu bu dil ailesi, Yeni Dünya'daki en yaygın dil aile­
sidir), Tukano, Keçuva, Pano, Takanan, Guaykuru, Jean, Tupi ve
Karayip dilleri de yer almaktadır. Güney Amerika bugün dünyanın
dilbilim açısından analizi en zor alanlarından biridir.

Sahul Dilleri (T asmanya, Avustralya ve


Papua Dilleri)

Son buzullaşmanın sonunda, okyanusların yükselmesinden


önce, Tasmanya, Avustralya ve Yeni Gine eski Sahul anakarasını
oluşturuyorlardı. Her ne kadar son bulgular 60.000-50.000 yıl
önce Sahul'da insanların yaşadığı ihtimalini ortaya çıkarsa da,
uzmanların büyük bir çoğunluğu hala, bu bölgede insanların ya­
şadığına ilişkin kesin kanıtların 35.000-40.000 yıldan daha eski
olmadığını kabul etmektedir. Son zamanlarda yapılan dilbilimsel
bir analizle, önceleri tüm Sahul dillerinin bir ilk katmandan iba­
ret olduğu, daha sonradan bölgeye gelen grupların ikinci bir kat­
man oluşturduğu tezi ileri sürülmüştür. Bu tezi savunanlara göre,
ilgili grupların bölgeye giriş noktası olduğu düşünülen Sahul'un
kuzeybatı kesiminde konuşulan dillerde ikinci katmanın izlerine
rastlanmaktadır. 1 7 Bununla birlikte, insanın Sahul' da geçmişinin
çok eskilere gitmesinden dolayı, ilk yerleşimden bugüne herhan­
gi bir dil özelliğinin kalmış olması, çok zayıf bir ihtimaldir. Söz
konusu özellikler sapiens'lerin bölgeye girişinden çok sonraki ta­
rihlere ait olmalıdır. Bölgenin dil tarihi, yaşayan modern diller
kullanılarak tümevarım yöntemiyle oluşturulmalıdır. Yine tarih­
sel yeniden inşanın doğası gereği, ancak en fazla birkaç binyıl
geriye gidilebilir.
İLK AİLELER 67

1 8 . yüzyılın sonlarında Avrupalıların kıtaya gelişi sırasında,


Avustralya yerlil�rinden bir şekilde 'ırksal olarak farklı' olduk­
larını hisseden, sayıları yaklaşık 5000-8000 olan Tasmanyalılar,
Avustralya'nın doğu kıyılarının güneyindeki Tasmanya adasında
yaşıyorlardı. 1 8 Anlaşılan, iki özerk Tasmanya dili zamanla ortaya
çıkmıştı: Kuzey Tasmanya dili ve Güney Tasmanya dili. Her iki
dil de, anakara Avustralya dilleriyle ve yeniden inşa dil aileleriyle
tamamen ilişkisiz görünmektedir. Belki de Tasmanya dili konuşan­
lar, 12.000 yıl önce Tasmanya'yı Avustralya'dan ayıran Bass Bo­
ğazı dolduğu zaman anakaranın dışına atılıp da adada kalan çok
eski bir Sahul grubunun soyundan gelmektedir. Ama dilbilimcile­
rin elindeki Tasmanya dili malzemesinin niteliği, dilin güvenilir bir
yeniden inşasına engel teşkil etmektedir. Bu malzemenin tamamı,
bu dili konuşan son kişinin ölüm tarihi olan 1 877'den önceye da­
yanmaktadır. 1 9
Britanyalılar 1 788'de Avustralya'ya geldiği zaman, Avustral­
ya'da ve Avustralya'nın kuzeyindeki Toress Boğazı adalarında ko­
nuşulan yaklaşık 260 ayrı dil vardı. O zamandan beri, l OO'den
fazla dil yok oldu, 1 00 dil de bugün yok olma sürecinde; yalnız­
ca 20 civarında dil Yerli Avustralya çocukları tarafından öğrenil­
mektedir. Yerli Amerika, Asya ve Afrika dillerinden farklı olarak,
Avustralya dilleri, özellikle fonemik (anlamlı ses) sistemlerinde,
dikkate değer bir birlik sergilemektedir. Bu olgu, gerekli ayırt edici
özellikler saptanamadığı için, sınıflandırmaya yönelik karşılaştır­
malı yaklaşımı engellemektedir. Avustralya dillerinin tipik olmayan
homojenliğinin, anakaranın son Buzul Çağı'nın sonundan itibaren
yalıtılmış konumda olmasıyla açıklanabileceği anlaşılmaktadır. Bu
diller, son derece uzun bir dilsel denge dönemi de geçirmiş olabilir.
Söz konusu denge, belki de, yalnızca dış (göç, istila, sosyal değişim
ve benzeri) ya da iç etkenlere (sistemsel baskılar, iç değişim) bağlı
ani değişikliklerle zaman zaman kesintiye uğramıştır. Aslında dilsel
tarihin 'kesik denge' modelinin oluşturulmasına yol açan, Avust­
ralya dillerinin bu sıra dışı niteliğidir. 20
Evrim biyolojisinin bir kavramını kullanan bu modele göre,
geçmişteki uzun sosyal denge dönemlerinin, belli bir bölgede dil
68 DiLiN TARİHi

özelliklerinin yayılmasında uzun sosyal denge dönemleri bulun­


duğunu, bunun da farklı dillerin ortak bir prototip dil temelinde
birbirlerine yaklaşmalarına yol açar ( Şekil 5). Bununla birlikte, bu
uzun denge durumu, yukarıda ifade edilen dış ya da iç etkenlerin
bir veya birkaçının yol açtığı ani bir değişiklikle zaman zaman ke­
sintiye uğramış ya da bozulmuştur. Bu kesintiler toplulukların sa­
yısını artırmıştır, toplulukları ve bu toplulukların dillerini bölerek
'aile ağaçlarını' oluşturmuştur.
Birçok dilbilimci, erken bir Proto-Avustralya dilinin mevcut ol­
duğunu varsaysa da, karşılaştırmalı yöntemin biçimsel bir uygula­
masıyla böylesi bir proto-dili tatmin edici bir şekilde oluşturama­
mıştır (bu durum, muhtemelen, 'aile ağaçlarına' ve dolayısıyla yal­
nızca kesintili değişime odaklanan karşılaştırmalı yöntemin kendi
güçsüzlüğünden kaynaklanır) . Bazı dilbilimciler, Proto-Avustralya
dilinin gerçek bir dil olarak asla var olmadığını, bu dilin yalnızca
modern dil teknikleriyle yapay olarak bir araya getirilmiş özellik­
lere dayanan yüzeysel bir olgudan ibaret olduğunu ileri sürerler.
Yaklaşık 35.000 yıl önce Sunda ve/veya Kuzeybatı Sahul'da bi­
linmeyen bir şekilde etkileşimde bulunan Homo sapiens'ler tara­
fından konuşulan dillerden, varsayılan bir Proto-Avustralya diline
yaklaşan bir dil de yavaş yavaş ortaya çıkmış olabilir. Bölgedeki en
erken sapiens dilleri daha sonra tüm anakaraya yayılmış ve belki
de bölgesel dağılım ve iç düzenlemelerden kaynaklanan değişiklik­
lere ve yakınsamalara uğrayarak on binlerce yıl boyunca konuşul­
muştur.
Mevcut Avustralya dilleri, diğer diller gibi kolaylıkla 'aile ağaç­
larına' bölünmez. 2 1 Örneğin, büyük bir Avustralya dil ailesine
mensup 29 dil kolu, fonolojik bakımdan (sesbilim, dildeki sesleri
ve ses sistemlerini inceleyen bilim dalıdır), büyük bir Amerikan dil
ailesine mensup yalnızca iki kolun birbirinden taşıdığı farklılık­
tan çok daha az farklılık gösterir. Bu, son derece eski bir Proto-A­
vustralya dilinin varlığının kabul edilmesini zorunlu kılan temel
olgudur. Herhangi bir Avustralya dilini konuşan bir toplumdaki
insanların çoğu, yakın komşularının lehçelerini anlayabilir, fakat o
dilin tüm lehçeleri göz önüne alındığında, aynı kökenden türemiş
iLK il.iLELER 69

YIL O
'İnsanlık' sözcüğü komşu olan üç dilde
farklıdır. Sözcükte farklılık yaratan dos
isim yapan sonekler, 's', '-da' ve 't'dir.

/ YIL 1000

Bu üç dil arasındaki sürekli iletişimden


dolayı doğal iç değişimler ortaya çıktı
ve kopyalama meydana geldi.

YIL 2000

Hakim dilin politik üstünlüğü, daha


fazla değişimlere ve kopyalamaya yol
açtı. Bu durum da, yeni proto-dilin
azınlık lehçeleriyle sadece küçük sis­
temsel farklılıklar taşımasına neden
oldu.

5 Farklı diller, bir denge döneminde, yayılma yoluyla bir proto-dilde


birleşmek üzere birbirine yaklaşabilir.

sözcüklerin oranı, birbirlerinden tamamen farklı olan diller arasın­


daki benzer sözcüklerin oranı kadar düşüktür.22 Bu sebeple, dilbi­
limciler bu durumda 'aile-benzeri dil' kavramını ileri sürmüşlerdir.
Avustralya dilleri ayrıca, tüm lehçelerinde birbirine çok benze­
yen, pek çoğu hemen hemen aynı olan yapılar barındırır. (Birbi­
rinden en uzak lehçelerin ortak sözcükleri yüzde 45 gibi düşük
bir orandadır.) Böylesi lehçe zincirleri, şaşırtıcı bir şekilde 1 500
kilometreye kadar ulaşan uzun mesafelerde konuşulur. Ama bu
özelliğin, lehçelerin kökeni olan Avustralya dillerinden mi, yoksa
Proto-Avustralya dilinden mi türediğini saptamak gerçekte hala
olanaksızdır. Proto-Avustralya dili, eğer bir zamanlar gerçekten
70 DİLİN TARiHi

böyle bir dil var olduysa, göçmenler tarafından getirilmiş olabilir.


Durum böyleyse, bu göçmen dili, kıtanın daha eski dili (dilleri)
karşısında egemenlik kurmuştur, öyle ki söz konusu eski dil (diller)
hiçbir iz bırakmadan silinmiştir. Veya Proto-Avustralya dili Avust­
ralya'nın tek dili olabilir. Daha eski dilin (dillerin) izleri belki de
yalnızca Avustralya'nın yerel dillerinin sözcük dağarcığında bu­
lunmaktadır. 23 Söz konusu izler, köken itibariyle Proto-Avustralya
dilinden türemiş dillerdeki daha yakın tarihli yakınlaşmalardan
kaynaklanıyor olabilir. Bu durumda Proto-Avustralya dili, 1 788'e
kadar önemli bir dış etki olmaksızın 35.000 yıl boyunca döngüsel
evrim geçirmiştir.
8000 yıl önce Torres Boğazı'nın dolmasından itibaren Sa­
hul'dan izole olmuş, dünyanın en büyük ikinci adası olan Yeni
Gine, 700'den fazla dil ile (ayrıca 200 civarında Avustronezya dili)
zengin bir dil hazinesine ev sahipliği yapmaktadır. Burası, dünyada
sınırlı bir coğrafyada en fazla dilin konuşulduğu bölgedir. 24 Bu dil­
lerin Avustralya dilleriyle köken bakımından bir bağlantısı olması
gerektiği düşünülebilir, ama güvenilir sistematik hiçbir fonolojik
veya morfolojik bağlantı saptanamamıştır. Eski tezlerin aksine,
Yeni Gine 'Papua' (yani, 'Avustronezya' dili olmayan) dillerinin
birçoğunun görece kalabalık toplumlar tarafından konuşulduğu
saptanmıştır. Söz konusu toplumların bazılarının nüfus 1 00.000'i
aşkındır. 2 5
Avustronezya dillerinden sonra, Pasifik'te ve Güneydoğu As­
ya'daki en büyük ikinci dil grubunu Papua dilleri oluşturur. Pa­
pua dilleri, Yeni Gine'nin neredeyse tamamında ( bazı sahil şerirleri
hariç), Malukku'daki Kuzey Halmahera'da, Doğu Endonezya'da
(Alor, Pantar, Timor'un bazı kısımlarında), Yeni Britanya ve Yeni
İrlanda'nın bazı kısımlarında ve Bougainville'de ve Santa Cruz'un
altında yer alan Solomon Adaları'nda konuşulur. 1 980'lere kadar
varlığı saptanan 741 Papua dilinden 507 tanesinin Trans-Yeni
Gine Kolu olarak adlandırılan bir 'büyük dil ailesine' mensup ol­
duğu iddia edilmektedir. 26 Bu, Papua dilleri konuşanların yaklaşık
yüzde 80'nini kapsadığı düşünülen (daha kadim) üst düzey genel­
lemeye dayanan bir kategoridir. Oysa başka dilbilimciler yalnızca
İLK AİLELER 71

yaklaşık 60 küçük dil ailesi saptamışlardır. Papua dillerine ilişkin


karşılaştırmalı çalışmaların çoğu, kelimelerin istatistiksel analizine
dayanmaktadır ve bu yüzden sağlıksızdır, buna karşılık bu alanda
karşılaştırmalı tarihsel dilbilim araştırması pek yapılmamıştır. As­
lında 'Papua dilleri' terimi, köken bağlantıları hakkında net bilgi
bulunmayan, Avustronezya dışı tüm bölge dillerinin içine sokuldu­
ğu muğlak bir genel kategori olarak kullanılmaktadır.

Avustronezya Dilleri

Son buzullaşmanın sonunda okyanus seviyelerinde meydana


gelen yükselmenin dolaylı etkisiyle görece yeni sayılabilecek Avust­
ronezya dilleri 'üst ailesi' doğmuştur. Madagaskar'dan Paskalya
Adası'na kadar uzanan bölgede egemen olan bu üst aile, yaklaşık
1 200 dili, yani bütün dünya dillerinin yüzde 30'unu kapsamakta­
dır. Dolayısıyla dil sayısı bakımından dünyanın en zengin dil aile­
sidir. 27 Günümüzde yaklaşık 270 milyon insanın konuştuğu dille­
rin mensup olduğu Avustronezya ailesi, neredeyse tüm Doğu Hint
Adaları'nın, Mikronezya'nın ve Polinezya'nın dillerini kapsar.
Şaşırtıcı bir şekilde, günümüzdeki Avustronezya dillerinin toplam
sayısının yalnızca yüzde ikisi (Malezya, Endonezya ve Brunei'de
25 dil) Avustronezya dillerini konuşanların yüzde 87'si tarafından
kullanılmaktadır.
Belki de Yangtze Deltası'nda pirinç tarımı yapan gruplar tara­
fından konuşulan Pre-Proto-Avustronezya dilinin, yaklaşık 8000
yıl önce bu bölgede egemen olan Çin-Tibet geniş dil ailesinin bir
koluna mensup olması mümkündür. Dilbilimsel yeniden inşay­
la ortaya çıkarılan tek heceli ve tonal Proto-Avustronezya dili bu
tezi destekleyen kanıtlar sağlamaktadır. Söz konusu dil, Çin ve
Güneydoğu Asya dillerinin ve dil ailelerinin birçoğuyla benzerlik
taşımaktadır.2 8 Çin-Tibet dili konuşan kuzeyli toplulukların istila­
sıyla yerlerinden edilen Proto-Avustronezya dili konuşan gruplar,
belki de 6000-5000 yıl önce Güneydoğu Çin' den Tayvan Adası'na
geçmiştir. 29 Tayvan'da çok uzun süre yalnızca Avustronezya dili
konuşan gruplar yaşadı. M.S. 1 7. yüzyılda Çinliler Tayvan'ı istila
72 DİLiN TARİHİ

etti ve Avustronezya dili konuşanları adanın dağlık iç bölgelerine


sürdü. Bugün Avustronezya dili konuşan 200.000 kişi bu bölgede
yaşamaktadır ve Tayvan nüfusunun yalnızca yüzde birini teşkil et­
mektedir.

Hint Dilleri

Hindistan alt-kıtasındaki ilksel karmaşık dil evrimi Afrika, Asya


ve Güney Amerika'dakine benzer. Çok eski bir tarihte başlıca dil
aileleri üstünlük mücadelesi veriyorlardı. (Bu ailelerin kökenleri
zaman uçurumu nedeniyle aydınlığa kavuşturulamamaktadır. ) Öte
yandan arkeologlar, eski Hint kültüründe M.Ö. 8000'den M.Ö.
l OOO'e kadar uzanan diliminde dikkat çekici bir süreklilik tespit
etmişlerdir. Hint-Avrupa dilleri konuşan topluklar bölgeye ilk kez
3000 yıldan uzun zaman önce batıdan girdiğinde, dünya dilleri
arasında akrabası saptanamamış olan Dravid dil ailesinin, Hin­
distan'ın en yaygın yerli dili olduğu genellikle kabul edilmektedir.
(Hindistan'da çok geniş toplulukların kullandığı Hint-İran dilleri
Hint-Avrupa dil ailesine mensuptur. ) 4000 yıl önceye ait son de­
rece ileri İndus Vadisi kültürü, örneğin Proto-Dravid dili konuşan
gruplar tarafından geliştirilmiş olabilir. Bugün yaklaşık 1 75 milyon
insanın konuştuğu dillerden oluşan Dravid üst ailesi, dünyanın dör­
düncü büyük dil ailesidir ve 24 temel kolu kapsamaktadır. 30 Her ne
kadar az sayıda Dravid dili Kuzey Hindistan' da (örneğin Dravid dili
olan Brahui Doğu Belucistan'da hala konuşulmaktadır) yaşamaya
devam etse de, başlıca Dravid dilleri, bugün Güney Hindistan'da
(Telugu, Tamil, Kannada ve Malayalam dilleri) konuşulmaktadır.
Hindistan'ın diğer yerli dillerinin sınıflandırılması zordur. Bu
diller, önce Dravid dilleri, daha sonra Hint-Avrupa dilleri tarafın­
dan marjinalleştirilen eski geniş ailelerin kalıntıları olabilir. Avru­
pa'daki Bask dili gibi, Kuzeybatı Hindistan'ın Buruşaski dilinin de
akraba dili bulunmamaktadır. Doğu Hindistan'ın çok kalabalık
toplulukların konuştuğu Munda, Mon-Khemer ve Annam-Muong
dil ailelerinin tümü, uzun süre önce Güneydoğu Asya'dan Hindis­
tan bölgesine gelmiş olan Avustro-Asya dil ailesine mensuptur.
iLK AiLELER 73

Avrupa Dilleri

Yüz binlerce yıl boyunca çeşitli insan türlerinin yaşadığı Avru­


pa'da da her zaman birçok dil ailesi bulunmuştur. Bu dil ailelerinin
neredeyse tümü hiçbir iz bırakmadan yok olmuştur. Nispeten daha
yakın tarihli pre-Hint-Avrupa (varsayılan) dillerinden birkaçının
ismine, İskoçya'nın Piktleri ya da Kruitneleri ( bunlar erken Kelt­
ler de olabilir), Güney Fransa'nın ve Batı Alpler'in Liguryalıları,
İtalya'nın Etrüskleri ve Kuzey İspanya ve Güneybatı Fransa'nın
Baskları gibi toplulukların dillerinin isimlerine eski metinlerinde
rastlanmaktadır. Basklar, Avrupa'nın tarih öncesinde özel bir yere
sahiptir.
2000 yıl önce Roma kayıtlarında adı geçen Basklar, genetik
olarak Paleolitik bir tipi temsil eder. Roma döneminde Güneyba­
tı Galya'da yaşayan Akitanyalılarla bağlantısı olduğu düşünülen
bu halkın, eskiden Avrupa'nın batısında daha yaygın olduğu an­
laşılıyor. Galyaca konuşan Keltlerin istilasıyla Pireneler'in coğrafi
periferisine itilen Basklar, her ne kadar Keltçe, Gotça ve İtalyan­
cadan çok sayıda kelime almış olsa da, bilinen hiçbir dille akraba­
lığı olmayan bir dil ( Euskara) konuşmaktadırlar. ( Geçmişte bazı
dilbilimciler, Baskçanın, eski Ligurya diliyle bağlantısı olduğunu
varsayarak Kafkas dilleriyle akraba olduğunu ileri sürmüşlerdir.)
Günümüzde uzmanların büyük bir çoğunluğu, Baskça konu­
şanlarının, hiçbir dilsel bağ taşımadıkları Kelt dilleriyle ilk ilişkile­
ri kurmadan önce Bask bölgesinde yaşadıklarını veya dilsel evrim
geçirdiklerini kabul ederler. Bazı uzmanlar, Basklıların ve Bask di­
linin, Avrupa'nın 50.000 yıl önceki sakinleri Homo sapiens'lerin
doğrudan ardılları olduğunu ileri sürmektedir. Ama bu iddia, en
azından dil göz önüne alındığında gerçekçi değildir (köken me­
selesi açıklığa kavuşturulamamaktadır, aşağıya bakınız) . Basklılar
ya da onların dili, ilk Kelt istilacılarından yalnızca birkaç binyıl
önceye dayanıyor olmalıdır. Basklar genetik bakımından İspan­
yol komşularına kıyasla Fransız komşularına olduklarından daha
farklıdırlar, çünkü Baskların genetik profili Garron bölgesinin
( eski Akitanya) genetik profiline tedrici bir geçiş göstermektedir.
74 DİLİN TARİHİ

Bugün Baskçanın on temel lehçesini, çoğu İspanya'nın kuzeyinde


yaşayan 700.000 kişi konuşmaktadır.
Bugün yok olmuş bir Hint-Avrupa dili olan Galyaca konuşan
Keltler, yaklaşık 3000 yıl önce Bask dili konuşanların bölgelerini
istila ettiler. Hint-Avrupa dil ailesi, dünyanın en büyük -ve tarihin
en başarılı- üst ailesidir. Bugün birkaç dil dışında Avrupa' da konu­
şulan bütün diller bu dil ailesine mensuptur. Ayrıca, Amerika'dan
Yeni Zelanda'ya kadar dünyanın dört bir tarafına yayılmış eski
Avrupa kolonilerinde de Hint-Avrupa dilleri konuşulur. (Örneğin
İngilizce, Hint-Avrupa dil ailesinin Germen kolunun Batı Germen
alt-koluna mensuptur. ) Doğu Avrupa'dan gelen atlı savaşçıların
tüm Avrupa'yı istila ettikleri ve onların Hint-Avrupa dillerinin yerli
dillerin yerini aldığı tezi, bilim çevrelerinde öteden beri kabul edil­
mektedir. Bu teze karşı 1 980'lerde yeni bir teori ortaya atılmıştır.
Söz konusu teoriye göre, Hint-Avrupalılar 1 0.000 yıl önce, son
Buzul Çağı'nın sonunda Ortadoğu'dan gelmişlerdir - ama savaşçı
olarak değil, toprağı işleyen, ekip biçen topluluklar olarak. 3 1 Yine
bu teoriye göre, söz konusu göçmenler, Avrupa'ya yılda yaklaşık
bir kilometre ilerleyerek tedrici olarak yerli avcı-toplayıcı toplu­
lukları eritmiştir. Tarım avcılık ve toplayıcılığın yerini aldığı gibi,
göçmenlerin 'üstün' dilleri de yerel dillere üstünlük sağlamış, daha
sonra onları egemenliği altına almıştır.
Bununla birlikte hem genetik uzmanları hem de dilbilimciler
bu teoriye karşı çıkmışlardır. Genetik uzmanları, Avrupa'daki in­
sanların genetik profilinin 50.000 yıl içinde önemli bir değişim
geçirmediğini belirtmektedirler: Belki tarım teknikleri, hatta yeni
diller, 1 0.000 yıl öncesi gibi erken bir tarihte Ortadoğu'dan geti­
rilmiştir, fakat yerli Avrupalıların yerini başka halklar almamıştır.
Dilbilimciler, Avrupa'nın yerli dillerinin yerlerini tedrici bir süreçle
Hint-Avrupa dillerine bıraktığını reddetmektedirler. Ayrıca böylesi
erken bir tarihte, tarımı Avrupa'ya getirenlerin Hint-Avrupalılar ol­
duğuna dair herhangi bir dilbilimsel kanıt yoktur. Avrupa'ya tarımı
getirenler, pre-Hint-Avrupalı topluluklar olabilir. İpli seramik kül­
türüne mensup Hint-Avrupalıları ise, binlerce yıl sonra, M.Ö. 3500
civarında Ortadoğu'dan değil, Doğu Avrupa'dan gelmiş olabilir. 32
İLK AİLELER 75

Tarihsel dilbilim, Hint-Avrupalıların asıl anavatanlarının, bu


toplulukların dillerinin yayıldığı bölgenin coğrafi merkezi, yani
Doğu Avrupa olduğunu öne sürmektedir. Bu, Ural ailesinin Fin-U­
gor ve Samoyed dilleriyle olan son derece eski ve gayet belirgin iliş­
kileri de açıklayacaktır. 33 Eğer bu ilişkiler gerçekten mevcutsa ( bi­
çimsel bir karşılaştırma hala yapılmamıştır), o zaman şu ihtimaller
üzerinde durmak gerekir: Ya Hint-Avrupa dilleri ile Ural dillerinin
ortak bir kökeni vardır, ya da yaklaşık 7000 yıl önce Avrupa'nın
doğu ucunda konuşulan, iki ya da daha fazla farklı, ama komşu dil
birbirlerine yakınlaşmıştır.
Belki de 5500 yıl önce Orta Avrupa'ya gelen ilk Hint-Avrupa­
lılar olan ipli seramik kültürüne mensup topluluklar, Kelt-İtalik,
Germanik ve belki Balto-Slav unsurların çok eski, gevşek grup­
laşmalarıdır. Sonraki binlerce yıl boyunca bu halkların Avrupa'ya
akını devam etmiştir. Her Hint-Avrupa dili kendi toprakları üze­
rinde evrim geçirip gelişmesini sürdürmüştür. Dolayısıyla bir istila
değil, yerel bir gelişme söz konusudur.
Bazen anlaşılması güç olan tarihsel mekanizmanın bir sonucu
olarak, bugün bildiğimiz yerli Avrupa dilleri çok çeşitli etkilerin
ürünüdür. Dilbilimsel açıdan, modern Yunanca, Fransızca ve İn­
gilizcenin doğuşu, nasıl Proto-Yunanca, İtalik ve Germanik dille­
rinin evrimine dayanıyorsa, aynı şekilde ikinci gruptaki diller de
eski kabile topluluklarının dillerinin evrim geçirmesiyle oluşmuş­
tur, yani o dillere özgü sayısız gelişme bu süreçte etkili olmuştur.
Modern Avrupalıların genetik profili incelenince şu nokta görül­
mektedir: Azınlık Hint-Avrupalı istilacıların dilleri, Bask bölgesi,
İskandinavya'nın ve Baltıklar'ın kuzeyi hariç, yerli çoğunluk grup­
larının dillerinin yerini olmuştur. Hint-Avrupa dil ailesi daha son­
ra farklılaşmıştır, çok çeşitli, dinamik alt-tabaka dillerin yanı sıra,
yeni diller doğurmuştur. Böylece 5500 yıllık bir sürecin sonunda,
Hint-Avrupa dilleri adını verdiğimiz, son derece zengin ve kültürel
açıdan önemli bir üst aile ortaya çıkmıştır.
Yaklaşık 4000 yıllık dönemi için yazılı kayıtlar bulunan
Hint-Avrupa dilleri, bugün dünyanın en zengin dil ailelerinden bi­
rini teşkil etmektedir ( Şekil 6). 3 4 Hint-Avrupa dillerinin sekiz mo-
76 DİLİN TARiHi

Proto Hint-Avrupa Dil Ailesi


Kelt Tokaryan Yunanca Anadolu
J
(A dilleri)
1
(Kıta Dilleri)

GALCE BRETONCA Kelt-İberya Galce Galatya


İskoçça Kambriya
Manca Galce
İrlanda Cornwall dili
Bretonca

Germen
Kuzey Batı
1 Almanca
. 1 . 1 İngilizce
Izlandaca lsveççe Frizce
Faroece Danca Felemenkçe
Norveççe Hollandaca
Afrikaanca

6. Hint-Avrupa dillerinin 'aile ağacı'.


İLK AİLELER 77

Roman Ermenice Arnavutça


(Latince)
İtalyanca
Rumence
Romanca Balto-Slav
Sardinyaca 1
Fransızca 1 1
Oksitan BALTIK SLAV
Katalanca Letonca
İspanyolca Litovca
Portekizce
Galiçya
1 1
Batı Güney Doğu
Lehçe Bulgarca Beyaz Rusya
Çekçe Makedonca Rusça
Sırpça­ Ukraynaca
1 Slovakça
Doğu Sırpça Hırvatça
Gotça Slovence

Hint-İran
İRAN HİNT-ARİ DİLLERİ
Osetçe (Sanskritçe)
Kürtçe
Farsça
1 1 1
Beluci Kuzeybatı Batı-Güneybatı Orta bölge Doğu
Tacikçe Pencapça Gucarati Rajastani Assami
Peştuca Landa Marati Bihari Bengali
Sintçe Konkani Hindi-Urduca Oriya
Pahari Maldiv
Dardik Singalaca
78 DİLİN TARİHi

dem koluna (Kelt, Germen, Roman, Arnavut, Grek, Balto-Slav,


Ermeni ve Hint-İran dilleri) mensup 1 00'ü aşkın dilden yalnızca
biri olan İngilizce bugün birinci ve ikinci dil olarak, eskiden en
kalabalık grubun konuştuğu dil olma özelliğini elinde bulunduran
Mandarin Çincesinden daha fazla insan tarafından konuşulmakta­
dır. 20. yüzyılın ikinci yarısında İngilizce, dünyanın hakim iletişim
dili haline geldi ve insanlık bir dünya diline en fazla bu dönemde
yaklaşmış oldu. Hint-Avrupa dilleri, ayrıca üzerine en çok incele­
me yapılmış ve 1 8 . ve 1 9 . yüzyıllarda modern dilbilimin kaynağı
olarak (özellikle Sanskritçenin incelenmesi sayesinde) en çok hiz­
met vermiş dil ailesidir. 35
Tarihte ne kadar geriye gidilerse, otantik dillerin yeniden inşa­
sında o kadar büyük güçlük çekilir. Bunun nedeni, dilbilimde yeni­
den inşa için kullanılan karşılaştırmalı yöntemin diğer bilimlerdeki
'zaman yolculuğu'na olanak sağlamamasıdır. Paleolitik dilbilim,
derlediği ortak öğelere dayanarak diller arasında kelime ve fono­
loji (anlamlı ses sistemi) karşılaştırmaları yapar. Ortak öğeler çok
sınırlı hale geldiği zaman (örneğin, akraba kabileler arasında fizik­
sel ayrılık çok uzun sürdüğünde bu olguya rastlanır), diller arasın­
daki sistematik ses benzerliği kaybolur. 36 Belli bir tarihin öncesi
için yeniden inşa, sağlam karşılaştırmalı veriler bulunmadığından
boş spekülasyonlardan öte anlam taşımaz: "Aile ağaçlarının aile
ağacını aramak, ne mantıklıdır ne de yararlıdır. "37 Çok geniş pro­
to-dil ailesi bağlantıları için bu tarih, yaklaşık 1 0.000 yıl öncedir
ve çoğunlukla spekülasyona dayanır, fakat Hint-Avrupa dilleri gibi
belirli proto-diller için, söz konusu zaman dilimi, yalnızca yaklaşık
6000 yıldır veya daha kısadır. İnsanlığın kadim tarihi göz önüne
alındığında, bu çok yakın bir tarihtir.
Son Buzul Çağı'nın 1 0.000 yıl önce sona ermesi, insanlık tari­
hinde temel bir dönüm noktası olmuştur. Her şeyden önce bu, en
büyük dil farklılaşması dönemidir. Yalıtılmış ilkel toplum kesimle­
ri o zamana kadar nadiren etkileşimde bulunmuştu. Bu doğal so­
yutlanma, sayısız küçük, özerk dil grubu doğurmuştu. Bu dillerin
normal durumu belki de denge ve sınırlı değişimlerden ibaretti. Söz
konusu tedrici değişimler genellikle bölgesel yayılmaya dayanıyor-
iLK AİLELER 79

du. Son Buzul Çağı'nın ardından insan nüfusunda yaşanan büyük


artış, belki de paradoksal bir tarzda dil farklılaşmalarını azalttı,
çünkü zaman içinde artan nüfus yalnızca daha büyük dil ailelerini
oluşturmakla kalmadı, aynı zamanda görülmemiş sayıda insanın
konuştuğu (Mandarin Çincesi gibi) dillerin de doğmasını sağladı.
Genel olarak insan toplumunda ekonomik ve politik iktidar
merkezlerinin oluşmasıyla, gitgide büyüyen homojen dil birimleri
ortaya çıkmıştır. Söz konusu diller de daha sonra tüm küçük dilleri
bastırmıştır. Bu sinerjik sistem hızla büyür, en sonunda çok sınırlı
sayıda dil ve dil ailesi kalır. Günümüzde nüfus artışına rağmen dil
sayısındaki azalmanın hızla devam ettiği dünyanın dilsel durumu
budur. Belki bu nedenle de, muhtemelen dilbilimsel yeniden inşa­
nın sınır noktası olan 1 0.000 yıl önceki zengin dil manzarasını an­
lamak kritik önem taşır: Söz konusu dönem, yaşayan tüm dillerin
kökeni olan dillerin geçtiği geniş bir huniydi.
Son genetik çözümlemeler, yüzyıllar ve binyıllar boyunca genel­
likle insan kitlelerinin değil, dillerin birbirinin yerini aldığını orta­
ya koymaktadır. Yani, belli bir bölgenin nispeten istikrarlı insan
nüfusları yeni dilleri kolayca özümsemektedir. Örneğin Britanya
Adaları ve İrlanda Keltler tarafından istila edilince, orada yaşayan
pre-Keltler, bu Hint-Avrupalı istilacıların azınlık dillerini benim­
sediler. Onların soyundan gelenler, asırlar sonra, benzer biçimde
istilacı Batı Germenlerin ('Anglo-Saksonlar') azınlık dilini benim­
sediler. Buna karşılık Britanyalıların ve İrlandalıların genetik pro­
fili pek değişmemiştir. Bu olgu yeryüzünde pek çok kez meydana
gelmiştir. Tarih boyunca toplumlar elbise değiştirir gibi dil giymiş­
lerdir. Dilsel başkalaşım daima iz bırakmadan yaşanmıştır - ta ki
yazı ortaya çıkana kadar.
iV

Yaz ı l ı Dil

Kim olduğu bilinmeyen bir Sümer, yaklaşık 4000 yıl önce bir
tabletin üzerine "Eli ağzına uygun hareket eden katip, gerçek
katiptir" diye yazmıştır. Aslında bu söz yazının özünün ne oldu­
ğunu ortaya koymaktadır. 1 Yazı, sessiz resimlerin tedrici evrimiy­
le oluşmamıştır. İnsan konuşmasının görsel ifadesi olarak birden
doğmuş ve bu niteliğini günümüze kadar da korumuştur. Hatta
bir çakalı ölümsüzleştiren yak. M.Ö. 3400'e ait en eski Mısır hiye­
roglifi, okuyucularının aklında 'çakal'ın Mısır dilindeki karşılığını
çağrıştırmış olmalıdır.
Yazıyı tek başına bir kişi 'icat etmedi'. Yazı, Mısır'dan İndus
Vadisi'ne uzanan geniş coğrafyada, belki de çetele tutma ve tas­
nif etme sisteminin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Bir tacir ya da
bir memur, belirsizliği azaltmak için sayılan, ölçülen veya tartılan
eşyaların resimlerini çizerek çetele tutmayı ya da tasnif etmeyi ge­
liştirdi. Bütün erken gliflerin ( 'hiyeroglif' sözcüğünün kısaltılmışı)
basit resimlerden oluşmasına rağmen, bunların en gelişmemişi bile
doğrudan dilden alınan bir ses değerini temsil ediyordu.
Yazılı dilin en temel modeli, birçok geçiş varyantını ve kombi­
nasyonu (karışık yazılar) bulunan üç genel yazı türünü barındırır: 2
82 DİLiN TARİHİ

• Logografik yazıda, her glif, bir morfemi (an+lam+lı sözcü­


ğündeki üç morfem gibi, anlamlı en küçük dilsel birim) ya
da bir sözcüğün tümünü ( Erken Mısır hiyeroglif yazısındaki
'çakal' gibi) temsil eder.

Hecesel yazı, yalnızca hece-ses değere sahip olan gliflerden
oluşur (örneğin, Tunç Çağı Ege yazılarındaki 'Knossos' söz­
cüğündeki ko-no-so gibi).
• Alfabetik yazıda, 'harfler' olarak adlandırılan glifler, ünlü
ve ünsüz sesleri temsil eder (Latin alfabesindeki a,b,c gibi).
Çoğu yazı zaman içinde değişiklik göstererek, simgeler anlam
içeriğini yansıtmak yerine tedrici olarak ses içeriğini göstermeye
başlamıştır: Böylece, logografik sistemler, hecesel sistemler hali­
ne gelmiştir. Ama alfabe sistemi benzersiz niteliğini korumuştur:
Alfabe sistemi, geliştirilir geliştirilmez -alfabe Doğu Akdeniz'de
bulunmuş ve Yunanistan' da gelişimi tamamlanmıştır- yüzlerce dil
tarafından benimsenmiştir. Bugün, alfabe yazısı, önceden yazısız
olan dilleri yazmak için kullanılan tek sistemdir.
Yazının insanlık tarihinde, yalnızca belirli bir yerde ortaya çık­
mış olması ve daha sonra birçok toplum tarafından taklit edilmiş
olması mümkündür. Çok yakın zamana kadar, uzmanların büyük
çoğunluğu, yazının yalnızca Güney Mezopotamya'da ( Güneydo­
ğu Irak'ta) doğduğunu düşünmekteydi. 3 Fakat yeni arkeolojik ka­
nıtlar, ilkel yazının Mısır'dan İndus Vadisi'ne kadar uzanan geniş
bölgede ortaya çıktığı fikrini güçlendirmiştir. Yazı nerede doğmuş
olursa olsun, yazının yararlılığı ve tekniği, 'uyarıcı yayılma'ya -bir
fikrin ya da geleneğin bir halktan diğerine aktarılmasına- yol aç­
mış, ortaya çıktığı yere en yakın komşu toplulukları, yazım şekli
ve fonetik bakımdan farklı olsa da kendi benzer yazı sistemlerini
oluşturmuşlardır. 4 Yazılı dil, Kenan'da yaşayan İbraniler, Germen­
ler ve Paskalya Adası'nda yaşayan toplumlarda olduğu gibi, bazı
kültürlerde kutsallık kazanmıştır. Böylesi durumlarda, yazı yazma
sanatı (ama her zaman yazının ilettiği mesaj değil) günlük yaşam­
dan farklı, yalnızca özel katipler ve rahipler tarafından gerçekleşti­
rilebilecek kutsal bir iletişim biçimi olarak algılanmıştır. Tarih bo­
yunca yazı yazma faaliyeti çoğunlukla sihirli bir süreç sayılmıştır.
YAZILI DiL 83

Modern antropolojinin kurucularından Darwin'ci bir bilim


adamı, toplumun 'barbarlıktan' 'uygarlığa', önce ve en başta oku­
ma-yazma becerisi sayesinde geçildiğini ileri sürmüştür. 5 Bugün,
uygarlaşma sürecini bir mekanizmaya benzetecek olursak, yazı
yazmayı bu mekanizmanın yağı gibi değerlenmenin daha uygun
olduğu kabul edilmektedir: Yazı toplumsal gelişmeye yol açmamış,
yalnızca toplumsal değişimi büyük ölçüde kolaylaştırmıştır. Ayrıca,
yazının kullanılmasında "aşamalar" saptamaya çalışmaktan ka­
çınmak yerinde bir yaklaşım olabilir. Üç yazı türünün -logografik,
hecesel ve alfabetik (ve bu türlerin değişik ve karışık kullanımları)
yazıların- her biri, belirli bir dil, toplum ve dönemde en yüksek
kullanım düzeyine ulaşmıştır. Diller zamanla değişiklik geçirdikçe,
yazı sistemlerinde de bunlara paralel değişiklikler meydana gelmiş­
tir, ya da komşu dillerden birinin yazısı alınmış ve farklı bir dile
uygun hale getirilmiştir. Bu üç yazı türünün birbirinden herhangi
bir niteliksel üstünlüğü söz konusu değildir, ayrıca bunlar bir yazı
evrim modelinde aşamaları temsil etmez. Söz konusu türler, sadece
yeni ve farklı ihtiyaçlar ortaya çıktığında bu ihtiyaçları karşılamak
üzere kullanılan yazı biçimleridir. 6
Diller, 'evrim geçirebilir,' yani insanların bilinçli müdahalesin­
den bağımsız bir şekilde gelişebilir, fakat yazı sistemleri, belirli
amaçlara uygun olarak insanlar tarafından bilinçli olarak değişti­
rilir. En yaygın amaç, yazı yazanın konuşma dilinin en uygun sim­
gelere kavuşmasıdır. Asırlar ve binyıllar boyunca yazı sisteminde
sürekli olarak meydana gelen küçük değişiklikler yazı sisteminin
şekillerinde ve kullanımında büyük farklılıklara yol açar. 7 Kaynağı
erken Mısır hiyeroglif yazısı olan günümüz Latin alfabesi, 2000
yıldan sonra bile hala değişim geçiriyor. Birçok farklı dilde aynı
, ©
anda, her eğitimli okuyucunun öğrenmesi gereken %, Y, TM
simgeleri ve son zamanlardaki İnternet simgeleri (@ ve //) gibi yeni
işaretler Latin alfabesine ekleniyor ya da yeni teknolojilerden dola­
yı eski işaretlerde anlam genişlemesi meydana geliyor.
Az sayıda seçkinin okuma yazma bildiği toplumlarda, yazı yaz­
manın konuşma dili üzerinde pek etkisi olmadığı görülmektedir. 8
Buna karşılık okur-yazarlığın yaygın olduğu toplumlarda, yazının
84 DİLİN TARİHİ

konuşma dili üzerindeki etkisi son derece büyüktür. Yazı, konuşma


dilini korur, ayrıca kapsamlı toplumsal sonuçları olan dil-odaklı
başka birçok süreci düzenler, standartlaştırır, yönlendirir, zenginleş­
tirir ve yaratır. Bugün bildiğimiz anlamıyla insan toplumu, yazı ol­
madan varlığını sürdüremez. Modern dünyamızda dil öğrenmekten
sonra en önemli beceri okuma-yazma öğrenmektir. Yazı, gösterdiği
çarpıcı gelişim sayesinde, 5000 yılı çok az aşan bir zaman diliminde
insanlık için, yansıttığı dil kadar vazgeçilmez hale gelmiştir.
İnsanlık tarihinde sayısız yazı sistemi gelip geçmiştir. Yok olan
sistemler ile bugün yeryüzünde kullanılan düzinelerce yazma sis­
temi üzerinde bu kitapta durmayacağız. (Meraklı okurlar için
konuyla ilgili birkaç tane mükemmel kaynak önermekle yetiniyo­
ruz. 9 ) Burada üzerinde daha fazla durulmaya değer konu, yeryü­
zünün en eski kültürlerini yansıtan, tüm yazı ailelerini doğuran ve
bugüne yön veren yazı sistemleridir. Yazılı dilin evriminde etkili rol
oynayan yalnızca üç temel yazı geleneğinin olması şaşırtıcıdır: Bu­
rada Afro-Asya yazısı kavramıyla bahsedeceğimiz Mısır ve Sümer
yazısı, Çin yazısı ya da Asya yazısı ve Mezoamerika yazısı.

Afro-Asya Yazısı

Tarihte bir dış kaynak olmaksızın yazı sistemi geliştirmiş olan­


lar, muhtemelen yalnızca Afro-Asya halklarıdır. Dünyanın diğer
bütün bölgelerinde, yazı, başka bir kültürden alınmış, saygınlık ve
iktidar sağlayan bir unsur olarak, rahiplerin ve propagandacıların
çıkarlarına hizmet etmiştir. Yazı, yalnızca Mısır'dan İndus Vadi­
si'ne kadar uzanan topraklarda günlük ihtiyaçlardan, yani hesap
ve kayıt tutma ihtiyacından doğmuştur.
Mezopotamya'da bulunan M.Ö. 8000 tarihine ait hesap taşla­
rı, fonetik yazının ilk habercileri olabilir. 10 Tahıl miktarlarının ve
hayvan sayılarının kayıtları, bölgenin tarım yapan ilk yerleşim yer­
lerinde disk ve koni şeklinde hesap taşları kullanılarak tutuluyordu.
Yerli halkların şehir ve meslek isimlerini ve çetele tutma sistemlerini
benimseyen Sümerlerin bölgeye gelmelerinden sonra, yağ ve şarap
küplerinin hesabını tutmak ve alan büyüklüklerini ölçmek için yeni
YAZILI DİL 85

şekiller, hatta sivri aletler kullanılarak yeni işaretleme usulleri geliş­


tirildi. Sümerler, çeşitli hesap taşlarını saklamak için çanak kapları­
nı geliştirirken, kapların içeriğini gösteren taşlar, çanakların dış yü­
zeylerine yapıştırılır ve etiket olarak 'okunurdu.' Zamanla, çanağın
dışındaki etiket hem eşya hem de ölçü hakkında zaten bilgi verdiği
için, kap içindeki hesap taşları gereksiz hale geldi.
Sümerlerle ticaret yapan Mısırlıların ve İndus Vadisi'ndeki Ha­
rappanların, çok erken tarihlerde, konuşma dilindeki sesleri temsil
etmek üzere bu ya da benzer ayırt edici resim-semboller kullanma
yöntemini benimsedikleri görülmektedir: Tanınan bir nesne gö­
rülünce, bu nesne basit bir şekilde yüksek sesle telaffuz edilme­
ye başlanmıştır. Böylesi bir sembol piktogram (resim yazı) olarak
adlandırılır ve piktogramları kullanan yazıya da piktografik yazı
denir. Mısırlılar, Mısır dilini daha iyi yansıtmak amacıyla resimleri
morfemlere ve saf fonetik işaretlere dönüştürerek sistemi geliştir­
miştir. Sonunda logografik yazı doğdu. Bu yazı, artık konuşma di­
linin gramatik cümlelerini tam olarak yansıtabiliyordu. Bu, bugün
bildiğimiz anlamda bir yazıydı.
Yukarı Mısır'ın en eski 'iktidar merkezi' Abidos'taki son bul­
gular, M. Ö. 3400 kadar erken bir tarihte, Mısırlıların nispeten
gelişmiş bir logografik yazı ya da hiyeroglif yazısı kullandıklarını
ortaya koymaktadır. II. Nakada dönemi boyunca, yerel eyaletlerin
birliğinden önce, Yukarı Mısır'ın hükümdarları, iktidar alanlarını
yavaş yavaş güçlendiriyorlardı, böylece Yukarı ve Aşağı Mısır'ı tek
bir krallık halinde birleştirmek gibi cüretkar bir planı hayata geçir­
mek üzere daha etkin bir merkezi yönetim oluşturuyorlardı. Bütün
iktidarların temeli bilginin kontrolüdür. Hükümdarların fermanla­
rının kaydına ve muhafazasına yarayan, bariz ekonomik avantajlar
taşıyan, muhasebeciliğe olanak sağlayan bu yeni logografik yazıyla,
Yukarı Mısır'ın nüfuzlu liderleri, politik merkezileştirme sürecini
başlatacak araca sahip oldular. Mısır'ın hiyeroglif yazısının, Yuka­
rı ve Aşağı Mısır'ın birleşmesine yol açan toplumsal dinamiklerin
doğrudan bir sonucu olarak olabilir. Bu yeni yazı ayrıca, Mısır'ın
Afro-Asyatik dilinin yapısına mükemmel bir şekilde uyuyordu -as­
lında modern alfabelerimizin olabileceğinden çok daha uygundu.
86 DiLİN TARiHi

Bu ayrıca, Mısır'ın logografik yazı sisteminin, neden insanlık tari­


hinin diğer tüm yazı sistemlerinden daha uzun bir süre, yani 36 asır
boyunca neredeyse hiç değişmeden yaşadığını açıklayabilir. 1 1
Üç çeşit eski Mısır yazısı vardır. Bunlardan e n önemlisi, özel­
likle anıt ve ritüellerde kullanılan hiyerogliflerdir ('kutsal oyma'
anlamına gelen bu Yunanca kelime aslında sonradan konmuş yan­
lış bir isimdir) . Hiyeratik ve çok daha sonra geliştirilen demotik
olmak üzere iki türü bulunan el yazısı genellikle papirüslerin üze­
rine mürekkeple yazılırdı. 1 2 Bununla birlikte, bu üç yazı, yalnızca
dış görünüş bakımından farklıdır. Üçü esasen aynı yazıdır. 1 3 Hiye­
roglif yazı, ilkin yaklaşık 2500 gliften oluşurdu fakat bunlardan
yalnızca aşağı yukarı 500'ü düzenli olarak kullanılırdı. Bu glifler
adlandırılacak nesnenin grafiksel temsiliydi: 'El' glifi drt ve 'lotus'
glifi ssn olarak telaffuz edildi. (Mısırlılar genel olarak ünlü sesleri
yazıda kullanmazlar, yalnızca ünsüz sesleri gösterirlerdi. ) Diğer hi­
yeroglifler yalnızca temsilidir: Örneğin, wnm 'yemek', eli ağzında
olduğu halde oturan bir adamla temsil edilir. Bu tür glifler, nesne­
ler, eylemler, hatta soyutlamalar olabilir. Eşsesli kelimelerde farklı
anlamlar için aynı işaret kullanılabilir. Db 'parmak' kelimesi, aynı
zamanda db ' 1 0,000'i ifade etmek için de kullanılırdı. Yaklaşık
26 glif tek bir ünsüzü, başka 84 glif iki ünsüzü temsil etmektedir.
Başka 24 glif belirli hecelerdir (hece yazısı). 1 4 Yaklaşık 1 00 tane
belirtici [determinative] öğe (bağlantılı olduğu gliflerin ait olduğu
türü 'belirleyen' ya da tanımlayan telaffuz edilmemiş glifler) fo­
netik gliflerinden sonra kullanılırdı. Bir glifin altındaki tek çizgi,
glifin logogram olduğu anlamına gelir; glifin altındaki iki çizgi,
tasvir edilen iki nesne anlamına gelir ve üç çizgi ise üç ya da üçten
fazla nesne anlamına gelir ( Şekil 7).
Mısır hiyeroglifleri, yaklaşık 5400 yıl önce, yani Birinci Hane­
dan döneminden çok önce standart şekillerini ve ses değerlerini ka­
zanmıştır. Zaman içinde yüzlerce logogram, hece yazı ve belirtici­
lerden oluşan karma bir yazı sistemi ortaya çıkmıştır. Kolay tanım­
lanabilir belirli nesnelerin dışındaki şeyler ancak bu sistemle yazı­
labilirdi. Örneğin, 'ev' ve 'çıkmak' için par denirdi, fakat her ikisi
için de yalnızca pr yazılırdı. Daha ileri tarihlerde katipler 'ev' ya da
YAZILI DiL 87

'çıkmak' ile ilgisi olmayan kelimeler için de pr'yi kullanırlar, ama


çoğunlukla kastettikleri kelimeyi göstermek için belirticiler kulla­
nırlardır. Her ne kadar zamanla tek ünsüz gösteren 26 tane glif
ortaya çıksa da, bunlar hiçbir zaman bir alfabeye dönüştürülmedi.
Ama bunlar, M.Ö. ikinci binyılda proto-alfabetik hece işaretleri
listelerinin (heceleri temsil eden semboller dizisi) oluşturulmasında
belki de esin kaynağı oldu. Söz konusu simgeler, Doğu Akdeniz'in
ve sonuç olarak bizim alfabemizin temelini oluşturmuştur. 15

'Onun yüzünü aydınlat, gözlerini aç'

S vehd sesleri, çengel işareti ve uzun saplı bir topuz ile gösterilir.
Böylece shd 'aydınlat' kelimesi oluşur. Güneş işareti, bir belirtici
olarak aynı anlama gelir. Sepet, 'sen' kelimesini gösteren eril
son ektir. Dolayısıyla: 'Aydınlat.'

Il Yüz, 'yüz'dür ve sesi hr'dir. Çubuk işareti okuyucuya, 'burada­


ki yazı senin gördüğün nesnedir' sözünü anlatır.

Boynuzlu engerek yılanı, eril 'o', 'onu', 'onun' anlamlarını ve­


ren -f son ekidir.

Tavşan, wn'dir, ayrıca 'açmak' kelimesinin karşılığıdır. Bu, n


olarak okunan dalgalı işaret ile desteklenir.

Aşağıdaki iki belirtici yan yatmış bir kapı (öyleyse o, aynı za­
manda açıktır) ve bir çubuğu tutan ön koldur ('çaba'yı gösterir).

Yine, sepet, 'sen'i belirten eril bir sonektir. O, 'Aç' okumasını


sağlamak için yukarıdaki dört işarete aittir.

İki 'göz', irty kelimesini simgeler, bu kelime "göz" anlama gel­


mektedir.

� Yine boynuzlu bir engerek yılanı (eril) 'onun' demektir, iki çap­
\\ \\ raz çizgi gözlerin iki tane olduğu anlamına gelir (yukarıdaki iki
gözle ilgili olarak).

7 Mısır hiyeroglifleri nasıl okunur: il. Amunhotep'in sandukasının üzerindeki simgeler.


Tanrıça İsis tasviri, yer tanrısı Geb'den kutsama istendiğini göstermektedir.
88 DiLiN TARİHi

Mısır hiyeroglifleri, çoğunlukla mürekkeple papırus, deri ve


çömlek parçaları üzerine yazılırdı. Bu, yak. M.Ö. 2600'de, İkinci
Hanedan'ın sonunda, merkezi yönetimin tarihsel anlatılarını ya­
zılmasını kolaylaştırmak amacıyla -daha sonra hiyeratik adı ve­
rilen- bir el yazısının gelişmesine olanak sağladı. Yazının eskiden
kullanılan resim-simgeleri, stilize edilerek temsil ettikleri nesneler
tanınamaz hale geldi. Bu sıralarda Sümer çivi yazısı gelişmekteydi.
Hiyeroglifler, fermanlarla ve gelenekle muhafaza edilmiş olsa da,
sürekli değişime olanak veren bağımsız gelenek olarak el yazısı ge­
lişti. El yazısının resmi, bireysel, din dışı ya da dinsel amaçlar için
kullanılmasına bağlı olarak farklı karakterler ortaya çıktı. 16 M.Ö.
yedinci yüzyılda Yirmi Beşinci Hanedana gelindiğinde, demotik
olarak adlandırılan günlük bir el yazısı biçimi kullanılıyordu; bu el
yazısı ağırlıklı olarak kısaltılmış açıklamalara dayanıyordu ve idari
ve ticari işlemlerin tümünde kullanılıyordu. M.S. 3. yüzyılda Hıris­
tiyanlığın bölgeye girişiyle birlikte, üç Mısır yazısının yerini, Mısır
hiyerogliflerinin çok sonra değiştirilmiş bir biçimi olan Yunan al­
fabesi ve Kıpti alfabesi almıştır. Mısır dili, artık Kıpti alfabesinin
yanı sıra Yunan alfabesiyle yazılıyordu.
M.Ö. yak. 3 100 yılına gelindiğinde, Sümerler, belki de ticaret
yaptıkları Mısırlılardan etkilenerek, dış marka etiketlerinin yerine,
birimleri, ölçüleri ve ağırlıkları gösteren logografik işaretlemele­
re dayanan basit damgalı tabletler kullanmaya başlamışlardı. 1 7
Sümerce, çok sayıda eşsesli kelimesi bulunan, yani tek bir sesin
farklı anlamları ifade ettiği tek heceli bir dildir. Logografik yazı­
da, bir glif tek bir morfeme ya da bir kelimenin tümüne karşılık
geldiği için, bu eşseslilik bir belirsizlik yaratıyordu. Sümerler, belki
yine Mısırlılardan etkilenerek bu karışıklıktan kurtulmayı sağla­
yacak bir yol buldular: Logogramların ayırt edilmesini sağlamak
için alfabelerine saf fonetik glifler eklediler. Bu fonetik glifler, yine
Mısırlıların yaptıkları gibi, resimli bilmece prensibi ( bu prensipte,
kelimelerin bölümleri ayrı ayrı resimlerle gösterilir) kullanılarak
ayrıntılı hale getirildi: örneğin, İngilizce 'betray' kelimesi, bee (arı)
ve tray (tepsi) resimleri ile 'yazılabilir'. (Resimli bilmece prensi­
bi, o zamandan beri dünyada birçok kez kullanılmıştır. ) Ancak
YAZILI DİL 89

Sümercede çok sayıda eşsesli sözcük bulunduğundan, bu fonetik


yazıların yetersiz olduğu görülmüştür. Bu yüzden, Sümerler, yine
Mısırlılar gibi belirticileri de kullanmışlardır. Örneğin, Sümerlerde
tüm tanrı ve tanrıça isimleri bir yıldız ( * ) işaretiyle yazılırdı. Sü­
mer yazı sisteminde gramatik öğelerin grafik karşılığı, ancak eski
Mısır yazı sistemine dayanılarak logogramlardan hecesel değerler
geliştirildiğinde üretilebilmiştir. Sümer yazı sistemi, ancak o zaman
başka dilleri konuşan toplulukların da kullanabildiği kullanışlı bir
yazı haline gelmiştir.
M.Ö. 2500'e gelindiğinde, Sümerlerde, kullanışlılığı bakımın­
dan Mısır hiyeroglifleriyle rekabet eden çok gelişkin bir yazma
tekniği gelişmişti: Sümerler, yumuşak kil üzerine birbiri ardına çi­
viye benzer şekiller oluşturmak, yani çivi yazısı yazmak için, ucu
üçgenleştirilmiş bir kamış (stylus) kullanıyorlardı. 1 8 Glifler, artık
Sümer dilinde bir kelimeyi hemen çağrıştırabilen kolayca tanına­
bilen nesneler değildi, kamış kalemle art arda yapılan baskılardan
oluşan standartlaştırılmış ve soyut şekillerdi. Bu, sistemin kelime
oluşturma kapasitesini büyük ölçüde artırdı. Sonraki 500 yıl için­
de, Sümer dilinde her şeyi ifade edebilen yaklaşık 600 gliflik bir
külliyat oluşturuldu ve bu külliyatla, dünyanın kayda geçen en eski
edebiyatı kil tabletlerin üzerine yazıldı.
Artık çivi yazısıyla yazılan ve okunan yalnızca Sümer dili de­
ğildi. Yak. M.Ö. 2600 yılından itibaren bölgeye giren Doğu Sami
Akkadlar, M.Ö. 2400 yılına gelindiğinde Sami olmayan Sümer
kültürünü ve bunun yanı sıra Sümer çivi yazısını değiştirerek be­
nimsemeye başladı. 1 9 Akkadlar, daha sonra değiştirerek benimse­
dikleri bu kültür ve yazıyla görkemli Babil kültürünü geliştirdiler.
(Bölgeye 'Sümer' adını veren de Babillilerdir. ) Sümerler, yak. M.Ö.
1 800 yılına gelindiğinde Akkadlar tarafından tamamen eritilmiş
olsa da, Sümerce, Akkadların Sümer çivi yazısı metinlerini oku­
yuşuyla varlığını sürdürdü. Akkadlar, ayrıca her glif için iki tür
okuma belirleyerek aynı glifleri Akkad dilinde de okudular.2 0 Ak­
kadların Babil imparatorluğu çok güçlü olduğundan, sonraki yüz­
yıllar boyunca komşuları olan pek çok topluluk, tamamen farklı
dilleri için Sümer-Akkad çivi yazısını benimsediler. Bu topluluklar,
90 DİLİN TARİHİ

farklı fonolojilerini daha iyi göstermek amacıyla, önemli değişik­


likler ve eklemeler yaptılar. 2 1 Hint-Avrupa ailesine mensup Hititler
M.Ö. 1 600 civarında çivi yazısını benimsedikleri zaman, onların
yazısı, mevcut Sümer ve Akkadların her glif için vermiş oldukları
değere yeni Hitit değeri eklediler. Böylece, her Hitit çivi yazısı gli­
fi, kuramsal olarak üç şekilde okunabiliyordu. Bununla birlikte,
Hititlerin belirticileri ustaca kullanması, potansiyel belirsizlikleri
önemli ölçüde azaltmıştır.
M.Ö. 1400 yılına gelindiğinde, çivi yazısı uluslararası diplomasi
ve ticaret yazısıydı. Güçlü Mısır bile kuzeydoğu komşularıyla dip­
lomatik yazışmalarında çivi yazısını kullanıyorlardı. Güçlü Sami
ve Hitit hükümdarları tarafından büyük çivi yazısı kütüphaneleri
oluşturuldu: Asur ( 669-633) Kralı Assurbanipal, Ninova'da yakla­
şık 25.000 kil tabletin olduğu bir çivi yazısı kütüphanesine sahipti.
Çivi yazısının yayılması önce yavaşladı, sonra da durdu. M.Ö. ilk
birkaç yüzyılda, çivi yazısı Babillilerle sınırlı kaldı. M.S. 50 yılına
kadar Babillilerin astronomi okullarında bu yazı kullanılmaya de­
vam etti. Çivi yazısının yerini sonunda Samilerin ünsüz harflerden
oluşan ve çok daha geniş etki alanı kazanan yazısı aldı.
Günümüzde Doğu Pakistan'da bulunan İndus Vadisi uygarlığı­
nın hala çözülemeyen yazısı, Sümer logografik yazısının etkisiyle
doğmuş ilk yazı türlerinden biri olabilir. İndus Vadisi'nin ilk şehir
toplumu, yaklaşık 4600 yıl önce düzgün taşlarla döşenmiş yolları
ve su şebekesi bulunan, ızgara planlı, kalabalık iki şehrin kurulma­
sıyla ortaya çıkmıştır: Kuzeyde Harappa ve güneyde Mohenco-da­
ro. İki kent, eski Mısır' dan daha geniş bir bölgede etkili olmuştur.22
İndus Vadisi'ndeki topluluk, kendi benzersiz yazı türünü geliştirdi.
Bu yazı oyma bakır tabletler ve sabuntaşından damga-mühürler
üzerine yazılıyordu. Bu yazının yak. M.Ö. 3500 tarihli prototiple­
ri, Harappa'da bulunan seramik çömlek parçalarında yer almakta­
dır. Tipik Harappa mühürlerine, M.Ö. 2500 tarihli Mezopotamya
şehirlerinde rastlanmıştır. Bu mühürlerin binlercesi İndus Vadisi'n­
de de bulunmuştur. Kare veya dikdörtgen biçimindeki bu mühürle­
rin üzerinde oyulmuş hayvan şekilleri, mitolojik yaratıklar, kıyafet
giymiş insanlar ve benzeri tasvirler yer alır. Fakat bu tasvirlerin
YAZILI DiL 91

içinde yazı yoktur; genellikle bu tasvirlerin yanında yer alan beş-al­


tı glif vardır. İndus Vadisi'nde binlerce resimli mühürde bulunan
yazılardaki gliflerin toplam sayısı yaklaşık 400'dür, bunların çoğu
da standarttan uzak ve belirsizdir. Hecesel ya da alfabetik bir yazı
için çok fazla sayıda olduklarından, bu gliflerin, belki de yalnızca
yazanın adını gösteren bir tür logografik yazı olduğu düşünülebi­
lir.23 Bu yazının erken bir Dravid dilini24 temsil ettiği ileri sürül­
müştür, ama kesin bir kanıt bulunmamaktadır. İndus Vadisi uygar­
lığı, bilinmeyen sebeplerle M.Ö. 1 900 civarında çökmüştür.
24 heceyi kapsayan Mısır hiyeroglif sistemi belki de, 22 heceden
oluşan Batı Sami yazısının kaynağıdır. Söz konusu Batı Sami Yazısı
akrofoniktir, yani kelimenin ilk ünsüz harfini göstermek ilkesine
dayanır.2 5 Batı Sami hece alfabesi, daha sonra Arap, Moğol, Man­
çu, Süryani, Arami ve Pehlevi yazılarını doğurmuştur. 26 Batı Sami
hece alfabesi, aynı zamanda, Devanagari yazısının -Sanskritçede
ve Hindistan'ın çeşitli modern dillerinde kullanılan yazının- yanı
sıra başka pek çok Güney Asya yazısını doğuran Hint Brahman
dilinin yazılarına kaynaklık etmiştir. Bunların hepsi de kaynakları
gibi hecesel yazılar olarak kaldılar.
M.Ö. ikinci binyılın başlarında, uluslararası ekonomi ve dip­
lomasiyle bütünleşmiş bir sisteme sahip olan kozmopolit Kenan
kültürünün Batı Sami hecesel yazısı da muhtemelen Kıbrıs üzerin­
den, Hint-Avrupa ailesine mensup Yunanların birkaç alfabesine
kaynaklık etmiştir. Yunanlar, M.Ö. üçüncü binyılda günümüz Yu­
nanistan bölgesini istila etmişler, birkaç yüzyıl sonra artık bölgenin
hakimi olarak, Doğu Akdeniz'in daha zengin Kenanlıları ile tica­
rete başlamışlardı. Yunanlar, Kenanlılardan hecesel yazının sadece
fikrini aldılar; Yunanların gelişmiş glifleri ve fonetik değerleri şekil
ve ses bakımından tamamen Ege tarzındaydı. Söz konusu glifler,
resimli bilmece prensibi temelli olup Yunan dilinin çok eski bir
biçimini yansıtıyordu. (Bölgede pre-Greklerin ilk Ege yazılarını
bağımsız olarak geliştirdiğini ileri süren geleneksel teori artık çü­
rütülmüştür. )
Girit'te yaşayan Minoslular v e Mikenler, Ege adaları v e ana­
karadaki Yunanlar tarafından yüzyıllarca kullanılan çeşitli hecesel
92 DiLİN TARiHİ

yazılar arasında Girit'in meşhur hiyeroglif yazıları ( farklı varyant­


ları ile birlikte) ve söz konusu yazının basitleştirilmiş Doğrusal A
ve Doğrusal B sadeleştirmeleri bulunmaktadır. Bu alfabeleriyle ya­
zılmış, bugüne kalan 4000'den fazla parça Avrupa'nın en eski yazı­
lı metinlerini oluşturur. Yunan hecesel yazıları, yine Doğu Akdeniz
kaynaklı daha uygun bir proto-alfabeye geçilmesiyle, M.Ö. ikinci
binyılın son birkaç yüzyılında terk edilmiştir. Yunan periferisinde
bulunan Kıbrıs adası, özel kullanım için tahsis edilmiş arkaik bir
hecesel yazıyı M.Ö. 2. yüzyıla kadar korumuştur. 27
Dünyanın en eski alfabetik yazısıyla yazılmış metinler -günü­
müz İsrail bölgesine ait Gezer Çömleklerinden birini süslemekte­
dir- M.Ö. 1 6. yüzyıla aittir.2 8 Kenan' da resim yazı olarak kullanı­
lan bu proto-alfabe, çivi yazısı ile birlikte iki yüz yıl sonra kulla­
nılıyordu. Çivi yazısı hem Ugarit (günümüzde Res Şamra, Suriye)
hem de Doğu Akdeniz'in önemli şehirlerinde eşzamanlı olarak kul­
lanılmıştır. Ugarit'li katipler erken çivi yazısının yazı malzemeleri­
ni ve tekniklerini korumuşlar, fakat aynı zamanda kendi alfabetik
gliflerini ve değerlerini de icat etmişlerdi.
M.Ö. 1 300 dolaylarında, Biblos'un Fenikeli katipleri, akrofoni­
den türetilen glifleri kullanarak son derece basitleştirilmiş bir hece
yazısı geliştirdiler. Fenikeli Samiler, hece yazılarında ünlü simgeleri­
ni asla gerekli görmediler. Mısır yazısını kullanmamalarında, dilsel
olmayan diğer sebeplerinin yanı sıra, hece yazısının Fenike diline,
Mısır logografik yazısından daha uygun olduğunu kabul etmeleri
rol oynamıştır. (Sami dilleri, kelime biçimlendirmede ünlüden ziyade
ünsüzlere öncelik verilmiştir.) Geç Tunç Çağı'nda ticaret merkezleri
tarafından kullanılan bir proto-alfabe olan bu yeni Doğu Akdeniz
hecesel yazısı, ancak M.Ö. 1 200 dolaylarına kadar devam etti. He­
cesel yazı ve çivi yazısı yerini, Tunç Çağı Kenan resim yazısından ge­
liştirilmiş ünsüz harflere dayalı alfabeye bu sıralarda bırakmıştır. 2 9
Doğu Akdeniz'le düzenli ticaret yapan Yunanlar da ünsüz harf­
lere dayalı bu yeni alfabeyi benimsediler. Fakat Yunanlar, bu al­
fabenin Sami dillerine gayet uygun olmasına karşın, Yunanca gibi
bir Hint-Avrupa dili için çok fazla belirsizliğe yol açtığını hemen
fark ettiler. Çünkü ünlüler, Grekçede önemli gramatik ve anlam
YAZILI DiL 93

yaratan öğelerdir. Yunanlar, Yunancayı hem yazan hem de oku­


yanlar tarafından kullanılabilecek bir alfabe oluşturmak için bir
şeylerin yapılması gerektiğini fark ettiler. Bu 'bir şey' yazının or­
taya çıkışından beri en büyük gelişmeyi doğurdu: Yunanlar, Doğu
Akdeniz'in ünsüz harflere dayalı alfabesine ünlü harfleri eklediler,
böylece yepyeni bir yazı türü yarattılar. Grek alfabetik yazısı, o
zamandan beri (yaklaşık 3000 yıldır) dış görünüş dışında esas iti­
bariyle aynı kalmıştır.
Yunanlar, şaşırtıcı derecede yalın ve olağanüstü kullanışlı bir
başarıya imza atmışlardır ( Şekil 8 ) . Yunanlar, İbraniceden "alef'
(öküz) ünsüz glifini alıp -İbranicedeki alef glifi, Sami hemzeyi
(mes'ele, neş'e'de olduğu gibi) yani Yunancada olmayan bir mor­
femi temsil eder- glifin hemzesiz "a" değerini kullanarak salt bir
ünlü sembol oluşturdular. Yunanlar, daha sonra, Samilerden başka
bir sembolü ( L sembolü için Sami yodh) aldılar ve iki tane de yeni
'harf' [bir alfabedeki glif (sembol)] icat ettiler, nihayet Yunancada
ihtiyaç duydukları tüm kısa salt ünlüleri temsil eden işaretleri elde
ettiler: a (A), E (E), L (İ) ve o (O). Yunanlar daha sonra bu yeni
'alfabe'yi ( "alfabe" kavramı, Yunancanın ilk iki harfi alfa ve be­
ta'nın birleştirilmesiyle oluşturulmuştur), Yunancanın yazıda ko­
nuşulduğu gibi temsil edilmesini sağlayacak şekilde geliştirdiler. İlk
olarak, uzun E'yi kısa E'den ayırt etmek amacıyla Sami heth glifi, rı
sembolü olarak alındı. Aynı şekilde, kısa o'yu uzun o'dan ayırmak
amacıyla : (alt tarafı açık bir O) harfi üretildi. Dört özel Grek sesi
için de, belki de eski Kıbrıs değerlerinden alınmış birer harf seçildi:
u (upsilon), <I> (phi), x ( e hi), 'P (psi).
Bu sürecin sonunda, usta Grek katipleri, hem ünsüz hem de
ünlü harflerden oluşan küçük, kullanışlı bir alfabeye sahip oldular.
Dillerini yazmak için yapmaları gereken tek şey, bugün kullandı­
ğımız yöntem gibi, tam kelimeleri oluşturmak üzere ünsüz ve ünlü
harfleri konuşulan sıra içinde birbirine bağlamaktı. Dünyanın baş­
ka hiçbir yerinde bağımsız olarak tekrarlanan, ünlü ve ünsüz harf­
lere dayalı bir alfabe icat edilmemiştir. Daha da önemlisi, hiçbir
yazı sistemi, dünya dillerinin çoğunluğu -tümü değil- için bundan
daha yararlı bir şey geliştirmemiştir.30
94 DİLİN TARİHİ

Fenike Arkaik Grek Klasik Grek Latin


Alfabesi Alfabesi Alfabesi Alfabesi
(M.Ö. 8. yüzyıl) (M.Ö. 8.-5. yüzyıl)

� "* ... A A

� a °AıN'1'8� 8 B
1 'T ) J > /1 r CG
6Q .c.. <> a /:; D

� H 3 1 .J E E

'1 Y 'lr d J F
J: r .r Il z
� B O El H J:I H � H H

0 @©0 6 0
ı 3ı lp IJ
1 ::ı\ K K

l v' 1" "\ 1 1 /\ L

"l "1 11 "1 ""' -"' ' M M

1 '1 il\ N N
I $ -:X. Bl .= � J.
o 0 0 o o

7 71)1 rr p

f"' r M /\/\
cp � ? [F; q Q

<\ C\ <\ Sl 1 0 'V p R

vv � � nu � s

..,.. i 1 T T

'"\ Y V V y UVWY

cµ o <P
+ .x x x

f W -.V )t:: 't'


'? J n 11 .A .n

8 Grek ve Latin alfabelerinin gelişimi.


YAZILI DİL 95

Bu kitaptaki yazı dahil bütün Doğu ve Batı Avrupa alfabeleri,


kaynağını Yunan alfabesinden almıştır. Yunan alfabesi ile karşı­
laşan yazısız Avrupalılar, Yunancadan ya yalnızca yazma fikrini
aldılar ya da Yunan alfabesini değiştirerek veya değiştirmeden be­
nimsediler. Örneğin erken Germen kabileleri, yalnız yazı fikrini
alarak kendi benzersiz runik sistemlerini geliştirdiler. Sekizlik üç
seri halinde 24 işaretten oluşan bu sistem (çoğunlukla mezarlık­
larda) kısa kitabelerde kullanıldı. M.S. 1 . yüzyıla ait en eski Ger­
mence metin runik sistemde yazılmıştır. 1 0. yüzyıl dolaylarında, en
kuzeydeki Germen kabileleri Hıristiyanlığa geçip Latin alfabesini
kabul edince, runik sistemin kullanımı tamamen sona erdi. Aynı
şekilde eski İrlandalılar ve Galliler de alfabetik yazı ile tanışınca,
ogham olarak adlandırılan kendi alfabelerini geliştirmişlerdir. Düz
dik çizgileri kesen çizgilerden ya da çentiklerden oluşan bu yazı,
ya sola ya da sağa veya aynı anda iki yöne doğru giden, beş ünlü
işareti ve on beş ünsüz işareti temsil eden birden beşe kadar nokta
ya da çizgiden oluşurdu. Hıristiyanlığın kabulü, Latin alfabesine
direnemeyen ogham yazısını sona erdirmiştir.
M.Ö. birinci binyıl Etrüskleri, kendi dillerini yazmak için Yu­
nan harflerini kullanmışlardır. Günümüzde henüz çözülemeyen bu
yazı (alfabe biliniyor, fakat dil bilinmiyor) sayesinde Etrüsk dili
metinlerini okuyabiliyoruz, ama anlayamıyoruz. M.S. 4. yüzyılda,
Germen Gotlar, Yunan alfabesine dayanarak kısa bir süre sonra
işlerliğini yitirecek kendi Gotik alfabelerini yarattılar. M.S. 9. yüz­
yılda, Slav halkları Konstantinopolis'in Yunan alfabesini kullana­
rak iki Slav alfabesi geliştirdiler: Yunan alfabesine büyük harfleri­
ne dayanan ve Rusya'da benimsenen (birkaç yüz milyon insan ta­
rafından kullanılan bugünkü Rus alfabesi), daha sonra diğer Slav
dillerinde, hatta Slav olmayan dillerde kullanılan Kiri/ alfabesi ve
belki de Slav havarisi Aziz Kyrillos tarafından Yunan küçük harf­
lerinden türetilen, günümüzde yalnızca Hırvatların Katolik dua
kitaplarında yaşayan Glagol alfabesi.
Yunan alfabesinin şimdiye kadar en önemli uyarlaması, M.Ö.
600 dolaylarında, Etrüsklerle komşulukları dolayısıyla İtalya top­
raklarında Yunan yazısıyla tanışan Romalılar tarafından yapılmıştır.
96 DiLiN TARİHİ

Romalılar Yunan alfabesinin orijinalini neredeyse hiç değiştirmedi­


ler. En belirgin değişiklik, Latincede [k] sesinin karşılığı olan C'yi
seslendirmeleri ve G olarak yazmalarıdır. Roma'nın daha sonra ar­
tan askeri ve ekonomik gücü sayesinde, Batı dünyasının tamamında
yazı dili olarak Latince kullanılmış, Kelt ve Germen dilleri gibi La­
tince kökenli olmayan bazı dillerde de bu durum görülmüştür.
Alfabede son değişiklikler, M.S. 800 civarında, Şarlman'ın (1.
Karl) danışmanları açık, klasik temelli bir yazıya ihtiyaç duyduk­
ları zaman meydana geldi. V harfi, W sesini karşılayan W harfini
oluşturmak amacıyla ikili hale getirildi; [u] ünlüsünü V ünsüzün­
den ayırmak için U icat edildi; 1 harfinin ünsüz işlevini ayırt et­
mek için J türetildi. Fakat bugünkü alfabe aslında, 2000 yıl önce
Romalılar tarafından kullanılan alfabeden çok da farklı değildir.
(Eski bir Romalı bu kitabı okusa, sesleri kabaca telaffuz etmek
konusunda pek de zorlanmayacaktı. ) Latin alfabesi, M.S. üçüncü
binyılda dünyanın en önemli yazı sistemi haline gelmiştir.
Bu saygın gelenek yeni çarpıcı sonuçlar da doğurmuştur. Kuzey
Amerika'da yak. 1 820'de, Çerokilerin lideri Sequoyah, Çerokice
fonolojisini göstermek amacıyla 85 özel hecesel (alfabetik değil)
işaret oluşturmak için Latin alfabesinin şekillerini değiştirmiştir.
Bugün bile, Sequoyah'nın Çeroki yazısı, Çeroki dinsel yayınların­
da ve gazetelerinde okunabilmektedir. 1 905-1 909 yıllarında, Gü­
ney Pasifik'te bulunan Caroline Adaları'nda yaşayan ve Woleai dili
konuşan topluluklar, Avrupalı misyonerlerin götürdükleri Latin al­
fabesini yeniden düzenleyerek kendi dillerini ifade edebilecek özel
bir hecesel yazı geliştirmişlerdir. Latin alfabesinden yerlilerin türet­
tiği yazılar arasında, Batı Afrika'da Duala Bukere'nin 1 834 tarihli
Vai hecesel yazısı ve Orta Kamerun'da Kral Nshoya'nın 1 900 ta­
rihli Bamum yazısı da bulunmaktadır.
Celebes'teki Macassar-Buginese yazıları ve Filipinler'deki Bisa­
ya yazıları dışında -söz konusu yazılar, Hindistan' dan getirilen yazı
sistemlerinin kollarıdır- Pasifik halkları 1 8. yüzyılın sonuna kadar
yazısız kalmıştır. Aslında, eski Pasifik toplumlarında muhasebeci­
lik gerektiren gelişkin devletler gelişmediğinden yazı gerekli değildi
ve uzun soyağaçlarının aktarımı dahil sözlü edebiyat ile muazzam
YAZILI DİL 97

hafıza, bu toplumların bütün gereksinimlerini karşılıyordu. Daha


sonra, Güney Pasifik'in doğu ucundaki izole Paskalya Adası'nda,
dünyanın en ilginç yazılarından biri geliştirilmiştir. 3 1 Yazı fikrini,
doğrusallığı ve yazının soldan sağa yazılmasını muhtemelen İspan­
yol istilacılardan alan Paskalya Adası'ndaki yerli Polinezyalılar,
1 770'te yaklaşık 120 temel logograma -kuşlar, balıklar, tanrılar,
bitkiler, geometri vs- sahip meşhur rongorongo yazısını oluştur­
dular. Bu yazıda, ayrı ayrı semasiogramlar (fikirleri, dil olmaksızın
doğrudan ifade eden glifler) birbirlerine eklenen unsurlar olarak
kabul edilir. Ana glifler, kaynaşmalar, ekler ve birleşmelerden olu­
şan karma bir yazı söz konusudur. Yazı, ilkel Paskalya Adası'nda,
birdenbire 'gerekli' hale gelmedi. Yabancı istilacıların büyük gemi­
leri, çakmaktaşı silahları ve toplarıyla getirdikleri yazının mana'sı,
yani 'sosyo-ruhsal gücü', adanın yönetici sınıfının, şefin ve rahip­
lerin zayıflayan otoritesini yeniden kurmak için kullanıldı. Tümü
tahtaya kazınmış rongorongo'nun bugüne kalan 25 kitabesinin
hepsi değilse de çoğunun basit 'telgraf üslubunda' olduğu görül­
mektedir: A1 B> C, 'Tüm kuşlar, balıklar [ile] çiftleştiler: Güneş
+

[doğdu] ' sözünde olduğu gibi yüzlerce birleşimden oluşur ( Şekil 9).

A, + B > C

manu mauikara 'a

manu mauikara 'a

kuş tüm balık güneş

(Te) manu mau ika:


[fallus: ki 'ail ki rota ki] (te) (ka put e) ra 'a

'Tüm kuşlar balıklarla çiftleşti: güneş doğdu.'


9 Paskalya Adası'ndaki rongorongo yazısının okunuşu.
98 DİLİN TARİHİ

Asya Yazıları

Belki de Batı yazılarından esinlenerek ortaya çıkan Çin yazısı,


M.Ö. ikinci binyılda, kemiklerin, bambu çubuklarının, tahta lev­
haların ve nadiren de ipek üzerine nesnelerin standartlaştırılmış
basit tasvirlerinin yapılmasıyla ortaya çıktı. Söz konusu nesnelerin
isimleri yüksek sesle söyleniyordu. Yukarıdan aşağı yazılan yazıy­
la sağdan sola giden sütunlar oluşturuluyordu. Zamanla tasvirler
daha stilize hale geldi. Bu sayede daha hızlı, daha akıcı yazılabi­
liyordu. Ayrıca resim-bağlantılı yazı, daha geniş bir bölgede hem
aynı dili konuşan hem de farklı dilleri konuşan daha fazla insan
tarafından kullanılabiliyordu.
Çin yazısındaki yaratıcı yön, daha M.Ö. ikinci binyılın sonunda
tamamıyla geliştirilmiş olan birleşme özelliğinde görülür. 32 'Ağaç'
ve 'güneş' gibi iki tane birincil glif ya da wen glifi (aslında resim
yazıları) yeni bir türev ya da dze glifini türetir - 'doğu', ağacın ar­
kasından doğan güneşle temsil edilir. 'Sevgi', 'kadın' ile 'çocuk'un
birleşimidir. 'Parlaklık', 'güneş' ve 'ay'ın birlikte yazılışıdır. Diğer
glifler, daha semboliktir: 'yukarı' ve 'aşağı', ya aşağı ya da yukarı
doğru ardı ardına dikey çizgileri olan yatay çizgilerdir ( Şekil 1 0 ) .
Wen ve dze aslında 2500 gliften oluşuyordu. Bunlar aynı za­
manda, artık belirli bir fiziksel nesne ile bağı olmayan bir ses sağ­
lamak için fonetik olarak da kullanılabiliyordu. M.Ö. birinci bin-

.i1\''ağaç" artı B "güneş" eşittir fB "doğu"


-];< "kadın" artı T"çocuk" eşittir !ıJ "sevgi"
B"güneş" artı � "ay" eşittir �"parlaklık"

l_ "yukarı" ve T "aşağı"
1 O Çin yazısı.
YAZILI DİL 99

yılın ikinci yarısında, 625 (işaretleri tanımlayan) belirticiden biri,


hangi nesnenin hangi belirli fonetik ses ile ifade edildiğini göster­
mek amacıyla, yaygın olarak 'fonetiğe' eklendi.
Bilinen en eski Çin yazı biçimi, 'Eski Yazı'dır. Bu yazının daha
sonraki aşaması ise 'Büyük Damga Yazısı'dır. M.Ö. 3. yüzyılda,
birinci imparatorluğun Xin Shi Huang Di'nin yönetiminde birleş­
mesi üzerine, Xin'in imparatorluğa ait idare işlerinde kullanılan
'Küçük Damga Yazısı' hakim olmaya başladı. O zamandan beri,
küçük biçimsel değişiklikler hariç, yazıda herhangi bir kökten
değişim olmamıştır. En büyük değişiklik, M.Ö. 200 dolayların­
da tahta kalemlerin kullanımının azalması ve kıl fırçaların kul­
lanımının artmasıyla meydana geldi. Kıl fırçalar 'Han Yazısı'nın
ortaya çıkması için gerekli olan yeni bir teknikti. Bu yazı, M.S.
4. yüzyılda, resmi yazışmalarda ve matbaada kullanılan estetik
açıdan daha çekici 'Standart Yazı' haline geldi. Günlük kullanım
için, daha az kusursuz olan ve daha çok kısaltılmış el yazıları or­
taya çıktı.
Geçen binyıllarda Çin dilinde meydana gelen pek çok fonolo­
jik değişiklikten dolayı, birçok Çin glifinin ilk değerleri bugün ke­
sin olarak saptanamamaktadır. Genellikle 'fonetik' glife eklenen
belirtici glif sayesinde, bir glifin hem semantik hem de gramatik
olarak değeri kolaylıkla bilinebilmektedir. Bu yolla, Çince ma glifi
görüldüğünde, bu glifin 'asalak-ma', 'akik-ma', 'tahta-ma', 'azar­
lamak-ma', ya da 'ağırlık-ma' olarak okunacağı hemen anlaşılabil­
mektedir. Günümüzdeki Çince gliflerin çoğu, bir belirtici öğeden
ve bir fonetik öğeden oluşur. Geçmişte 50.000 kadar glif mevcutsa
da, şimdi yalnızca olarak yalnızca 4000 civarında glif kullanılmak­
tadır. Bunlar, 214 belirticiden (AGAÇ, ATEŞ, SU ve saire) yarar­
lanılarak oluşturulan logogramlardır. Tüm logografik yazılar gibi
Çin yazısı da, anımsamayı kolaylaştıran güçlü bir semantik (an­
lam) unsura sahip yüksek derecede fonetiktir (ses-ilintili). Temsil
ettiği tonal, tek heceli ve çekimsiz dillere mükemmel biçimde uyum
gösteren Çin yazı sisteminin doğal sadeliği, 3 000 yıl boyunca nere­
deyse hiç değişmemesini sağlamıştır. Bu yazı bugün bir milyardan
fazla insan tarafından okunmaktadır.
1 00 DİLİN TARİHİ

Çin yazı sistemini benimseyen pek çok Asya halkı arasında Ja­
ponlar, belki de en büyüleyici değişiklikleri yapan halktır. M.S. ilk
birkaç yüzyılda, Japonya'nın orijinal Aynu halkını yerinden eden
ve kendi yazılarına sahip olmayan Japonların bilginleri, anakarada
Çin yazısını öğrendiler ve daha sonra Japon politik ve dini metin­
lerini yazmak için Japon sarayında kullandılar. Çince tek heceli
kelimeler hızla Japon kültürüne girdi ve çok sayıda eşsesli kelime
ortaya çıktı. Bir Çin glifi ya da kanji hem Çince-Japoncada hem
de yerli Japoncada çok çeşitli şekillerde telaffuz edilmeye başlandı.
Çin yazısı, çok heceli (Çince gibi tek heceli olmayan), çekimli (gra­
meri yansıtmak için kelime sonlarının değişmesi) Japon diline pek
uygun değildi. Söz konusu yazı Çinceye uygun olarak üretilmişti,
oysa Japonca Çinceden çok farklı bir dildir. İlk birkaç yüzyılda,
Japoncayı Çin yazısından okumak çok yavaş, zahmetli ve kafa ka­
rıştırıcı bir işti.
Bu sebeple, 1 000 yıldan uzun bir süre önce, Japon katipleri,
yalnızca kendi sesleri için birkaç düzine Çin glifi seçerek, beş ünlü­
yü (a, i, u, e, o) ve 41 ünsüz-ünlü (ka, ki, ku vs.) heceyi gösterecek
şekilde bunları sadeleştirdiler. 33 Bu gliflerle 46-gliflik hece yazısını
oluşturdular. Söz konusu hece yazısından iki ayrı hecesel Japon
kana yazısı ortaya çıktı. Bunların her biri 48 glife sahiptir. Bu iki
yazının daha önemli olanı, hiragana, sekizinci ya da dokuzuncu
yüzyıla gelindiğinde geliştirilmişti ve Çin kanji köklerine (kökler,
hemen hemen her zaman Çince gliflerle yazılır) gelen gramatik so­
nekleri sağlar, sözdizim işaretlerini sağlar ve özellikle küçük harfli
yazılarda, okuyucuya kolaylık sağlamak üzere açıklayıcı işaretlerle
kanji'yi daha anlaşılır kılar. Bu yazılardan ikincisi katakana, on
ikinci yüzyıl dolaylarında, hiragana'nın basitleştirilmiş bir versi­
yonu olarak geliştirildi ve öncelikle yabancı kelimeleri, yansıma
kelimelerini (anlatılan şeyin sesini taklit eden kelimeleri) ve diğer
kelimeleri fonetik olarak yazmak için kullanıldı.
Bugün Japonca bir metin yazılırken, üç Japon yazısı da -logog­
rafik kanji ve hecesel hiragana ve katakana- aynı anda kullanılır.
Belirli alanlarda standart kullanımın çok da kesin olmayan kural­
larına uyulur. Özellikle kanji orijinal Çince anlama ve telaffuza
YAZILI DiL 1 01

sahip olmasının yanı sıra, bir, iki ve hatta üç Japonca anlama ve


telaffuza sahiptir. Bu nedenlerle, Japonca, belki de dünyanın en
karmaşık yazı sistemidir ve karmaşıklığı bakımından Mezoameri­
ka yazı sistemlerini andırmaktadır.
Korece, önce benzer, daha sonra ise tamamen farklı bir yolu iz­
ledi. Kore' de M.S. 692 yılına kadar yalnız Çin yazısı kullanıldı. Bu
dönemde Çin yazısıyla yazılan metinlerde yerli Korece soneklerini
göstermek için Korece ido glifleri geliştirildi. Bu glifler, hiragana
hecelerinin Japoncada kullanılma biçimlerine benziyordu. Bunun­
la birlikte Koreliler, 1 5 . yüzyılda Batı alfabeleri ile karşılaşır kar­
şılaşmaz, önce 28, daha sonra 25 harfe sahip Hangul adı verilen
Kore alfabesini oluşturdular. Japon yazısının aksine, Hangul'un
dünyanın en basit yazısı olduğu iddia edilmektedir.

Mezoamerikan Yazı

Amerikan yerli halklarının ancak küçük bir bölümü yazı kul­


lanmıştı ve bu kullanıma sadece Mezoamerika'da rastlanıyordu. 3 4
Bu yazının kökeni bilinmemektedir. Bazı bilginler söz konusu ya­
zının yerli kökenli olduğunu ileri sürerler, belki de bunun yüksek
bir uygarlık düzeyine ulaşmanın 'doğal bir refleksi' olarak görü­
lebileceğini söylerler. Ama yazının uygarlığın 'doğal bir refleksi'
olarak dünyanın başka hiçbir yerinde ortaya çıkmadığı görülmek­
tedi�. İnsan konuşmasının grafiksel temsili fikrinin, insan tarihinde
yalnızca bir yerde -5000 yıldan uzun bir süre önce Afro-Asyatik
insanlar arasında- ortaya çıktığı ve oradan yeryüzünün başka ta­
raflarına yayıldığı anlaşılıyor. ( Bugün elimizde bulunan kanıtların
büyük çoğunluğuna göre, bu dünya yazılarının kökenini belki de
en iyi açıklayan teori yazının 'tek kökenden üreme teorisi'dir. ) Me­
zoamerikan yazılarının çeşitli türleri değerlendirildiğinde, belki de
çok uzun süren tek bir yazı geleneğiyle karşı karşıya olduğumuz
düşünülmektedir. Bu gelenek, M.Ö. birinci binyılın ilk yarısında
belki de dıştan etkilenme sonucu Güney Meksika'nın güçlü Olmek
kültüründe doğmuş, M.S. birinci binyıl boyunca görkemli Maya
kültüründe ilerlemiş, yaklaşık 1 000 yıl önce de sona ermiştir. Aynı
1 02 DiLiN TARİHi

bölgedeki Miksteklerin ve Azteklerin yazılarının zengin Maya yazı


geleneğinin sonraki basit gelişmelerinden ibaret olduğu anlaşıl­
maktadır.
M.Ö. birinci binyılın ilk yarısında Güney Meksika'da benzer­
siz bir Olmek (M.Ö. 1 200-500) hiyeroglif sistemi ortaya çıktı. 3 5
Bu yazıdan çok az parça günümüze kalmıştır, fakat M.Ö. 600
yılına gelindiğinde, Oaxaca'daki ve Chiapas ve Veracruz'un bazı
kısımlarındaki Olmek katipleri, kayaların üzerine muhtemelen
hükümdarların isimlerini ve zaferlerini kaydeden incelikli hiye­
roglifler çiziyorlardı. Bunlar, 2000 yılı aşkın bir süre sonra Av­
rupalılar bölgeye gelene kadar Mezoamerikan kitabelerinde ha­
kim olan konulardı. Bu yazıların yanında ender olarak sayılar
bulunmaktadır. Bütün Mezoamerikan kitabelerinin ayrılmaz bir
parçası olan ve dolayısıyla tek bir geleneği ifade eden say ı glifleri
takvimle ilişkilidir. Söz konusu takvim, dünyanın en karmaşık ve
sosyal açıdan en etkili takvimlerinden biridir. Olmek kitabeleri,
aynı bölgenin (M.Ö. 1 50-M.S. 450) daha iyi belgelenmiş Epi-01-
mek yazısına kaynaklık etmiş olabilir. Epi-Olmek yazısı belki de
Maya yazısıyla bağlantılıdır ve her ikisi de ortak bir kökenden
gelmektedir. Bununla birlikte Mezoamerikan yazılarının şeceresi
hala aydınlatılamamıştır.
Bütün Mezoamerika yazıları logografik yazılardır, yani nesne­
ler, fikirler ve (nesnelerin isimlerine dayanan) sesler gliflerle temsil
edilir. 3 6 Ayrıca tamamen fonetik değerlerden oluşan bir hece yazısı
da vardı ve bu yazı diğer gliflerle birlikte karmaşık bir sistem için­
de kullanıyordu. Bu, ya M.Ö. birinci binyıldan önce son derece
uzun bir yerli yazı geleneğinin bulunduğu, ya da başka bir bölgede
uzun süre gelişen bir yazı sisteminin alınmış olduğu anlamına gelir.
Mezoamerika'nın en gelişmiş ve en bilinen yazı sistemi olan Maya
yazısı, toplam yaklaşık 800 glif içerir. Bununla birlikte gliflerin bir­
çoğu, kraliyet isimlerini temsil eder ve yazılarda yalnızca birer kez
geçer. Bu gliflerin yalnızca 200 ile 300 tanesi düzenli olarak kulla­
nılmaktaydı. 1 50'den fazla Maya glifi heceleri temsil eder. Hecele­
rin neredeyse tümü ünsüz-ünlü şeklindedir. Bu yazı, çokdeğerlilik.
eşseslilik ve çokseslilik özelliklerini taşır: Yani, bir glif ses ve belir-
YAlili Dil 1 03

tici gibi birçok değeri gösterir; aynı ses pek çok farklı glifle temsil
edilir ve aynı zamanda bir glif birçok sese işaret eder. Bu, bir glifin
aynı zamanda hem logografik ( bir morfemi ya da bir nesnenin tam
ismini ifade eder) hem de hecesel (ayrı telaffuz edilmek suretiyle,
tasvir edilen nesnenin ilk hecesini ifade eder) olmak üzere ikili bir
işleve sahip olduğu anlamına gelir.
Mayalar, kutsal kitaplarında ya da el yazması kitaplarında, glif­
leri (M.Ö. 3 . yüzyıldaki Çinliler gibi) mürekkep ve kıl fırça kul­
lanarak, (M.S. 2. yüzyılın Çin kağıtları gibi) dövülmüş ağaç ka­
buğundan yapılan, alçıyla aharlanmış sayfalar üzerine yazarlardı.
Mayalar glifleri, dikey sütunlar halinde kaydederler, üstten alta'
( Çin yazısı gibi) ve ikili bir şekilde soldan sağa okurlardı. 3 7 Glif
bloklarında iki ya da daha fazla glif vardır ( Çin yazısı gibi). Örne­
ğin, Maya hükümdarı Pacal'ın ismini yazmak için diğer olasılıklar
arasında, yukarıda yazılan 'efendi' glifleriyle bir pacal "kalkanı"
çizilebilir ve pa-ca-la hece glifleri sağa eklenerek ismin telaffuz
edilmesini sağlar (Çince 'fonetiği' gibi).
Klasik Maya döneminde (M.S. 250-900), büyük ihtimalle,
ortafama Maya erkeği ve kadını, renkli bir şekilde boyanmış bir
dikilitaş üzerindeki tarihi, isimleri ve olayları okuyabiliyordu.
Yazı, yerli toplum ve dil üzerinde doğrudan ve derin bir etkide bu­
lunmuş olmalıdır. Sadece dikilitaşlar değil, aynı zamanda benzer
biçimde yazılmış ve parlak renklerde boyanmış büyük kamusal
abideler de, güçlü Maya hükümdarlarının görkemli yaşamlarını
ve şecerelerini bildirirdi. Bu anlatılar, modern anlamda " olaylara
dayanan tarih" değil, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, lider­
liği pekiştirmek, ihtişamı sergilemek ve iktidarı meşrulaştırmak
için birer propaganda aracıdır. 3 8 Seramikler de glifler ile süslenirdi
ve kakao içtikleri kapların, mezarların ve diğer nesnelerin üzerin­
de tasvirler yer alırdı.
Ayrıca vaktiyle Maya kraliyet kütüphanelerini süsleyen kalın
yapraklı kutsal kitaplardan binlercesi vardı. 1 6. yüzyılda İspanyol
istilasıyla Maya yazınının toptan yok edilişinin ardından, yalnızca
dört Maya kutsal kitabı mucizevi bir şekilde kurtulmuştur. Bu ki­
taplar, ritüellerden ve astronomik tablolardan oluşan post-klasik
1 04 DİLİN TARİHİ

ürünlerdir. Amerikalı Maya uzmanı Michael Coe şöyle der: "İs­


kenderiye kütüphanesinin yakılışı dahil hiçbir olayda, bir uygarlı­
ğın mirasının böylesine toptan yok edildiği görülmemiştir. "
Afro-Asyatik yazının Mısır-Sami kolu, dünya yazı sistemleri
arasında en fazla uyarlanıp değişim geçiren sistemdir. Kimin neye
ihtiyacı olduğuna, dönemlere ve dillerin taleplerine bağlı olarak
resim-yazılardan logogramlara, sonra hece-yazılara, daha sonra da
alfabe harflerine dönüşmüştür. Sümer çivi yazısının ve Çin logog­
rafik yazısının tarihi, benzer tarzda gelişme göstermiştir, fakat en
fazla 'incelik' ya da dilsel karmaşıklık düzeyi, dillerin özelliklerin­
den dolayı ancak Eski Fars ve Japon hece yazılarında görülmüştür.
Bu dillerde, alfabetik bir yazı ihtiyacı hiçbir zaman hissedilmemiş­
tir. Tarih boyunca, her dil kendi fonolojisine en uygun yazıyı bul­
muş ve/veya başka bir yazıyı uyarlayarak üretmiştir. Yazılar 'evrim
geçirmez': Yazılar, konuşma temsilinin (ses) ve semantik aktarımın
(anlam) niteliğini geliştirmek amacıyla insanlar tarafından bilinçli
bir şekilde değiştirilir.
İnsanlar ilkin resim-yazılarla yazı yazmaya başladılar. Re­
sim-yazılarda 'okur'u resmi çizilen nesnenin adını telaffl,!Z etmeye
yöneltmek hedefleniyordu. Bu temele dayanarak, insan konuşma­
sını daha kusursuz ve daha etkili bir şekilde ifade eden logografik
bir sistem ortaya çıktı. Logografik sistemde nesneler, fikirler ve
( nesnelerin isimlerden yola çıkılarak saptanan) sesler glifler ara­
cılığıyla temsil edilir. Ama logografik yazı zamanla yeni ihtiyaçlar
doğurmuştur ve bu durumda da soruna her zaman hecesel yazıyla
çözümler bulunmuştur. Söz konusu çözümler dil içinden veya dı­
şından olabilir. Yazı, evrim geçiren dili temsil etmede yetersiz kal­
dığında, Mısır yazısına sonradan eklenen hecesel glifler dilin kendi
içinde üretilen çözüme örnektir. Japon kana yazısında görüldüğü
gibi, akraba olmayan bir dilden logografik yazının alınması dilin
dışından getirilen çözüme bir örnektir.
Yazı sistemlerindeki en büyük değişiklikler, kendi dillerine uy­
gun olmayan yazıları alıp uyarlayan başka topluluklarda meydana
gelmiştir. Hecesel glifler, Doğu Akdeniz'de Batı Sami dillerini ko­
nuşan topluluklarda, bölgenin ünsüz-temelli Sami dillerini daha iyi
YAZILI DiL 1 05

karşılayan ünsüz sembollere dönüştüler. Bu, daha sonra Yunanla­


rın dünya kültürüne yaptıkları en büyük katkı için katalizör işlevi
görmüştür: Yunanlar hem ünlü hem de ünsüzleri karşılayan sem­
bollere sahip saf bir alfabe yaratmıştır. Bugüne kadar icat edilmiş
en etkili yazılı iletişim biçimi olan Yunan alfabesi (dillerin hepsi
değilse de, büyük bir çoğunluğu açısından bu söylenebilir), özellik­
le 1 9. ve 20. yüzyıllarda dünyanın dört bir yanında yüzlerce, belki
de binlerce dile uyarlanmış ve taklit edilmiştir. Bugün, yazı ihtiyacı
bulunan yazı-öncesi herhangi bir dil için otomatik olarak alfabetik
yazı oluşturulur.
Bir nesnenin, resim-yazı olarak adlandırılan ön-yazı ile çizilişi,
sözel bir ifadenin anımsanmasını tetikler. Gerçek yazının birinci
türü olan logografik yazıda, resim yine sözel bir ifadenin anımsan­
masını tetikler, fakat burada -çizilen nesne değil- yalnızca ifade
mesajı iletir. İkinci tür yazı olan hecesel yazıda, bu ifade kelimenin
birinci hecesine ve seslerin belirli, sınırlı hecesindeki konumuna in­
dirgenir. Son yazı türü olan alfabetik yazıda ise, resim, artık nesne
ile ilişkisi olmayan bir harftir, ünlü ya da ünsüz, iki farklı türdeki
sesten birini temsil eder; sonra söz konusu harf, diğer benzer sesleri
temsil eden harflerle kombinasyon içerisinde sıralanarak okunur.
Grafik sanatı, bütün yazı türlerinde insan konuşmasıyla ayrılmaz
bir bağ içerisindedir. Yani, insan düşüncesinin fonetik olmayan
tüm boyutlarını ifade edebilen hiçbir yazı yoktur.
Ayrıca, bir dilin tarihi en iyi şekilde yazı aracılığıyla saptanabi­
lir. 9 Dili içinde yeniden inşa (bir dilin daha eski biçimlerine ulaşmak
3
için söz konusu dil içerisinde çalışma yapma) ve karşılaştırmalı ye­
niden inşa (eski biçimlere ulaşmak için iki ya da daha çok bağlantılı
dili karşılaştırmak), dilin önceki aşamaları hakkında ayrıntılı, ama
ispatlanmamış hipotezler sağlar. Fakat eski belgeler -yazılar- bu
aşamaları gösterir. Bu sayede, dilbilimci yalnızca bir dilin daha eski
biçimlerini inceleme olanağına kavuşmakla kalmaz, aynı zamanda,
yüzyıllar ve binyıllar boyunca dillerde gerçekleşebilecek kesin deği­
şiklik türlerini değerlendirme fırsatı da yakalar. Ayrıca, eski belge­
lerde yer alan yabancı kelimeler ve yer isimleri, başka hiçbir izi bu­
lunmayan dillerin varlığına işaret eder. Özellikle 2000 yıldan uzun
1 06 DiLİN TARİHİ

zaman öncenin Erken Avrupa'nın Yunanca ve Latince metinlerinde


geçen Galceye ve Raetia diline ait kelimeler, bu dillerden günümüze
kalan yegane örneklerdir. Aksi halde, tarih öncesi dil manzarasını
ortaya çıkarmak imkansız olurdu.40 İngilizce 'light' (ışık) gibi mo­
dern ifadeler bile, görece yakın değişikliklerin iz bırakmış özellikleri­
ni, tarihsel kökenlerini ve dinamiklerini ortaya koyan küçük zaman
kapsülleri olabilirler: Bu örnekte İngilizce, light ile aynı kökenden
olan Kıta Avrupası'ndaki Almancanın Licht sözcüğünde hala mev­
cut olan bir Hint-Avrupa sesini kaybetmiştir.
'İlkel bir dil' olmadığı gibi, 'ilkel bir yazı' da yoktur. Her yazı,
belirli bir süre içerisinde kendisine yüklenen işlevleri yeterli bir şe­
kilde yerine getirir. Eğer bir yazıda 'ilkel' özellikler görüyorsak,
o zaman bir zaman perspektifinden yargılıyoruz demektir. Aynı
şekilde, hiçbir 'edilgin yazı' yoktur: Konuşma yazıyı etkilediği ka­
dar, yazı da konuşmayı etkilemiştir; eski mektuplar okununca bu
durum daha iyi anlaşılmaktadır. 41 Okuma-yazma, sözlü dil üzerin­
de her zaman derin bir etkide bulunmuştur. Okuma-yazma bilen,
eğitimli insanlar genellikle kendi toplumlarının liderleri konumun­
dadırlar. Bu kişiler, konuşmalarını resmi, yazılı dile uydurma alış­
kanlığı taşırlar, daha sonra toplumun diğer üyeleri de onları taklit
eder. Konuşmanın 'işaretleri' başlangıcından itibaren aynı zaman­
da konuşmanın da modeli olmuştur.
Bu durum, toplumda, özellikle de yazılı sözü saygın bir konu­
ma yerleştirmiş olan, hemen hemen herkesin okuma-yazma bil­
diği modern toplumlarda, yazıya olağandışı bir nüfuz kazandırır
- çoğu insanın farkında olduğundan daha büyük bir etkidir bu.
Yazılı dil, biçim ve kullanımları birörnekleştirerek, standartlaştı­
rarak ve koruyarak, dilde değişim sürecini yavaşlatır. Aksi takdir­
de bu biçim ve kullanımlar doğal bir aşınma yoluyla kaybolabilir.
Geçmiş edebiyatın okunması, yaşayan herhangi bir söz dağarcı­
ğını zenginleştirir. Yazılı dil, ayrıca belirli bir dilin kullanımını da
yüzyıllarca düzene sokabilir ( 1 6 1 1 'deki Kral James İncili, Talmut,
Kuran); sanat türlerini tanımlayabilir (Shakespeare'in oyunları ve
Japonya'nın No tiyatrosu); sözlü dilleri değiştirerek, tüm teknoloji
ortamlarını oluşturabilir (programlama dilleri) .
YAZILI DiL 1 07

Bununla birlikte, ne kadar köklü ya da yeni olursa olsun, tüm


yazı sistemleri eksiktir ve uylaşımsaldır. Hemen hemen tümü, ko­
nuşmanın yaklaşık bir temsilidir, kesinlikle tam bir temsili değildir.
İngilizcede, tek başına a (lehçelere bağlı olarak) tam altı tane de­
ğişik sesi simgeleyebilir: an, was, pa, date, ali ve hat; ya da bean,
beau ve beauty'de olduğu gibi İngilizce yazımında arkaizmden
dolayı, hiçbir sesi simgelemez. Netlik bulunmamasından kaynak­
lanan belirsizlik veya kuşku, çoğunlukla hecesel ve alfabetik yazı­
larda ortaya çıkar.
İngilizce, özellikle konuşma dili özelliklerini -yani, ses perdesini
ayarlama (Yes?/Yes! ), uzunluk ( Britanya İngilizcesindeki cot/cart),
vurgu (desert/desfrt), bağlantı yeri (Van Dyck/vanned Ike) ve ton
(eee!duh . . . )- karşılayamamaktadır, çünkü yetersiz bir alfabetik
yazı kullanmaktadır. İngilizce yazanlar, sistematik olmayan nok­
talamalar, kelimeler arasındaki boşluklar, büyük harfler ve başka
unsurlarla ilgili sorunları halletmeye çalışıyorlar, fakat standart
İngiliz alfabesi kullanıldığında, İngilizcenin yazıyla tam konuşul­
duğu gibi temsil edilemeyeceği kabul edilmelidir. Örneğin, İngilizce
yazılırken ifade edilemeyen vurguyu ele alalım. Desert sözcüğünü
okuduğumuzda, 'çöl'ü mü yoksa 'terk etmek' fiilini mi kastediyo­
ruz? Attribute sözcüğünün anlamı, "nitelik" midir, yoksa " atfet­
mek" midir? Burada İngilizce alfabe düpedüz yetersiz kalmaktadır.
Anlamı ve beraberinde gelen uygun vurguyu, ancak bağlam verir.
Öte yandan, Çince logografik yazı, belirtici (tanımlayan sözcük
türü) birleşimi ve fonetiği (sözcüğün söylenmesi) sayesinde böyle
bir sorun yaşamamaktadır.
Alfabetik bir yazının ideal olarak, belki de tüm fonemik (sesbi­
rimsel) ifadeleri -bir dildeki anlamlı olan en küçük sesleri- simge­
lemesi gerekir. Bununla birlikte, yalnızca dilbilimcilerin özel sem­
bolleri tam telaffuzları karşılayabilir, fakat bunlar genel kullanım
bakımından fazla hantaldır. Yeryüzünde kullanımda olan yaygın
alfabetik yazılar, birçok belirsizlik ve aynı alfabeyi kullanan fark­
lı lehçeler ve farklı diller arasındaki büyük telaffuz farklılığı ile
birlikte, makul yaklaşık temsillerden öte bir anlam taşımaz. Basit
alfabetik yazının kullanışlılığı dünyanın büyük bölümünde kabul
1 08 DİLİN TARİHİ

edilmekle birlikte, Çince ve Japonca gibi dillerin logografik yazı­


ları, insanlığın önemli bir kısmı tarafından hala kullanılmaktadır,
çünkü bu dilleri kullananlar logografik yazıları dillerine son derece
uygun bulmaktadırlar.
Yazı şu anda, eksiklikleri olmasına rağmen, konuşma dilinin
vazgeçilmez bir ifadesidir. Konuşma da, yazıdan etkilenip değişir.
Konuşma ve yazma, sinerjik bir ilişki içerisinde bulunur. İlkel dü­
şünce erken hominidlerin çıkardığı seslere bağlı olduğu gibi, ko­
nuşma ile yazma da artık ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlıdır. Bu
durum, çokboyutlu, adeta sihirli bir süreçle insanlığı değiştirme­
ye ve ilerletmeye devam etmektedir. 2 1 . yüzyılın başında el artık
" ağza uygun" hareket etmekle kalmıyor, bilgisayar programlama
dilleri aracılığıyla yepyeni dünyalar yaratıyor ve insanlığın elektro­
nik geleceğine ses kazandırıyor.
v

Soyağaçları

Afrika'nın Bantu dilleri ve Pasifik'in Polinezya dilleri gibi, dün­


ya dillerinin çoğunun yazılı bir şeceresi yoktur. Bu dillerin tarihi,
karşılaştırmalı yeniden inşayla ortaya çıkarılmalıdır. Kelt, Germen,
Roman ve Çin dilleri gibi uzun yazılı tarihleri olan diller üzerinde
çalıştırılarak geliştirilmiş modern dilbilim teknikleri, karşılaştır­
malı inşaları öyle bir seviyeye çıkarmıştır ki, çoğu dil için yazılı
kayıt bulunmamasına rağmen, söz konusu dillerin nerden geldiği
ve bağlantılı oldukları dillerden ne zaman farklılaştıkları bugün
daha iyi anlaşılabilmektedir.
Ama yeniden inşa edilmiş proto-diller gerçek olamayacak ka­
dar düzenli ve homojendirler. Yalnızca Esperanto gibi modern ya­
pay diller düzenlilik bakımından yeniden inşa edilmiş proto-dil­
lerle boy ölçüşebilir, bu da yeniden inşanın gerçeklikten ne kadar
uzak olduğunu bize göstermektedir. Dilin yeniden inşası, 'gerçek'
dile olsa olsa kısmi bir yaklaşma sağlar, hiçbir zaman tam doğal
bir 'dil' üretmez.
Dillerin gelişmesi, gerilemesi ve değişmesi daima hem zamanın
etkisiyle hem de bir toplumun gücünün veya zayıflığının sonucu
olarak meydana gelir. Bütün diller değişir, ama güçlü toplumların
110 DİLİN TARİHİ

dilleri gelişip yaygınlaşır, zayıf toplumların dilleri ise yok olur; yani,
onların yerini yabancı bir dil alır. Diller her zaman o dilleri konu­
şan topluluklar kadar, hatta belki de daha fazla yok edilmişlerdir,
çünkü insanlar kendi hayatlarını vermektense dillerini bırakma­
yı tercih etmişlerdir. Avrupa birbiri ardına pek çok dil dalgasına
maruz kalsa da, Avrupalıların genetik profili 50.000 yıl boyunca
neredeyse hiç değişmemiştir. Nüfuzlu ve hakim lehçeler ve diller
benimsendi, etkisiz veya tehlikeli lehçeler ve diller ise terk edildi.
Tarih boyunca hep böyle oldu, bugün böyle oluyor ve yeryüzünde
tek bir dilin hakimiyeti oluşana kadar da tüm dillerin gidişatını bu
süreç belirleyecektir. Şu anda yüzlerce küçük dilin yerini, Endonez­
ya'nın Bahasa dili, Mandarin Çincesi, İngilizce, İspanyolca ve çok
az sayıda başka dil alıyor. Gelecek yüzyıllarda, dünyada geçmişte
görülen muazzam dil çeşitliliği kesinlikle görülmeyecek.
İnsan dillerinin tarihi, dil değişiminin de öyküsüdür. Dünyanın
her yerinde ve her çağda dillerin ilişki ve değişim tarzlarına ilişkin
birtakım genellemeler yapılabilir: 1
• Bir dil ailesinin anavatanı -yani, köken dilin [parent langu­
age] konuşulduğu bölge- her zaman değil, ama genel olarak
o dil ailesine mensup dillerin konuşulmakta olduğu bölge­
lerden biridir.
• Köken dil içerisindeki ilk farklılaşmalar, her zaman değil,
ama genel olarak anavatanın yakınlarında oluşur. Bu ne­
denle, en büyük dil çeşitliliği genellikle anavatanın yakının­
da ve en sınırlı dil çeşitliliği de anavatandan en uzak bölge­
de görülür.
• Diller arasında sistematik benzerlikler tesadüf olarak nite­
lenemeyecek kadar büyükse, aralarında tarihsel ilişki var
demektir.
• Kardeş diller, köken dilden benzer yeniliklerle farklılaşmış­
tır ve bu köken dil ya da proto-dil, gerçekten de iki ya da
daha fazla bağımsız dilin birleştiği dilsel bir alan olabilir.
• Kardeş diller arasındaki farklılaşmanın küçüklüğü, her za­
man değil ama genel olarak köken dilden ayrı, daha kısa
ortak bir gelişmeyi ifade eder.
SOYAGAÇLARI 111

• Kardeş diller arasındaki farklılaşmanın büyüklüğü, her za­


man değil ama genel olarak köken dilden uzun süreli bir
ayrılmayı ifade eder.
Dört çeşit temel dil değişimi vardır:
Fonolojik değişim ya da sistematik ses değişimi, bütün dünya
dillerini konuşan insanlar tarafından, diğer dil değişim türlerinden
daha kolay gerçekleştirilir. Bu nedenledir ki, Londralı Chaucer'in
İngilizce hus ve mus kelimeleri 600 yıl sonra Londra'da 'house' ve
'mouse' olarak telafuz ediliyor ( Orta Yüksek Almancadaki hus ve
mus, bugün modern Almancada Haus ve Maus'tur).
Morfolojik değişim, fonolojik değişimden daha seyrek görülen,
kelimelerin biçimleriyle ilgili sistematik değişimdir. Örneğin, bizim
bugün 'goes' ve 'did' kullandığımız bağlamlarda 400 yıl önce Sha­
kespeare 'goeth' ve 'didst' kullanırdı.
Sözdizimsel değişim, cümlecik ya da cümlelerdeki kelimelerin
sırasında meydana gelen sistematik değişimdir. Örneğin bugünün
'court martial' (askeri mahkeme) ve 'Attorney-General' ( başsavcı)
kavramları, Ortaçağ Norman Fransızcasından alınmış -İngilizce
sözdiziminin Germen altyapısının etkisiyle değişmiş- fosilleşmiş
kelimelerdir. İngilizce sözdizim sisteminin, aslında bu yapıları
'martial court' ve 'General Attorney' şeklinde tersine çevirmesi ge­
rekirdi, nitekim günümüzden daha birkaç yüzyıl önce bu tür deği­
şikliklere başlamıştı.
Semantik değişim, bir sözcüğün yaygın olarak kabul edilen an­
lamını değiştirir. Örneğin, Eski İngilizcedeki cniht sözcüğü, 'boy'
(erkek çocuk) ya da 'youth' (genç) için çok yaygın olarak kullanı­
lırdı, fakat Orta İngilizce dönemine gelindiğinde, hala k ile telaffuz
edilen kniht, "kralın askeri hizmetkarı" idi ve daha sonra "krala
askeri hizmetle yükümlü feodal tımar sahibi" anlamına geliyordu.
Bugünkü 'knight' sözcüğü (k artık telaffuz edilmiyor), "kral veya
kraliçe tarafından saygın bir sınıfa yükseltilmiş bir insan, şövalye"
anlamındadır. Bu sözcük çok sınırlı bir kullanım alanına sahiptir
ve belki de yakın gelecekte tamamen kullanılmaz olacaktır.
Bu süreçlerden her biri çeşitli dilsel değişimlerin sonucudur: Asi­
milasyon, benzeşmezlik, yumuşama, ekleme (bir ses ya da harf ekle-
1 12 DiLİN TARİHi

me), sözcük sonundaki sesin veya harfin düşmesi, orta ses düşmesi
(ortadaki bir harfin ya da hecenin çıkarılması), benzeşme, göçüşme
( bir ses ya da harfin yer değiştirmesi), başka bir dilden alıntı, düz­
leşme, genleşme, daralma, vb (bkz. Kaynakça) .
Bütün b u süreçler v e değişimler aşağıda örnek olarak inceledi­
ğimiz aile ağaçlarında meydana gelmiştir.

Kelt Dilleri

Keltler, 5500 yıl önce, anavatanlarının doğusundan Batı Avru­


pa'ya geçen ilk Hint-Avrupalılar arasındaydı.2 İtalik halklarla ilişki­
leri çok eskiye dayanan Keltler, Orta ve Batı Avrupa'nın çok geniş
bir bölgesinde çok erken bir tarihte yaşıyorlardı. Bohemya gibi yer
isimleri, Tuna, Ren ve Rhône gibi nehir isimleri ve Viyana ve Paris
gibi şehir isimleri, Keltlerin buralarda çok eskiden yaşadığını gös­
termektedir. Keltler, yaklaşık 2600 yıl önce yeniden harekete geçe­
rek İberya Yarımadası'nı ve Britanya Adaları'nı istila ettiler. M.Ö.
4. yüzyılda Kuzey İtalya'da Etrüsklerin bölgesine girdiler, neredeyse
Roma'yı da ele geçiriyorlardı. Yüzyıl sonra Ankara'ya kadar ilerle­
yip yerleştiler, Aziz Pavlus Keltlerden 'Galatlar' diye bahseder. 3
M.Ö. son birkaç yüzyılda, üç Kelt dili, Avrupa anakarasında
ve Küçük Asya'da hakim olmuştu. Doğu Galya'daki Galya dili
( Gaulish) konuşan topluluklar, sonunda M.S. birkaç yüz yıl için­
de Almanca konuşan toplulukların tahakkümü altına girdiler; o
zamana kadar, Romalıların Latincesi zaten Fransa ve Kuzey İtal­
ya'nın Galya dilinin yerini almıştı. ( Galya dili, Keltlerin Güneybatı
İngiltere'den geriye göçüyle ortadan kalkana kadar iki ya da daha
fazla yüzyıl Bretonya'da konuşulmuştur. ) İspanya'nın Kelt-İber dili
ve Küçük Asya'nın Galatçası, benzer şekilde Roma'nın gücüne bo­
yun eğmişlerdir.
Yalnızca, Britanya Adaları'nın Kelt dilleri yaşayabilmiştir ( Şe­
kil 1 1 ). Kelt dilleri bugün, proto-Hint-Avrupa /kw/ fonemini yo­
rumlamalarına göre iki grup şeklinde sınıflandırılır. q-Keltler ya da
Gal halkları ( Gal dillerini konuşan İrlandalılar, Manlar, İskoçlar)
/ kw/'yi korudular, dolayısıyla, örneğin, proto-Hint Avrupa dille-
SOYAGAÇLARI 1 13

C1

1 1 Kelt dillerinin hakim olduğu bugünkü alan.

rindeki kwetuores 'four' (dört), sonraki değişikliklerle, İrlanda


dilinde ceathair, Mancada kiare ve İskoç Galcesinde ceithir şek­
lini almıştır. p-Keltler ya da Breton halkları, (Bretonca konuşan
Galliler, Cornwall'lular, Bretonlar) / kw/'yi /p/ olarak değiştirdiler
ve dolayısıyla, 'four' (dört), Gal dilinde pedwar, Cornwall dilinde
(Kernevek) peswar ve Bretoncada pevar şeklindedir.
Orijinal Gal dilini [Goidelic] konuşan topluluklar, muhtemelen
M.Ö. 600 dolaylarında Britanya Adaları'na gelen ilk Keltler olan
İrlandalılardı. İrlanda dili, Eski İrlandaca dönemine gelindiğinde
(M.S. 700-950) birkaç temel lehçe doğurdu; belki de Normanla­
rın istilasından dolayı, bu lehçelerden hiçbiri, Orta İrlandaca dö­
nemine (950-1400) kadar aynı kökenden türemiş farklı bir dile
114 DİLİN TARİHİ

dönüşmedi. İngilizcenin İrlandaca üzerinde daha sonraki baskısı,


Modern İrlandaca döneminde ( 1400-günümüze kadar) devam etti.
Özellikle 1 7. ve 1 8. yüzyıllarda İngilizce neredeyse tüm İrlandaca
lehçelerinin yerini aldı. 20. yüzyılda, İrlanda Cumhuriyeti'nin ku­
ruluşu üzerine, Munster'in Güneybatı İrlandaca lehçesi, 'yabancı'
İngilizce yerine, yeni ulusal dil olarak benimsendi. Ne var ki eko­
nomik, toplumsal ve tarihsel baskılar, şimdiye kadar bu dilin başa­
rılı olmasını engellemiştir. İrlandaca bugün, birinci dil olarak esas
itibariyle, adanın batı ucunda, kuzeybatısında ve çevredeki küçük
adalarda yaşayan genel olarak ekonomik açıdan zayıf durumdaki
birkaç bin kişi tarafından konuşulmaktadır. Bu dili konuşanlar da
özellikle ekonomik nedenlerle, bugün çocuklarını birinci dil olarak
İngilizce konuşmaya teşvik etmektedirler.
M.S. yak. 5. yüzyılda, Galce konuşan İrlandalı koloniciler, do­
ğuya giderek Man Adası'na ve İskoçya'ya yerleştiler ve yerli Kru­
itneleri (Piktler) asimile ettiler. Dilleri, Man Adası'nda sonunda
özerk Man dili haline geldi. İddiaya göre Mancayı 'anadil olarak
konuşan son kişi' 1 974 yılında ölmüştür. İrlanda kolonicilerinin
dilleri, İskoçya'da da Kruitne altyapısı temelinde gelişti ve daha
sonra İskoç Galcesi haline geldi.
Briton Keltleri ya da Britonlar, M.Ö. ilk birkaç yüzyılda İrlan­
dalıların ardından Britanya Adaları'na geldiler. Fakat Britonların
dili Kıta Galcesine çok benzer biçimde kaldı. 'Gal-Briton dili',
Roma istilasıyla birlikte Latince ve Germen dili konuşan toplu­
lukların gelişine kadar Fransa ve Britanya Keltlerinin " lingua fran­
ca"sı olarak kabul ediliyordu. Germen kabilelerin özellikle M.S.
5. yüzyıldaki istilaları, Britonları Britanya'nın periferilerine doğru
itti: Güney İskoçya, Galler, Devon ve Cornwall.
Britonlar, iki yüzyıldan uzun bir süre Kıta Avrupası'na, yani
Fransa'daki Bretonya'ya geri göç ederek Sakson saldırılarından
kurtulmaya çalıştılar. Onların ardılları olan Bretonlar, günümüzde
yaklaşık yarım milyon civarındadır, fakat bunların çok az bir kıs­
mı Bretonca konuşm;ıktadırlar. Genç Bretonlar, Fransız hükümeti
tarafından resmi bir dil olarak kabul edilmeyen ata dillerini öğren­
meye son zamanlarda yeniden ilgi göstermeye başlamışlardır.
SOYAGAÇLARI 1 15

En fazla sayıda aktif konuşanı olan Kelt dili Galcedir. J. R. R.


Tolkien'in "Britanya'nın kıdemli dili" diye nitelediği Galceyi, 1 99 1
yılı verilerine göre 5 1 0.920 kişi, yani ü ç yaş üzeri Galler nüfusu­
nun yüzde 1 8,7'si konuşmaktadır. 5 Galce büyük zorluklarla ayak­
ta kalabilmiştir. Roma istilası sırasında, Galceye pek çok Latince
kelime girmiştir. İrlandalı koloniciler daha sonra Galler bölgesi­
ne de geçmişler, (yak. 850 yılında sona erdiği kabul edilen) Erken
Galce döneminin sonlarına yakın bir tarihe, yani 7. yüzyıla kadar
Galce kelimeleri Galceye sokmuşlardır. İngilizcenin etkisi Eski Gal­
ce döneminde ( 850- 1 1 00) arttı. Orta Galce dönemi ( 1 1 00-1500)
boyunca, İngiltere'nin Norman Fransız soyluları Galler'i istila etti
ve bu istila sonucunda Fransızcadan birçok kelime Galceye gir­
di; buna rağmen Galce ağırlığını korumaya devam etti. Galcenin
kullanımı ancak Modern Galce döneminde ( 1 500'den günümüze
uzanan dönem) geriledi. Bunun esas nedeni, VIII. Henry'nin Galler
ve İngiltere'yi birleştiren Birlik Sözleşmesi'nden sonra, İngilizcenin
Galler saraylarının ve kamu görevlilerinin dili haline gelmesidir.
Yine de Galce ayakta kaldı.
Özellikle İngilizcenin yayılması sonucunda, Briton dilini ko­
nuşan topluluklar bölündü: Güney İskoçya'da ve Kuzeybatı İngil­
tere'de Kambriya dili, Galler'de Galce ve Güneybatı Britanya'da
Cornwall dili konuşulmaya başladı. Anglo-Saksonlar, bu dilleri
konuşan bütün toplulukları, (İngilizce 'Welsh' sözcüğünün kökeni
olan kelimeyle) Wealas, yani 'Germen olmayanlar' (yabancılar)
diye adlandırdılar. Galliler ve Kambriya Britonları, yeni bir etnik
kimlik duygusuna işaret ederek kendilerini artık Combrogi 'va­
tandaş' olarak adlandırıyorlardı. Bugünün Gallileri, Cymry'dirler
(Kamri şeklinde telaffuz edilir) ve dilleri Cymraeg'dir (Kam-ra­
eg şeklinde telaffuz edilir). Kambriya dili, Strathclyde krallığının
yak. 1 0 1 8 yılında çökmesine kadar giderek artan bir baskı altında
varlığını sürdürdü. Kelt krallığı, yaklaşık 878 yılında Cornwall'da
İngilizlere yenik düştü; o zamandan itibaren, Cornwall dilinin
kullanımı düzenli bir şekilde geriledi, bu dil 1 9 . yüzyılda ortadan
kalktı. Cornwall dili bugün Manca gibi yapay olarak canlandırı­
lıyor.
1 16 DİLİN TARiHi

2300 yıl önce Hint-Avrupa ailesinin en önemli ve en geniş alana


yayılmış olan Kelt dilleri ailesi, bugün -önce Romalıların ve Ger­
menlerin istilasıyla, daha sonra ulusal birleşmeden dolayı (İngilte­
re, Fransa)- Batı Fransa'da ve Britanya Adaları'nın periferisinde
sınırlı bir coğrafyaya sıkışmıştır ve Hint-Avrupa ailesinin en küçük
dil ailelerinden birini oluşturmaktadır. İrlanda'nın resmi Munster
lehçesi dışındaki Kelt dilleri, hakim büyük dillerin merhametine
kalmış 'devletsiz' diller arasında yer almaktadır. Sayıları yirmi
milyonun üzerinde olmasına karşın kendi ülkelerinin resmi dili ol­
mayan Katalanca (İspanya, Fransa, İtalya), Galiza dili (İspanya),
Oksitanca (İspanya, Fransa, İtalya), Romanca (Avrupa ülkelerinin
çoğu) ve diğer birçok Avrupa dil topluluğu böyle büyük bir sorun­
la karşı karşıyadır. Çok yakın zamana kadar Kelt dillerinin tama­
men yok olacağından endişe ediliyordu. Sosyo-politik dinamikler
ve Keltler arasında Kelt olma gururunun yeniden keşfedilmesi, İr­
landacaya karşı yeni bir ilgi doğurdu, Mancayı, İskoççayı, Galceyi,
Cornwall dilini ve Bretoncayı yeniden canlandırdı. Birleşik yeni
Avrupa'da kendilerine daha fazla politik özerklik tanınması saye­
sinde, bu dilleri konuşanların sayısı artmıştır.

İtalik Diller

M.Ö. birinci bin yıla gelindiğinde, kuzey ve kuzeybatıda, Hint-Av­


rupa ailesinden olmayan Etrüskler ve Raetyalılar, Adriyatik'in kar­
şısında yer alan İlliryalıların ardılları olan Messapik kabileleri ve
güneydeki bağımsız Yunan kolonileri hariç, İtalyan yarımadasının
neredeyse tamamında bir İtalik dili konuşuyorlardı. Bu dil üç kola
ayrılmıştı: Piken dilleri, Osk-Ombr dilleri ve Latin dilleri. 6
Orta İtalya'nın doğu kıyılarında konuşulan, daha erken değilse
M.Ö. ikinci binyılda farklılaşmış olan Güney Piken dili, Venedik
ve Balkan dilleriyle ortak özelliklere sahip olmakla birlikte Osk­
Ombr dilleriyle de çok yakın akrabadır. Güney Piken dilini konu­
şan topluluklar M.Ö. 268 yılında Roma'ya yenik düştü.
Osk-Ombr (ya da Sabel) dilleri, Osk, Ombr ve Volsk dillerini
(ve küçük lehçelerini) kapsar. 7 p-Keltler gibi tüm Osk-Ombr dille-
SOYAGAÇLARI 1 17

ri de, Hint-Avrupa dillerindeki lkw /'yi /p/ sesine dönüştürmüştür:


Proto-Hint-Avrupa dillerindeki penk- we ( beş) sonraki değişiklik­
lerle Ombr dilinde pompe haline gelirken, proto-Hint-Avrupa dil­
lerindeki lkw i(s)I, Osk dilinde pis olmuştur. Hint-Avrupa dil ailesi­
nin birçok ünlüsünü değiştirmeden koruyan Osk dili, bu kolun en
güçlü ve en yaygın diliydi. Bu dilin örnekleri, çoğunluğu M.Ö. son
iki yüzyıla ait yaklaşık 200 kitabeyle günümüze kalmıştır. Ombr
dili, eski İtalya'nın Latince olmayan en önemli metinleri sayılan
ünlü İguvine Tabletleriyle bilinir: Bu tabletler, kehanetler, kefaret­
ler, adaklar ve dualarla ilgili kuralları kapsayan belki de M.Ö. bi­
rinci yüzyıla ait dokuz adet tunç kitabeden oluşur. Orta İtalya'nın
Osk-Ombr lehçeleri -Sabin, Akina, Hernika, Mars ve başkaları­
çok erken bir tarihte Roma'nın hakim Latincesine boyun eğdiler.
Güneydoğu Latium'da yaşayan Volsklar -Orta İtalya' da Tiren De­
nizi'ne kadar uzanan bir bölgede yaşıyorlardı- Ombr diline son
derece yakın bağımsız bir dil konuşurlardı.
Erken tarihi tam olarak bilinmeyen Veneto dili, Po ile Akilea
arasındaki Adriyatik kıyılarında yaşayan Venetolular tarafından
konuşulurdu. 8 Veneto dilinin örnekleri, bugünkü Veneto'da, Esta
ve Lagole di Calazio'da bulunan yaklaşık 300 kitabeyle günümüze
kalmıştır. Birçok özellik Veneto dilinin çeşitli İtalik dillere, özellik­
le Latinceye akraba olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla Veneto
dili, İtalyanların M.Ö. üçüncü binyılda yarımadaya ilk girişlerinin
izlerini taşıyor olabilir.
Latin dillerinden Faliskanca ve Latince, muhtemelen yarımada­
da konuşulan en eski İtalik diller arasında yer alır. Bu diller, arkaik
bir Hint-Avrupa fonolojisi taşırlar, belki de pre-Hint-Avrupa top­
luluklarıyla etkileşimin sonucu olarak büyük oranda değişmiş söz
dağarcıklarına sahiptirler. Faliskanca, M.Ö. 8. yüzyıldan itibaren
Etrüsk etkisi altında bulunan, merkezi Falerii (Roma'nın kuzeyin­
de yer alan günümüzdeki Civita Castellana) olan kadim İtalik ka­
bilenin diliydi. M.Ö. 24 1 yılında Falerii Romalılar tarafından yok
edildi, böylece Faliskanca Osk-Ombr dillerinden bile daha önce
ortadan kalkmıştır.
1 18 DiLİN TARİHİ

Latince M.Ö. birinci binyılda Latium'da ortaya çıkmıştır. Bu


sıralarda tarih sahnesine çıkan Roma, yarımadadaki diğer bütün
İtalik dilleri tahakküm altına almıştır. 9 Önceleri küçük bir köy olan
Roma'nın yerel lehçesi Latince, zamanla tarihin en görkemli dil­
lerinden biri haline geldi. Latin edebiyatı gerçek anlamda ancak
M.Ö. 240 civarında doğdu ve daha sonra büyüyen Roma İmpa­
ratorluğu'nu güçlendirdi ve zenginleştirdi. Latincenin tarihinin
gelişim aşamaları şöyledir: M.Ö. 240 yılına kadar edebiyat öncesi
Latince; M.Ö. 240-100 arası yıllarda Eski Latince; M.Ö. 1 00-M.S.
14 arası Klasik Latince (korunan edebi Latince), M.S. 14-yak. 120
arası Gümüş Çağı; 1 20-200 arası Arkaik Latince; 200-600 arası
Eskiçağ sonlarındaki Vülger Latince; 600-14. yüzyıl arası yıllarda
Orta Latince ve o tarihten sonra Modern Latince.
Klasik Latince, Iulius Caesar, Augustus ve Vergilius'un günlük
konuşma diliydi. Kısa bir süre içinde büyüyen imparatorluğun yö­
netim ve kültürünün yazılı aracı olarak benimsenen Klasik Latin­
ce, sonunda Batı'da Hıristiyan Kilisesi'nin ve tüm eğitimin yazılı
ve sözlü aracı haline geldi. Klasik Latince, 1 8. yüzyıla kadar temel
eğitim dili olarak ve 20. yüzyıla kadar Roma Katolik Kilisesi'nin
ayin dili olarak varlığını korudu. On yıllarca ihmal edilen Klasik
Latince, Avrupa'da ve Amerika'da şu anda, ikinci dil ya da ek dil
olarak dinamik bir canlanma yaşıyor.
Konuşulan Vülger Latince, Roma İmparatorluğu'nun tamamın­
da konuşulan diğer dillerden beslenerek gelişmeye devam etti. Söz
konusu Vülger Latince Roman (Latin) dil ailesini doğurdu. 1 0 Ro­
man dil ailesinden türemiş her dil, yazılı hale gelinceye dek, yüzyıl­
lar boyunca proto-biçimleriyle konuşuldu: 9. yüzyılda Fransızca,
bir yüzyıl sonra Güney Fransa'da Provence dili, 12. yüzyılda üç
İber-Roman dili olan İspanyolca, Portekizce ve Katalanca ve 1 6 .
yüzyılda Rumence yazılı dil niteliğine kavuşmuştur. Belçika'nın gü­
neyindeki Valonca, İsviçre vadilerinin Raet-Roman dili (Romanşça,
Ladince), Sardinyaca, yakın zamanda kaybolmuş Dalmaçya dili,
Haiti Kreol dili (karma dil) ve yakın bir zamanda yok olmasından
korkulan, İspanya'dan sürülmüş Yahudilerin dili olan Yahudi İs­
panyolcası (Ladino ), küçük Roman dilleri arasında yer alır. 1 1
SOYAGAÇLARI 1 19

Rumence hariç tüm Roman dilleri, Klasik Latinceden sürekli


olarak kelime almışlardır. Bu ve başka nedenlerle, bugün İtalik dil­
leri konuşan topluluklar, Germen dillerini konuşan topluluklardan
daha fazla birbirlerini anlamaktadırlar. Vülger Latince konuşan
Kuzeybatı Afrikalılar M.S. yak. 700 yılında Arapça konuşanların
hakimiyetine girmiş ve dillerini kaybetmiştir, buna karşılık İspan­
yol, Portekiz, Fransız ve İtalyan koloniciler, İtalik dilleri çok son­
raları Afrika'nın başka yerlerine, hatta dünyanın daha uzak yerle­
rine, Amerika kıtasına, Asya'ya ve Batı Pasifik'e götürmüşlerdir.
İtalik diller bu bölgelerde gelişip egemen hale gelmiştir. Bu nedenle
İtalik diller, dünyada yaygınlık bakımından Germen dillerinden
(İngilizce) sonra ikinci sırada yer almaktadır.
Fransızca, Galya dilinden beslenerek Vülger Latinceden doğ­
muş, pek çok Kelt telaffuzunu da korumuştur: et sesi cht olarak
(İskoçça Loch gibi) alınmış, daha sonra it haline gelmiştir ( bu şe­
kilde, Latince factum, Fransızcada (ait haline gelmiştir) . Latincede­
ki u, Fransızcadaki tu kelimesinde olduğu gibi ü sesine dönüşmüş­
tür. Galya'nın Roma-Germen hakimiyeti altında Latinleştirilmesi
tam tamamlandığı sırada, yeni Germen kabileleri bölgeyi istila
ettiler. Daha sonra Franklar Kuzey Galya'nın neredeyse tamamı­
na hakim oldular. Bir bütün olarak Germenlerin etkisi, Kuzey
Galya'da konuşulan Vülger Latincenin fonolojisini büyük ölçüde
etkiledi. (Güney Galya bu süreçten etkilenmedi; oradaki Vülger
Latince özerk Provence dili olarak şekillendi.) Fransızcanın gelişim
aşamaları, Eski Fransızca ( 842-1 350), Orta Fransızca ( 1 350- 1 605)
ve Modern Fransızca ( 1 605-günümüze kadar) şeklindedir. 1 2 Fran­
sızca, 12. yüzyıldan itibaren dünyanın en büyük kültür dillerinden
biri haline gelmiş, zengin edebiyatıyla pek çok dilin ve edebiyatın,
hatta Hint-Avrupa dil ailesinden olmayan dillerin ve edebiyatların
gelişimini de etkilemiştir. 1 3
İspanyolca, İberya Yarımadası'nda Kelt dillerinden beslenerek
değişen Vülger Latinceden doğmuştur. 14 Eski İspanyolca ( 1 1 00-
1450), bugün çok az sayıda kişinin konuştuğu Yahudi İspanyol­
casında kısmen korunmaktadır. (Tıpkı Orta Yüksek Almancanın
Yahudi Almancası Yidiş'te kısmen korunduğu gibi) . Yazılı dil için
1 20 DİLİN TARİHİ

standart olarak alınan Kastilya lehçesi (ya da castellano) Modern


İspanyolcaya ( 1450'ten günümüze) egemen olmuştur. İspanyolca,
Vülger Latincenin diğer Roman dillerinde artık bulunmayan bir­
çok özelliğini korumuştur. İspanya uzun bir süre Müslümanların
istilası altında kaldığı için (713-1492), İspanyolcaya birçok Arapça
kelime girmiştir. Çok daha yakın zamanlarda, Amerikan İspanyol­
ca lehçeleri, Yerli Amerikan dillerinden çok sayıda kelime almıştır.
İspanyolca bugün İngilizceden sonra dünyada en geniş coğrafyaya
yayılmış ikinci dil konumundadır. 1 5
İtalyanca, İtalik halkların ilk yaşadığı topraklarda konuşulan
Vülger Latincenin evrim geçirmiş biçimidir. 16 İtalyanca, İtalik dil­
lerin doğduğu topraklarda konuşulduğu için, orijinal Latince özel­
liklerini en fazla barındıran dildir: Yani, diğer Roman dillerini çok
değiştiren çeşitli etkilenmeleri ya da istilaları yaşamamıştır. Çoğul
yapma (-i/-e/-a/ ekleri) gibi özgül gramatik yenilikler, İtalyancayı
diğer Batı Roman dillerinden (-s/-es/) ayırır; dolayısıyla, İtalyanca
biçimsel olarak Doğu Roman dili olan Rumenceye daha yakındır.
İtalyancanın fonolojisinin yüzyıllarca neredeyse hiç değişmemiş
olması, Roman dilleri arasında benzersiz bir durumdur - aslında
bu durum dünyada da çok ender görülür: Eğitimli herhangi bir
İtalyan, özel bir eğitim almaksızın kendi Ortaçağ şiirlerini kolay­
lıkla okuyabilir. Bu nedenle İtalyancanın tarihi, birçok dilin tersi­
ne Eski, Orta ve Modern dönemlere ayrılmaz. İtalyanların politik
birliğinin çok geç sağlanması da, Almancada olduğu gibi, güçlü
yerel lehçe edebiyatları yaratan ayrı lehçeler doğurmuştur: Güney
ve Orta İtalyanca (Sicilya lehçesi dahil); Toskana lehçeleri (Korsika
lehçeleri dahil) ve Roman-Ombr lehçeleri ve Yukarı İtalyan ya da
Gal-İtalyan lehçeleri. Başlıca Toskana şehirlerinin ( Floransa, Siena
ve Arezzo) ve Roma'nın İtalyan lehçeleri, ulusal standart (lingua
tos cana in hacca romana) olarak alınmıştır.

Germen Dilleri

M.Ö. üçüncü binyılda, Doğu Avrupa dışından gelerek Kekle­


ri takip eden Hint-Avrupalı bir halk, bugünkü İsveç, Danimarka,
SOYAGAÇLARI 1 21

Kuzey ve Kuzeydoğu Almanya topraklarını istila ediyordu. Bu


halk Germen halkıydı. Söz konusu Germen halkının dili, en baş­
ta Hint-Avrupa ünsüzlerinin (İlk Ses Değişimi) köklü bir sistema­
tik yeniden yorumlanması ve başka özgül yeniliklerle karakterize
edilirdi. Bin yıl sonra, izole Germen kabileleri Vistül'ün doğusuna,
Tuna'nın güneyine ve Ren'in batısına göç ettiler, yerli Keltleri yerle­
rinden ettiler ya da erittiler. Bu zamana kadar, proto-Hint-Avrupa
seslerini yorumlamalarıyla ayırt edilen iki temel Germen kabilesi
vardı: Kuzey Germen (Got-Nors) dilini konuşanlar bu sesleri de­
ğiştirdiler; Batı Germen dilini konuşanlar ise bu sesleri korudular.
M.Ö. birinci binyıl boyunca, Batı Germen dilini konuşan topluluk­
lar sayıca artarak Kelt komşularını daha da güneye ve batıya sürme­
ye başladılar. M.Ö. ilk birkaç yüzyıla gelindiğinde, İskandinavyalı­
lar, Baltık Germenleri, Kuzey Denizi Germenleri, Elbe Germenleri
ve Batı Germenleri küçük, ayrı topluluklar halinde yaşıyorlardı. 1 7
Germen kabileleri Keklerle karıştıran Erken Yunan ve Roma
anlatılarından başka, Germenlerin varlığının bugüne dek ortaya
çıkarılan en eski dilsel kanıtı, Steiermark'ta ( Güneydoğu Avustur­
ya) Negau'da miladi tarihin başlangıcına ait bir miğferde bulunan
kısa yazıdır. Bu sıralarda, Gotlar adıyla tanınan Kuzey Germen
dilini konuşan topluluklar, Keltçe konuşan toplulukların yüzyıl­
lar önce yaptıklarını tekrarladılar: İspanya'ya (hatta Afrika'ya),
Galya'ya, İtalya'ya, Balkan Yarımadası'na, Karadeniz'e ve Küçük
Asya'ya göç ettiler. Got diline ait en önemli belge, Vizigot Pisko­
posu Wulfila'nın (M.S. 3 1 1-3 83 ) İncil tercümesidir. Söz konusu
metin, piskoposun ölümünden yüzyıl sonra Ostrogotlara ( Doğu
Gotlar) ait Yunan harfleriyle yazılmış bir elyazmasında mevcuttur.
Got dili, daha eski Germen dil yapılarından birçoğunu barındırdı­
ğından, tarihsel dilbilim karşılaştırmaları için önem taşımaktadır.
Kuzey Germen dilleri arasında, M.S. birinci binyılda bölgelerinde
konuşulan Vülger Latinceye boyun eğen Burgonyaca, Vandalca,
Gepidce, Rugia dili, Skiri dili ve başka diller yer alır. Söz konusu
dilleri konuşan topluluklar M.S. ilk birkaç yüzyılda Batı Avrupa' da
tarihin akışında etkili olmuşlardır. Karadeniz boyunca konuşulan
Kırım Got dili 1 6. yüzyıla kadar varlığını sürdürmüştür. 1 8
1 22 DİLİN TARİHİ

Kuzey Germenlere ait orijinal Nors dilinin örnekleri, İskan­


dinavya'nın hemen hemen tüm bölgelerinde rastlanan runik ki­
tabelerde bulunmaktadır. Bu kitabelerden bazıları 4. yüzyıl gibi
eski bir tarihe aittir. Kitabelerde arkaik bir dil kullanılmıştır. Bu
arkaik dilde, vurgusuz hecelere ünlüler eklenir (horna 'horn') . Bu
özellik daha sonra kaybolmuştur. Bu Nors dili, muhtemelen M.S.
birinci binyıla gelindiğinde Doğu İskandinav dili ( daha sonra İs­
veççe, Danca ve Gutnish dilini oluşturmuştur) ve Batı İskandinav
dili (daha sonra Norveççe, Faroe dili ve İzlandaca) olmak üzere
ikiye ayrılmıştı. Ama aralarındaki aktif iletişim, bu iki dil grubu
mensuplarının sonraki yüzyıllarda da birbirlerini anlamalarını sağ­
lamıştır. 19 Nors dili, M.S. birinci binyılın sonunda, Eski İngilizce
üzerinde önemli etkide bulunmuştur. Bundan kısa bir süre sonra,
Eski İzlandaca, Edda şarkıları, destanları ve şiirleri ve ozanlarının
söyledikleri tarihleriyle dünya edebiyatını zenginleştirmiştir. İskan­
dinavya, diğer tüm Germen toplumlarından daha uzun süre dilsel
birliğini korumuştur. Bu nedenle dilleri bugün ayrı dillerden ziya­
de, İskandinav dilinin lehçeleri olarak kabul edilebilir.
Yüksek Almancada yaşanan 'İkinci' Ses Değişimi, Batı Germen
kabilelerini iki ayrı gruba ayırmıştır: İç kesimlerde Yüksek Alman­
ca konuşan topluluklar ve kuzey ve kuzeybatı kıyı bölgelerde Aşağı
Almanca konuşan topluluklar.20 Daha 7. ve 8. yüzyıllarda Ortaçağ
katipleri, Eski Yüksek Almancada çeşitli kayıtlar tutmak için La­
tin alfabesini kullanıyorlardı. Şarlman'ın sarayının Ren Frankçası
hakim durumdaydı. Daha sonra politik nüfuz Yukarı Almanya'ya
geçti. Yukarı Almanya'da başlıca iki lehçe konuşuluyordu: Batıda
konuşulan Alman lehçesi ve doğuda konuşulan Bavyera lehçesi.
1 6 . yüzyıla gelindiğinde, Martin Luther önderliğindeki Kilise re­
formcuları, Orta Almanya'nın yeni politik ağırlığını yayınlarını
yayıngınlaştırmak için kullanıyorlardı. Bu Orta Almanya lehçesin­
den, Modern Yüksek Almanca, yani Almanya'nın bugünkü stan­
dart dili ortaya çıkmıştır. 2 1
Yüksek Almanca dünyanın en büyük kültür dillerinden biri
haline geldi. Alman şairler, oyun yazarları ve romancılar dünya
edebiyatında hala seçkin bir yere sahiptir. Almanca 1 9 . yüzyıl-
SOYAGAÇLARI 1 23

da temel bir bilim ve eğitim diliydi. Almanca lehçe bakımından


zengin bir dildir. Kuzeydeki Plattdeutsch'tan (Kuzey Almanya leh­
çesi) İtalya'nın kuzeyindeki Alp vadilerinde konuşulan Güney Ti­
rol lehçesine kadar pek çok lehçesi bulunmaktadır. Alpler'in bazı
bölgelerinde hala Ortaçağ Almancasının fonolojisine rastlanabilir.
Ortaçağ'dan kalma bir Almanca lehçesi olan Yahudi Almancası
ya da Yidiş belirli bir topluluk tarafından yüzyıllarca korunmuş­
tur. Söz konusu lehçe özellikle New York ve İsrail'de hala konu­
şulmaktadır.
Aşağı Almancanın kollarından biri, yani Ortaçağ'a ait Aşağı
Frankça Hollanda'da konuşulmaktadır: Hollandaca. Hollandaca­
nın güney lehçesine Flamanca denir. Flamanca Belçika'nın üç resmi
dilinden (Flamanca, Valonca, Almanca) biridir. 1 7. yüzyılda Gü­
ney Afrika'ya götürülen Hollandaca, özerk bir dile, Afrikaancaya
dönüşmüştür, fakat bugün, yeni siyah yönetim altında Güney Afri­
ka'nın eski sömürge dili İngilizce, bu dilin yerini alıyor.
M.S. 5 . yüzyılda, Kuzey Denizi kıyısında yaşayan, Aşağı Al­
manca konuşan toplulukların birçoğu -Danimarka'dan gelen
Angllar, Saksonlar, Jütler- Britanya'nın doğusuna ve güneyine göç
ettiler, Roma'nın gönderdiği Roma-Germen ahalisinin ardılları
olan Yukarı Almanlara katıldılar. Roma-Germen kabilelerinin dil­
lerinin karışımı, günün birinde tüm dünyayı kaplayacak yeni bir
dil yarattı: İngilizce. Eski Saksonca ilk olarak İngiliz topraklarında
yazılmıştır; Germen halklarının en eski ve en büyük destanı olan
Beowulf adlı Angl dilindeki şiir, muhtemelen İngiltere'nin kuzeyin­
de M.S. 750 yılından kısa bir süre önce yazılmıştır. Eski İngilizce
(M.S. 700- 1 1 00), birçok varyant ve yabancı etkilerle birlikte üç
ana lehçeden oluşmuştur: güneyde (Kent ve Surrey) Kent lehçe­
si, orta güney bölgede (Sussex'den Middlesex'e kadar) Saksonca,
bunun kuzeyinde (Essex'ten Northumbria'ya kadar) Angl lehçesi.
1 066 yılındaki Norman istilasından sonra Fransızcanın İngilizce­
nin yerine neredeyse tamamen geçmesiyle birlikte, Orta İngilizce
( 1 1 00-1500 ) Fransızca ve Latinceden büyük ölçüde etkilenmiş
dört temel lehçeden oluşuyordu: Bunlar Güney, İç Batı Kesimler,
İç Doğu Kesimler ve Kuzey lehçeleridir. Chaucer, Canterbury Tales
1 24 DiLİN TARİHİ

adlı eserini, hem Güney hem de İç Doğu İngiliz bölgesine komşu


olan Londra lehçesinde yazmıştır. Söz konusu Londra lehçesi, po­
litik merkezileşme nedeniyle, sonradan Britanya'nın standart dili
haline geldi.
İngiliz dili, 1 7. yüzyıldan başlayarak Hollandacanın ardından
dünyaya yayıldı ve Kuzey Amerika'ya, Doğu Hint Adaları'na, Batı
Hint Adaları'na, Afrika'nın çeşitli yerlerine ve Hindistan'a götü­
rüldü. Hollandacanın dünyadaki etkisi zayıfladıkça, İngilizcenin
etkisi arttı. Avustralya, Yeni Zelanda ve Pasifik'in birçok bölgesi
1 8. ve 1 9. yüzyıllarda sömürgeleştirildi. Bu küresel yayılma sonu­
cunda, dünyadaki iki dilli insanların başlıca dili olan Uluslarara­
sı Standart İngilizce doğdu. Birinci dil olarak konuşanların sayısı
açısından İngilizce, Mandarin Çincesinden sonra ikinci sıradadır.
İngilizcenin uluslararası alanda yaygınlaşması dünya tarihinde
benzersizdir. Uluslararası Standart İngilizcenin ortaya çıkışıyla, ilk
defa neredeyse gerçek bir dünya dili yaratılmıştır.22
Germen dillerinin vaktiyle sahip olduğu ortak özelliklerin çoğu­
nun yerini, yaşayan dillerde ortaya çıkan çok sayıda farklı özgün
nitelik almıştır: İngilizcedeki İtalik dillerden alınmış sözcükler ve
çekim kaybı ('whom' sözcüğünde olduğu gibi, grameri gösteren
kelime sonekleri), Almancanın çapraşık cümle yapısı (fiilin genelde
cümlenin sonuna gelmesi), İskandinav dillerinde harf-i tariflerin
sona eklenmesi (İzlandacada bok 'book' kelimesi bakin 'the book'
haline gelir) ve daha pek çok yenilik. İtalik dillerin homojenliğine
karşılık Germen dilleri büyük bir çeşitlilik gösterir.

Bantu Dilleri

Afrika'nın Bantu dil ailesi bugün yaklaşık 550 dili kapsar.


lOO'den biraz fazla sayıda dili içeren Hint-Avrupa dil ailesiyle kar­
şılaştırıldığında bu muazzam bir sayıdır. Varsayılan 'Nijer-Kongo'
üst ailesinin Benue-Kongo kolunun kardeş dil kolu Bantu, geniş bir
coğrafi bölgede kullanılmaktadır. 23 Batıda Aşağı Cross Nehri'nden
doğuda Somali'ye kadar Orta Afrika'nın neredeyse bütün halkla­
rı, Bantu (kelime anlamı "halk" ) adı altında kabaca gruplanmış
SOYAGAÇLARI 1 25

akraba dilleri konuşurlar. M.S. 1 000 yılından önce yalnızca Benin


Körfezi bölgesinde konuşulan Bantu dilleri, ancak son binyılda
büyük bir alana yayılmıştır ve bugün de söz konusu alanda konu­
şulmaktadır. Oysa Hollandaca 1 6. yüzyılda Bantu dillerinden önce
Ümit Burnu'na ulaşmıştı. Ayrıca Bantu dilleri arasındaki büyük
benzerlik, uzun süre belli bir bölgede konuşulduklarını gösterir.
Başlıca 'Nijer-Kongo' dillerinden dördü Bantu dilleridir: Ruan­
daca, Makua dili, Ksosa dili ve Zuluca. Svahilice, Afrika'nın doğu
kıyılarının ve Zanzibar'ın Bantu dilidir. Bantu gramerine dayanan
bu dil, yüzyıllarca önce Arapçadan çok sayıda kelime almış ve
lingua franca haline gelmiştir. 19. yüzyılda Arap köle tüccarları,
Svahiliceyi, Kongo'ya kadar uzanan bölgede ticaret dili olarak kul­
lanmışlardır.24
Bantu dillerinin, yüzyıldan uzun bir süre önce tek bir dil ailesi
oluşturduğu saptanmıştır. O zamandan beri, Bantu dillerinin fono­
lojisi ve morfolojisinin yeniden inşası gerçekleştirilmektedir. Ama
akraba Bantu dillerinin birbirlerinden çok sayıda sözcük alması
(yani bölgesel yayılma ve yakınsama), bu dillerin şeceresinin çıka­
rılmasını son derece güçleştirmiştir.2 5
Son zamanlarda Bantu dillerine ilişkin leksikoistatistik yöntem­
le bir çalışma yapılmış, akraba diller arasında 1 00 (ya da 200) adet
temel ya da kültürel olarak tarafsız kelime karşılaştırılmış, böylece
kabataslak, son derece spekülatif bir 'aile ağacı' ortaya çıkmıştır. 26
Leksikoistatistik, temel sözcüklerin temel olmayan sözcüklerden
farklılık gösterdiği, sözcüklerin sabit bir hızla değiştiği ve yalnız­
ca söz dağarının dillerin evrimi konusunda bilgi sağlayabileceği
varsayımına dayanır. Bu çalışmaya göre, Bantu ailesinin kökeni,
bugünkü Nijerya'nın Benue Vadisi'ne uzanır. Burada Bantu dili,
yaklaşık 5000 yıl önce Batı Bantu ve Doğu Bantu olmak üzere iki­
ye ayrıldı. Batı Bantu dillerinin Batı Kamerun'da Cross Nehri'nin
doğusunda geliştiği ileri sürülür. Bu diller, M.Ö. yak. 1560'tan
başlayarak tedrici olarak tüm Orta Afrika'ya yayıldı, söz konusu
dilleri konuşanlar muhtemelen yeni çiftçilik tekniklerine sahipti.
Batı Bantu dilleri, Germen dillerinin farklılaşmasından çok farklı
bir süreç geçirmiş, her biri farklı zamanlarda Bantu dilinin 'ana
1 26 DİLİN TARİHİ

gövdesi'nden (göreli bir kavram) ayrılmış, art arda bir dizi kardeş
dil ortaya çıkmıştır.
Bu yoruma göre, ilk olarak Nen-Yambassa dili doğmuştur. Daha
sonra Myene-Tsogo dili oluşmuş, ardından Biyoko dili ortaya çık­
mıştır. Yaklaşık olarak M.Ö. 1 1 20'de Kuzey Zaire'nin Aka-Mbati
dilleri, güneybatı dillerinden ayrılmış ve bu dilleri konuşan toplu­
luklar çeşitli yerler dağılmıştır. Yaklaşık iki yüzyıl sonra Batı Ban­
tu'nun 'ana gövdesi' iki ayrı dil ailesine bölündü: Güneybatı Bantu
ile Savanna. Savanna ailesine, Kongo dilleri ve Gabon-Kongo dil­
leri de dahildir. M.Ö. yak. 580'de, Buan-Soan dilleri ayrıldı. Buan
dili bir buçuk yüzyıl sonra kendi içinde farklılaştı. M.S. yak. 1 70'te
Biran dilleri, Buan dillerinden ayrıldı ve bu alt grubun en uzak do­
ğudaki kolu haline geldi. Batı Bantu dillerinin ilk yayılması, M.S.
330 civarında Savanna'da Güney Maniema dil kolu, komşu Batı
Bantu dillerinden farklılaşınca sona erdi. Bantu dilleri, ancak M.S.
ikinci binyıldan itibaren hızla Afrika'nın doğu ve güney sınırlarına
doğru yayıldı, bu süreçte karşılaştıkları yerli dillerin yerini aldı.
Bantu dillerinin bu şeceresi, çok yakın bir zamanda, yazılı dil
bulunmadığı için, leksikoistatistiksel karşılaştırmaya dayanan bir
yeniden inşayla ortaya atılmıştır. Bu yönteme göre, bütün dilsel de­
ğişimlerde olduğu gibi, belirli yeniliklerin başka yeniliklerden daha
önce meydana gelmesi gerekir. 2 7 Bu şecereye, belirli diller ile zaman
içerisindeki gelişimleri arasındaki ilişkileri saptamaya yönelik, söz
dağarı incelemesine dayanan istatistiksel hesaplamalar eklenmiştir.
Bu, glottokronoloji olarak adlandırılır ve leksikoistatistik kadar
spekülatif bir dilbilim yöntemidir. Bu yöntemin formülü, uzun bir
yazılı tarihe sahip dillerde gözlenen bir olguya dayanır: Temel söz
dağarı sabit bir hızla değişir. Glottokronolojiyi savunan uzmanlara
göre, bu formüle dayanarak, herhangi bir leksikoistatistiksel ora­
nın ( benzer diller arasında seçilen temel kelimeler karşılaştırılarak
hesaplanır) kaç yıla tekabül ettiği saptanabilir.
Ne var ki sözcük değişim oranları sabit değildir. Bunun nedeni,
yeni bir teorinin ileri sürdüğü gibi, dillerin uzun denge dönemle­
ri geçirmesi olabilir. Böyle bir dönem boyunca değişiklikler, dilin
yayılmasından, iç düzenlemelerinden ya da dil yakınsamalarından
SOYAGAÇLARI 1 27

kaynaklanabilir. Bu dönemin ardından, ani bir 'kesinti' ya da 'aile


ağaçları'nın oluşmasına yol açan değişme meydana gelir. Dolayı­
sıyla Bantu dilleriyle ilgili tüm glottokronolojik tarihler öznel spe­
külasyondan öteye geçmez.
Yalnızca fonolojik karşılaştırmalar (bir dildeki ses sistemine da­
yanır), bu araştırma alanında şüphe götürmez bir geçerliliğe sahip­
tir. Bu karşılaştırmalar, ilgili dil gelişmeleri için göreli kronolojiler
üretir, ama kesin tarihlerin saptanmasına olanak sağlamaz. Her
şeye rağmen, miladi tarihin başlangıcına kadar Orta Afrika'nın
batı kesimlerinin büyük bir kısmında Bantu dili konuşulduğu ne­
redeyse kesindir. Bin yıldan uzun bir süre sonra Bantular büyük
göçlerini başlattılar. Nihayet, 1 7. yüzyılın sonuna gelindiğinde Af­
rika kıtasının güney ucuna ulaşmışlardı.

Çin Dilleri

Çin dilleri, Çin-Tibet dil ailesinin en doğudaki ve en önemli


koludur. 2 8 Bu diller çekimsizdir, yani 'sözcük'leri genellikle birer
morfemden ibarettir, gramer ilişkilerini gösteren bir sözdizimleri
ve/veya özel sözcükleri bulunur. Ancak son zamanlarda çekimsiz
hale gelen Kelt, Germen ve İtalik dillerin aksine, Çin dilleri, tarihin
tüm aşamalarında çekimsiz dil özelliğini korumuştur. İlk Çin-Tibet
dilini konuşanlar, muhtemelen 5000 yıldan daha kısa bir önce Sarı
Irmak Vadisi'ne yerleştiler. Orada kimlerle karşılaştıkları hala bi­
linmemektedir, ama bu bilinmeyen halkın dili daha sonra Çincenin
oluşumuna katkıda bulunmuştur. Çincenin gramerinin değil, ama
söz dağarının büyük bir kısmının, söz konusu halkın dilinden alın­
dığı anlaşılıyor.
Zhou Hanedanı döneminde (M.Ö.1050-220) Çince, bugünkü
çok daha sınırlı bir coğrafyada konuşuluyordu. Bu dilin konuşul­
duğu ana bölge, Sarı Irmak Ovası'ydı. Fakat M.Ö. birinci binyıla
gelindiğinde, Çince geniş bir çevreye yayılmıştı. Komşu etnik grup­
ların egemenlik altına alınması sayesinde Çince, Batı'da Latince­
ye benzer şekilde günümüzde konuşulduğu alana hakim olmuştu.
M.S. 6. yüzyıldan önce konuşulan dile Eski Çince denir. Orta Çin-
1 28 DiLiN TARiHİ

ce, 6. yüzyıl ile 1 O. yüzyıl arasında konuşulan dile verilen addır.


Eski Mandarince, 10. yüzyıldan 14. yüzyılın ortasına kadar (Ming
Hanedanı döneminin başlangıcı), Orta Mandarince 14. yüzyıldan
1 9. yüzyıla kadar konuşuldu, Modern Mandarince ise 1 9. yüzyıl
başından günümüze kadar kullanılan dildir.
Çinceden doğan Mandarin Çincesi, birinci dil olarak dünyada
en fazla konuşulan dildir. Ayrıca Çince, yazılı tarihi M.Ö. ikinci
binyılın ortalarından itibaren kesintisiz bir şekilde günümüze dek
devam eden ender çağdaş dillerden (ya da dil ailelerinden) biridir.
Bu süreçte Çince, Shang Hanedanı döneminde (M.Ö. 1 700-1 1 00)
kabuk ve kemiklerin üzerine kutsal metinlerin yazılmasında kulla­
nılmıştır. Bu dönemin dili, müteakip Zhou Hanedanı döneminin di­
liyle kuşkusuz bağlantılıdır. Zhou Hanedanı döneminden günümü­
ze daha çok sayıda yazılı belge kalmıştır. Şüphesiz, Zhou Hanedanı
döneminin dili, günümüz Çincesi dahil olmak üzere daha sonraki
Çin dillerini doğurmuştur.
Çincenin logografik (yani, alfabetik olmayan) yazısından dolayı,
fonetik unsurlar açık olmadığı için, Orta Çincenin bile logogram­
larının telaffuzunun yeniden inşası zordur. Yeniden inşa işleminde
Çince uyak sözlükleri kullanılmaktadır. Bu sözlükler, kelime son­
larının telaffuzunun saptanmasında yardımcı olmaktadır. Kelime
başlarının telaffuzunun yeniden inşası içinse, Korece ve Japoncaya
girmiş kelimelerle karşılaştırmalardan yararlanılmaktadır. Tarih­
sel dilbilimsel yeniden inşa, M.Ö. 2. yüzyıldan önce, Eski Çincede
kelime başında ünsüzlerden oluşan öbeklerin kullanıldığını ortaya
koymaktadır, ancak bu ünsüz öbeklerinin tam niteliği hala anlaşı­
lamamıştır. Zamanla bunlar tek ünsüzlere dönüştü, Çin dillerinde
morfemler tek heceli kelimeler haline geldi. (Ünsüz öbekleri, birkaç
Çin dilinde kelime sonlarında yaşamaya devam etmektedir.) Ayrıca
Eski Çincede kaç tane ünlü bulunduğu konusunda farklı görüşler
bulunmaktadır. Bu sayıya ilişkin tahminler iki ile on dört arasında
değişmektedir. (İki ünlü bulunması çok zayıf bir ihtimaldir.) Daha­
sı, çok erken Çincenin çekimli bir dil olduğu açıktır, yani gramer
kelime çekimleriyle gösterilir. Ayrıca çok erken Çincede ayrımların
çekimle meydana geldiği kesindir. Çekimlerin zamanla kaybolması
SOYAGAÇLARI 1 29

üzerine, bu ayrımlar farklı kelime tonlamalarının dile girmesiyle ve


yaygınlaşmasıyla sağlanmıştır. Tonlama, kelimelerin özel işlev ve
anlamlarını gösteren başka bir yöntemdir. Uzmanlar Eski Çinceyi
yeniden inşa çalışmalarını hala sürdürmektedir.
Zhou Hanedanı döneminde, Klasik Latince gibi yazılı Çin
dili de muhtemelen eğitimli insanların normal konuşmasından
pek farklı değildi. Ne var ki müteakip Han Hanedanı zamanında
(M.Ö. 206-M.S. 220) konuşma dili artık yazılı dilden uzaklaştı
ve ikisi arasındaki fark sonraki yüzyıllarda giderek büyüdü. Yine
Batı'daki Latince gibi, yazılı Çince, ortaya çıkan yeni Çin konuşma
dillerini yansıtmıyordu. Çincede, en eski tarihlerde bile her zaman
yerel lehçeler vardı. Fakat bunlar, M.Ö. birinci binyılın sonlarına,
yani Vülger Latinceden Roman dillerinin doğmasından yaklaşık
1 000 yıl öncesine kadar ayrı birer dile dönüşmediler.
Orta Çince, Eski Çinceden muazzam derecede farklıydı. O za­
mana kadar, kelime başındaki ünsüz öbekleri tamamen kaybol­
muştu. Ayrıca, Orta Çincenin ton sistemi, Çin'in güney dillerinde
hala olduğu gibi, kalın ve ince ses perdelerinin her birinde ayrı
dört ses tonunu kapsamaktaydı. (Buna karşılık, bugünün Pekin
Mandarincesinde yalnızca toplam dört ton kullanılmaktadır.) Orta
Çinceden Modern Mandarinceye geçilirken fonemlerin sayısından
büyük bir azalma oldu. (Bir dilde bir sözcüğü [ya da sözcüğün bir
kısmını] başka bir sözcükten ayıran, anlamlı en küçük sese fonem
denir: örneğin bil ve pil sözcüklerini ayıran b ile p fonemleri gibi.)
Bu sürecin sonunda, birçok eşsesli kelime kaldı ve Pekin Manda­
rincesi şu anda Çincenin tarihindeki en az sayıdaki foneme sahip­
tir. Fonemlerin sayısındaki bu düşüşten dolayı, tüm Çin dillerinde
yeni kelime türetme yollarına başvurulmuştur, özellikle eşanlamlı
kelimelerden bileşik kelimeler meydana getirilmiştir. Bu nedenle,
bugünkü Çince 'kelime'lerin birçoğu artık tek heceli değildir, iki
heceli, hatta çok hecelidir.
Bugün, Çin dillerinin sekiz ana lehçesi aslında bir dil ailesi oluş­
turmaktadır. Çünkü bunların her biri pek çok lehçeye sahip olan,
birbirleriyle anlaşamayan bağımsız diller haline gelmiştir. Eski
Çince günümüz Pekin Mandarincesinden, Klasik Latincenin Pa-
1 30 DiLiN TARİHi

ris Fransızcasından farklı olduğu kadar farklı olabilir; ama Çince


konuşanlarda, tek bir dile mensup oldukları duygusu güçlüdür. Bu
duyguyu yaratan üç etken vardır: Farklı dilleri veya da tarihsel
değişimleri yansıtmayan logografik bir yazı; standart bir lehçeye
dayanan, diğer lehçelerin öne çıkmasını engelleyen yazılı bir dil ye
Çinlilerin tarih boyunca sürdürdüğü, neredeyse emsalsiz sayılabi­
lecek politik birliği. Bugünün yazılı Çin dili, Orta Çince standart
edebiyat dilinin doğrudan devamıdır.
Sözdizim ilişkilerine açıklık getiren gramer tanımlıklarının [par­
tide] çoğunun eskiden taşıdığı fiil ve zamir anlamları, Modern Çin­
cede -yazılı dilde değilse de- konuşma dilinde kaybolmuş, bunlar
soneklere ya da ek kelimelere dönüşmüştür. Modern Çince, artık
çokheceli, hatta eklemeli bir dile dönüşmektedir.
Kuzeyin Mandarin Çincesinin başlıca üç lehçesi vardır: Kuzey
Mandarincesi (Sarı Irmak Havzası ve Mançurya), Güneydoğu
Mandarincesi ve Güneybatı Mandarincesi. Çin tarihinin büyük bir
kısmında hem yazı hem de konuşma dilini kapsayan standart bir
dil var olmuştur. Güçlü bir merkez devletin politik birliği, ticaret
ve bürokrasi için ortak bir dil ya da lingua franca gerekliydi. Gü­
nümüz Mandarin Çincesine kaynaklık eden bu lingua franca, Liao
(M.S. 9 1 6- 1 125), Jin ( 1 1 15-1234) ve Yuan ( 1271- 1 3 6 8 ) hane­
danları dönemlerinde de kullanılmıştır. Söz konusu yabancı hane­
danların hepsi de, başkent olarak Pekin bölgesini seçmiştir. Kuzey
Çin'in tamamında, hatta daha da ötesinde kullanılan Mandarin
Çincesi yaklaşık olarak bir milyar insan tarafından, diğer bir deyiş­
le ana dili Çince olanların üçte ikisi tarafından konuşulmaktadır.
Başkent Pekin'in lehçesi Kuzey Mandarince, 20. yüzyılın başından
beri standart dil sayılan Ortak Dil'in ( Putonghua) temelidir. Batı
dillerinin sözlüklerinin hemen hepsi bu lehçeyi esas alır.
Günümüzün yedi temel Güney Çin dili, fonoloji ve ton sistemi
bakımından kuzey lehçelerinden genel olarak daha muhafazakar­
dır. Min Nan lehçeleri, güneydoğuda, esas itibariyle Zhejiang, Fu­
jian ile Hainan ve Tayvan adalarında konuşulur. Min Pei lehçeleri­
ne Kuzeydoğu Fujian'da rastlanır. Shanksi ve Güneybatı Hebei'de
Can lehçeleri konuşulur. Wu lehçeleri, Şangay ve Anhui'nin diğer
SOYAGAÇLARI 1 31

kısımları, Jiangsu ve Zheijan dahil Yangtze Deltası'nda konuşulur.


Güneyin Yüeh ya da Kanton lehçeleri, esas itibariyle Guangdong,
Güney Guangksi, Makau ve Hong Kong'da görülür. Hunan ola­
rak da bilinen Hsiang lehçesi, Çin'in iç güney Hunan bölgelerinde
konuşulur.
Koreliler, Japonlar ve Vietnamlılar, yazılı Çin dilini, kendi gün­
lük yazılı iletişim araçları olarak kullanmışlardır. Bugün bile bu
üç halk, yeni kelime üretiminde Çince kökleri kullanmaya devam
etmektedir. Bu ve başka nedenlerle, Çince 'Doğu Asya'nın Latince­
si' olarak adlandırılsa yeridir. Son zamanlardaki göçlerden dolayı
(İngilizce ve İspanyolca konuşanlarla karşılaştırıldığında göç eden
Çinlilerin sayısı daha azdır) dünyanın büyük şehirlerinin çoğunda
Çince konuşulmaktadır. Çin dil ailesinin etkisinin, 2 1 . yüzyılın bo­
yunca da önemini korumaya devam edeceği kuşku götürmez.

Polinezya Dilleri

Polinezya dilleri de büyük bir aile ağacı oluşturur. 2 9 Polinezya


dillerinin köken dili Avustronezya dilleri üst ailesi, yaklaşık 6000
yıl önce, proto-Okyanusya dil ailesini doğurmuştur. Proto-Ok­
yanusya dil ailesi, bir yandan Yeni Gine, Bismark Takımadaları,
Solomon Adaları, Yeni Kaledonya ve Batı Pasifik'teki başka ada­
larda konuşulan Avustronezya dillerini, öbür yandan proto-Doğu
Okyanusya dilleri üst ailesini kapsar. Proto-Doğu Okyanusya dil­
leri üst ailesi, Kuzey ve Orta Yeni Hebrid Adaları'nın, Çekirdek
Mikronezya'nın ve Rotuma'nın batı dilleri ile sonradan batıdaki
proto-Fiji dili haline gelen proto-Orta Pasifik dillerini ve M.Ö.
yak. 1 500 yıllarında Fiji-Tonga-Samoa hilalinin orta-doğu kıs­
mında proto-Polinezya dilleri haline gelen Doğu Proto-Orta Pa­
sifik dillerini içerir.
Polinezya dilleri, dünyanın en az değişen dilleri arasında yer
alır. Polinezya dillerinin seslileri, sözcükleri ve grameri, 3500 yıldır,
belki dünyanın başka hiçbir yerinde görülmemiş olağanüstü bir
istikrarla değişmeden kalmıştır. Bu istikrar, proto-Polinezya köken
dilinin aşırı indirgemeciliğine ( basitleştirme özelliğine) bağlanabi-
1 32 DİLİN TARİHi

lir: çok az sayıda ünsüz, basit tek heceli ve iki heceli sözcükler, sık
kullanılan ikilemeler (hulahula gibi) ve grameri göstermek için çok
sınırlı sayıda tanımlık. Bundan başka, Polinezya dillerinde meyda­
na gelen değişiklikler, genellikle tek aşamalı ünsüz değişimlerin­
den ibarettir: Örneğin k sesi, gırtlaksı ng veya n sesine; t sesi k
sesine dönüşmüştür. Bunlar, nitelikleri bakımından lehçe yaratan
değişikliklerdir, dolayısıyla Polinezya dillerini konuşanların hepsi
birbirleriyle kolaylıkla anlaşabilir. Polinezya dillerinin olağanüstü
muhafazakarlıkları ve homojenlikleri, muhtemelen ada grupları­
nın çoğu arasında birkaç yüzyıl öncesine kadar devam eden etkin
ticaretin de bir sonucudur.
Çoğu dil ailesinin tersine, Polinezya ailesinde hiçbir dil konu­
sunda aidiyet tartışması söz konusu değildir. Buna karşılık bu dil
ailesinde, dil ile lehçe arasına ayrım çizgisi çekmek zordur. Çünkü
kolayca anlaşılabilen, az sayıdaki küçük fonolojik farklılık hariç,
neredeyse aynı söz dağarını paylaşan çok sayıda benzer dil bulun­
maktadır. Örneğin, 'ev' kelimesi, Samoacada fale, Tahiticede fare,
Rapanui (Paskalya Adası) dilinde hare, Maori dilinde whare ve
Hawaicede hale'dir. Günümüzde Batı Pasifik'teki Solomon Adala­
rı'ndan Güneydoğu Pasifik'teki Paskalya Adası'na kadar uzanan
bölgede konuşulan yaklaşık 36 Polinezya dili vardır. Bu dillerin
tümü, yaklaşık 3500 yıl önce anavatanlarından ayrılıp izole du­
ruma düşen bir topluluğun dilinden gelir. Söz konusu topluluk,
anavatanla yalnızca ender olarak sınırlı temas kurmuştur. Bu ben­
zersiz kültür ve dile, Batılılar binyıllar sonra Yunanca poli ('çok')
ve nesos ('ada') kelimelerinden yola çıkarak 'Polinezya' vermiştir.
Proto-Polinezya dili, kardeş dili proto-Fiji dilinden ayrıldıktan
sonra, muhtemelen Tonga'da uzun, izole bir gelişme süreci geçir­
miştir. 30 Polinezya'nın tarihi boyunca, dilsel farklılaşmanın nedeni,
her zaman, Polinezya dilini konuşanların bir adadan ya da takı­
madadan bir başkasına göç etmeleri olmuştur. Yeni adaya veya
takımadaya yerleşen topluluk dilsel sürekliliğini korumuştur, çün­
kü adaya sonradan gelen sınırlı sayıdaki nüfus kendi dilini adanın
yerleşik toplumuna dayatamazdı. Proto-Polinezya dili, Tonga'da
M.Ö. ikinci binyılda iki dil ailesine bölündü: Proto-Tonga dili
SOYAGAÇLARI 1 33

(sonrada Tongaca ve Niue dillerini doğurmuştur) ve muhtemelen


kökeni Samoa'da yaşayanların diline dayanan proto-Çekirdek Po­
linezya dil ailesi. Yaklaşık 2000 yıl önce proto-Çekirdek Polinez­
ya dilini konuşanlar, Markiz Adaları'na göç ettiler. İşte yeni dilin,
yani proto-Doğu Polinezya dilinin yüzyıllar içinde doğup geliştiği
yer Kuzeybatı Markizler idi. Bu dili konuşan topluluk, anavatanla
ender olarak sınırlı ticari ilişki kurmuştur.
Bu arada Samoa'daysa eski dil, gelişmeye devam edip sonunda
Proto-Samoa-Periferi dili haline geldi. Zamanla, özellikle M.S. bi­
rinci binyılda, bu Samoa dilinin yanı sıra, başka adalara göç eden
grupların konuştuğu pek çok farklı dil doğdu. Bu ikinci grup diller,
evrim geçirmekte olan Samoa dilinden farklı dönemlerde kopmuş­
tur, dolayısıyla her topluluk kendi soyutlanmış adasında yeni bir
dil yarattı: Tokelau, Tuvalu, Doğu Uve, Doğu Futun, Niuafo'ou,
Pukapuka ve aşağı yukarı on beş dil daha. Bu dillerden bazıla­
rı, 'Periferi Dilleri' olarak adlandırılan özel alt-grupların ve Yeni
Zelanda-Hawaii-Paskalya Adası'nın oluşturduğu 'Polinezya Üçge­
ni'nin batısında yer alan Polinezya dillerini konuşan toplulukların
diliydi. 3 1
M.S. birinci binyılın başlarında, Kuzeybatı Markizler'de pro­
to-Doğu Polinezya dili konuşan topluluklar, belki de Tuamotu
Adaları, Mangareva ve Pitcairn'den geçerek Paskalya Adası'na
göç ettiler. Dilleri Rapanui diline dönüştü. Güneydoğu Markiz
Adaları'na sonradan yerleşildi, aynı zamanda proto-Orta-doğu
Polinezya dili de orada gelişiyordu. Belki M.S. 4. yüzyılda Mar­
kizlilerden bir grup Hawaii'ye göç etti, sonunda dilleri Hawaii­
ce haline geldi. Yaklaşık bir yüzyıl sonra, Markizlilerin başka bir
grubu Tahiti'ye göç etti ve orada Tahiti kolu oluştu. Bu kol, daha
sonra Tuamotus, Avustral Adaları, Kermadek Adaları ve Cook
Adaları'na da yayıldı. Cook Adası'nda Maori dilini konuşanlar­
dan bir grup, M.S. yak. 700'lerde, Tahiti koluna mensup dillerini
Yeni Zelanda'ya taşıdılar.
M.S. 1 000 dolaylarında büyük Polinezya göçleri sona erdiğin­
de, Pasifik'in yerleşime elverişli neredeyse tüm adalarına yerleşildi­
ğinde, Kuzeybatı Markiz ve Güneydoğu Markiz dilleri, fonoloji ve
1 34 DİLİN TARİHi

söz dağarı bakımından giderek birbirlerinden farklılaştı, sonunda


ayrı diller haline geldiler. Benzer bir süreç, Tahiti'nin güneyindeki
Avustral Adaları gibi başka yerlerde konuşulan Doğu Polinezya
dillerinde de meydana geldi. Farklılaşan bu diller (örneğin Tuamo­
tus, Cook Adaları ve Yeni Zelanda dilleri) genellikle 'lehçe' olarak
adlandırılsa da, aralarında Danca ile İsveççe arasındaki farktan
daha büyük fark vardır.
1 9 . yüzyılda Avrupalıların ve Amerikalıların Pasifik'i istila et­
mesi sonucunda, nüfusun yüzde 96'sı köle ticareti ve yaygın has­
talıklar nedeniyle yok oldu. Kültürel yıkım, dil düzleştirme, lehçe­
lerin yok edilmesi ve dil kirlenmesi (contamination) ve yerli nüfu­
sun büyük kısmının egemen dili konuşmaya başlaması: İngilizce
(Hawaii, Yeni Zelanda, Samoa, Cook Adaları), Fransızca (Tahi­
ti, Tuamotus, Markiz Adaları, Avustral Adaları, Mangareva) ve
İspanyolca (Paskalya Adası). Yalnızca monarşik Tonga Adası ile
daha uzak küçük adalar bu saldırıya maruz kalmamıştı.
Bugün Polinezyalıların büyük bir çoğunluğu, atadan kalma dil­
lerini tamamen kaybettiler ya da şu anda kaybediyorlar. Bu dil­
lerin yerini genellikle Batı dilleri aldı veya özellikle Fransız Poli­
nezya'sında Tahitice lingua franca haline geldi. Güçlü Polinezya
dilleri, büyük toplulukların (Tonga, Samoa, Tahiti), soyutlanmış
küçük toplulukların (Kapingamarangi, Tikopia ve diğer pek çok
topluluk), bir de devlet desteğiyle yerli halk arasında yeniden can­
landırılmaya çalışan kalabalık toplulukların (Hawaii, Maori) ko­
nuştuğu dillerdir. Zengin Polinezya sözlü edebiyatı -dans şarkıları,
kutsal ilahiler, mitolojik tarihler, soyağacı hikayeleri vb. - 1 9. yüz­
yılda yok oldu. Bu edebiyatın yalnızca küçük bir bölümü, Batılı
uzmanlar ve az sayıda eğitimli Polinezyalı tarafından yazıya geçi­
rilmiştir. Yalnızca Paskalya Adası'nın yerli bir yazısı vardır; ama
bu rongorongo alfabesi, Avrupa'dan etkilenerek 1 8. yüzyılın son­
larında üretilmiştir.
Yukarıda incelediğimiz soyağaçları -Kelt, İtalik, Germen, Ban­
tu, Çin ve Polinezya dilleri- dil değişiminin muazzam çeşitliliğini
ve evrenselliğini gösterir. Kelt dillerinin tarihi, önemli ve yaygın bir
dil ailesinin, yalnızca birkaç yüzyıl içerisinde nasıl görece önemsiz
SOYAGAÇLARI 1 35

hale geldiğini ortaya koyar. İtalik dillerin tarihi, küçük bir kardeş
dilin ( Latincenin) büyük, ama homojen bir aileyi (Roman dillerini)
nasıl doğurduğunu, bu ailenin fonoloji ve söz dağarının binlerce yıl
sonra bile köken dilden faydalanmaya nasıl devam ettiğini gösterir.
Germen dilleri, İtalik dillerin aksine bir gelişme göstererek büyük
ölçüde çeşitlenmiş ve parçalı hale gelmiştir. Germen dillerinden İn­
gilizce, önce İtalik dillerin büyük etkisinde kalmış, ama daha son­
ra dünya dili konumuna yaklaşmıştır. Bantu dili, Orta Afrika'nın
batısında az sayıdaki koldan çok sayıda dil doğurmuş, daha sonra
son binyılda, Doğu ve Güney Afrika'nın büyük kısmına yayılmış­
tır. Çincenin başlıca özellikleri, belki de sosyal konformizmin ve
binyıllar boyunca etkisini gösteren politik merkezileşmenin sonucu
olan tekbiçimliliği ve istikrarıdır. Polinezya dilleri, tarihöncesinin
en fazla yayılan dil ailesi olacak kadar yayılmıştı. Aynı zamanda
belki de dünyanın en muhafazakar dil ailesi haline gelirken, bugün
büyük dillere boyun eğme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Büyük eğilimler binyıllar süren gelişmelerde kendilerini gösterir.
Örneğin bu dillerin pek çoğu, çekimli dil türünden ( bireşimcilik)
izole türe (ayrışımcılık) dönüşmüştür; yani proto-dilde, grameri
göstermek için kelime sonekleri kullanılmış, fakat proto-dilden
türeyen dillerde, bu sonekler düşmüş ve yerlerine tanımlık ya da
edatlara dayanan sabit sözdizim geçmiştir. Hemen hemen tüm dil
değişimleri döngüseldir, yani diller çekimli, bitişken ya da izole
dönemler geçirmiştir ve temel niteleme (fiil ekleri), bağlı niteleme
(özne/nesne ekleri) ve katı sözdizimsel düzen arasında gidip gel­
miştir. Mısır dili, yaklaşık 3000 yıl içinde, çekimli dilken bitişken
dile dönüşmüş, daha sonra tekrar çekimli bir dil hale gelmiştir. Bü­
tün dillerin geçirdikleri tipolojik döngüler birbirine çok benzer. 32
Bazı dil öğelerinin diğerlerinden daha kolay değiştiği bir de­
ğişim hiyerarşisi vardır. Fonolojik değişim en sık gerçekleşen dil
değişimidir. Semantik değişim de nispeten hızlı gerçekleşir. Morfo­
lojik değişim ise daha az sıklıkta meydana gelir; kelime türetmede
sistematik değişim ve gramer yapılarında, özellikle kiplerde deği­
şimler ( Latincedeki puer, pueri, puero, puerum gibi) genelde daha
seyrek görülür. Nadir gerçekleşen değişimlerden biri sözdizimde
1 36 DiLİN TARiHİ

değişikliktir. En seyrek görülen değişikliklerden biri ise sözcük


vurgusunda değişikliktir. Kelimelerdeki vurgu genellikle arkaik
bir unsurdur, dolayısıyla dilbilimciler, türemiş dillerin köken dille
bağlantısını ve yabancı dilden geçen kelimelerin kökenlerini vurgu
sayesinde saptayabilirler. Örneğin Fransızca, izole bir dil haline ge­
lince -us sonekini kaybetmiş, vurgusu son hecesinde olan Fransızca
Marcel kelimesi orijinal Latince Marcellus kelimesinin vurgusunu
muhafaza etmiştir. Dolayısıyla Modern Fransızcadaki vurgu, ger­
çekte Latincedeki sondan bir önceki hecenin vurgusudur. Dilbilim­
ciler bu tür kalıntıları tespit ederek dillerin köken ve ilişkilerini
ortaya koyabilir.
Zamanla başka bir eğilim daha belirgin hale gelmiştir. Paradok­
sal olarak dünyada insan nüfusu çoğaldıkça, dillerin sayısı azal­
mıştır. Tarih öncesi soyutlanmış topluluklar muhtemelen büyük
dil çeşitliliği yaşamışlardı. Kentleşmenin başlangıcından itibaren
nüfusun artması, söz konusu dil çeşitliliğinde azalmaya yol açmış­
tır. Özellikle, 1 9. yüzyılın başlarında Sanayi Devrimi'nin sonucu
olarak başlayan (ve hala devam eden) şehirlere akın, dünyadaki
üçüncü büyük nüfus dalgasını oluşturur. Bu süreç, standart bir ulu­
sal dile ihtiyaç duyan, siyasal merkezileşmeye dayalı ulusal devlet­
leri meydana getirmiştir. Günümüzün metropol dilleri denen ulusal
diller, bütün dünyada yüzlerce küçük dili yok ediyor. Yaklaşık altı
milyarlık dünya nüfusunun 50 yıl içinde iki katına çıkacağı tahmin
edildiği göz önüne alınırsa, dünyanın küçük dillerinden birçoğu­
nun bu zaman zarfında yok olacağı düşünülebilir.
Dillerin soyağaçlarını gözden geçirdiğimiz bu bölümü bir açık­
lamayla sona erdirebiliriz. '5000 yıllık Tamil dili' veya '1 500 yıllık
İngilizce gibi sözleri sık sık duyarız. Bunun gerçekle uzaktan ya­
kından ilgisi yoktur. Yeryüzündeki hiçbir dil diğer dillerden daha
'eski' değildir: Şu anda konuşulan bütün doğal diller -yani, yeni­
den canlandırılmamış ya da yapay olarak yaratılmamış diller- tam
tamına aynı yaştadır.
VI

Dil i n Bilim i ne Doğru

Amerikalı ünlü dilbilimci Leonard Bloomfield, 20. yüzyılın baş­


larında " Dilbilim, insanın kendini gerçekleştirmesinde bir adım­
dır" demiştir. 1 Bu adım binyılların çabalarıyla bugüne gelmiştir.
Yazılı dilden çok önceleri, insan konuşmasının bir tanrı tarafından
verilmiş özel bir yetenek olduğuna inanılırdı. Bu inanç, birbirleriy­
le ilintisiz birçok kültürde varlığını hala sürdürmektedir. Dil üzeri­
ne ciddi, düzenli çalışmalar, Hindistan ve Yunanistan'da M.S. bi­
rinci binyılda başlamış, kesintisiz olarak, zenginleşen bir gelenekle
günümüze kadar sürdürülmüştür. Yunanca dilbilgisi terimlerinin
Latince tercümeleri -isim, zamir, fiil, zarf, sıfat, tanımlık (artikel),
geçişli, geçişsiz, çekim, isim çekimi, zaman, durum, cins, özne, nes­
ne vb- Batı dillerinin çoğunda hala kullanılmaktadır.
Eski Hindistan'da Sanskritçe uzmanları fonetik ve fonolojik te­
oride ve çeşitli dilbilgisi çözümlemelerinde çok üstündüler. Ayrıca
çalışmaları, Avrupa'da yapılan çalışmalara göre çok daha bilimsel­
di, yani sistemleştirilmiş bilgi yöntemlerini ve ilkelerini esas alıyor­
lardı. Fakat eski Hint dilbiliminin kökeni ve başlangıçtaki gelişimi
hakkında çok az şey bilinmektedir. Buna karşılık, eski Yunan'daki
1 38 DİLiN TARiHi

dil incelemelerinden günümüze bir süreklilik söz konusudur. Yu­


nan dilbilimi Roma'ya geçti. Roma'nın geç döneminde Latincenin
sözcük türleri, çekimleri ve cümledeki işlevleri ve ilişkileri üzerine
çalışan dilbilgisi uzmanları, Ortaçağ uzmanlarına kaynaklık etmiş­
tir. Ortaçağ'daki çalışmalar da, Rönesans dilbilgisi uzmanları tara­
fından yeniden yorumlanmıştır. Bunlar, 1 9 . yüzyılda ortaya çıkan
modern dilbilim için temel oluşturmuştur. Avrupa dilbiliminde, bu
konu hakkında eski Yunan'daki spekülasyonlardan beri istikrarlı
bir gelişme vardır: Her nesil, kendilerinden öncekilerin çalışmala­
rının sonuçlarından haberdar olmuş ve bunlardan faydalanmıştır
( Şekil 12). Bu nedenle, Avrupa dilbiliminin tarihi, genel anlamda
dilbilim tarihi olarak değerlendirilebilir. Bütün bunlara rağmen,
Avrupalı olmayan dilbilimcilerin etkisi küçümsenemez, çünkü iki
bin beş yüz yıl boyunca dil konusunda ciddi çalışmalar yapan her
uzman, dilin ne olduğu, nereden gelip nereye gittiği konusunda
önemli katkılarda bulunmuştur.

Hindistan

Dünyanın bilinen ilk dilbilim çalışmaları, M.Ö. yak. 800 ile


150 yılları arasında, eski Vedalar döneminin sözlü edebiyatını
korumak amacıyla Hindistan'da yapılmıştır. 2 Batı'da olduğu gibi,
Hindistanlı uzmanlar da dilbilimin günümüze kadar sürekliliğini
sağlamışlardır. Fonoloji ve semantik üzerine yapılan derin bilimsel
incelemeler dahil Hintçenin fonetiği ve çeşitli gramer konuları hak­
kındaki araştırmalar, 1 8. yüzyıla kadar Batılıların çalışmalarından
daha üstündü. Esas itibariyle dilin tarihine odaklanmayan Hint
dilbilimcileri, araştırmalarını dilde zaman içinde meydana gelen
değişimlere dayandırmışlardı.
Eski Yunan dilbiliminin aksine, Hindistan geleneği, tamamen
olgunlaşmış bir halde ortaya çıkmıştır, uzun süreli, ama kaydedil­
memiş bir teorik gelişmenin doruk noktasıdır. Hint dilbilimcileri­
nin yaptığı ilk büyük çalışma, Panini'ye ait Astadhyayi'dir. (Adı
" Sekiz Kitap" anlamına gelen bu çalışma Sanskritçe grameri ele
almaktadır. ) Söz konusu eser, M.Ö. yak. 600-300 arasında yazılı
DiLiN BİLİMİNE DOGRU 1 39

ya da sözlü olarak aktarılmıştır ve herhangi bir Hint-Avrupa dilin­


de bir konuda yapılmış ilk bilimsel araştırmadır. 3 Hint dilbilim ge­
leneği Avrupa dilbilim geleneğinden önce gelip yerini ona bıraksa
da, Hintlilerin dil konusundaki çalışmaları, Batı biliminde yapılan
sınıflandırma ile aynı biçimde genel başlıklar altında gruplandı­
rılabilir. Bu dilbilim, dil teorisi ve semantik (anlambilim), fonetik
(ses bilgisi) ve fonoloji (sesbilim) ve betimleyici gramer konularını
derinlemesine ele alıyordu. Edebiyat araştırmaları ve felsefi spe­
külasyonlarla birlikte değerlendirildiğinde, Hindistan'ın ilk dilbi­
limcilerinin, dilin biçim ve anlamla olan ilişkisinin doğal taklitten
(doğanın seslerini taklit etmek) ziyade keyfi uylaşıma (toplumun
geleneklerine) bağlı olduğu şeklindeki çarpıcı bilgiye ulaştığı görü­
lür. Hint dilbilim uzmanlarının semantik incelemeleri, kelimelerin
anlamlarının geçmişten gelen mirasların yanı sıra gözleme dayalı
yaratımın da sonucu olduklarını ortaya koymuştu. 4 Hindistan'ın
ilk dilbilimcileri, cümlelerin dilin özerk birimleri olduğu yolunda
son derece modern bir görüşü benimsemişlerdi. (Uzun süre dilin
temel birimi olarak 'sözcük' üzerine yoğunlaşan Batılı dilbilimciler,
bu anlayışa ancak 20. yüzyılda ulaşabildiler.)
En eski Sanskritçe uzmanları, dilde töz-biçim karşıtlığına -yani
unsurların, kategorilerin ve kuralların içkin sistemi ile gerçek söz­
ce karşıtlığına- ilişkin kadim meseleyi daha o zamandan görmüş­
ler ve dhvani-sphota ilişkisi teorisini geliştirmişlerdir. Sözce dhvani;
ifade edilmeyen kalıcı töz ise sphota'ydı. Dolayısıyla "bir kuyudan
su çekilmesi" gibi, dhvani de sph ota ' dan çıkarılır. Hint dilbilimci­
leri, daha M.Ö. 1 50'lere gelindiğinde fonetik incelemeyi fonolojik
yapılara göre düzenlediler, kesin telaffuz süreçlerini, ünsüz ve ünlü
birimlerini ve bölümsel sentezi belirlediler. Bunlardan yola çıkarak
eski Hint uzmanlarının -sphota teorisinin çeşitli bölümlerinin yak­
laştığı- sesbirimbilimin (phonemics) ilkelerini tam olarak belirledik­
leri açıkça görülmektedir. Batılı dilbilimciler ise sesbirimbilimi ancak
20. yüzyılda gerçek anlamda oluşturabilmişlerdir (Aşağıya bakınız).
Bugün bildiğimiz anlamdaki 'dilbilgisi'ni tamamen kapsamasa
da, Hindistan dilbilimcileri, Sanskritçe dilbilgisi çözümlemeleriyle,
özellikle Panini'nin Astadhyayi incelemesiyle ünlüdürler. Eski Hint
1 40 DİLİN TARiHi

Yunanlar
M.Ö. yak. 400


Yunanca gramer, fonetik, - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

etimolojisi, edebiyat üslubu

1
Romalılar
M.Ö. yak. 1 00

Latince gramer, etimoloji, - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - �


1
- - - - - - - - - - - -·

1
morfoloji, sözdizim 1
1

1
1
1
1
1
Latin Ortaçağı 1

M.S. 600-1 500 Araplar


M.S. 8. yüzyıl
Pedagojik Latince gramerler, Arapça gramer ve
'spekülatif gramerler', fonetik, Kuran'ın okunması
'İlk Gramerci' ve yazılması

16.-17.
1
yüzyıllar
Yunanca, Latince ve
İbranice dışındaki
gramerler ve sözlükler

18. yüzyıl
Dil ile ilgili felsefi çalışma,
Sanskritçenin etkisi

19. yüzyıl
Karşılaştırmalı ve tarihsel
çalışmalar
Yeni Gramerciler

1
20. yüzyıl
Yapısal ve eşzamanlı
çalışmalar,
Sesbirimbilim, Üretimsel
Gramer,
Bilişimsel Dilbilim

12 Dilbilimin gelişimine kısaca genel bakış.


DiLİN BİLİMiNE DOGRU 1 41

Hintliler Çinliler
M.Ö. yak. 800 M.Ö. yak. 1 1 00-900
Sanskritçe Gramer, Betimleyici Fonetik, Çince sözlük
Fonoloji, Semantik

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _.

M.S. 489
Çince tonlama analizleri,
Vezin çalışmaları

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - _ _ _ _. 1 1 . yüzyıl
Kafiye şemaları

1 7. yüzyıl
Çin lehçebilimi

19. yüzyıl
Çincenin transliterasyonu
1 42 DiLİN TARİHİ

dilbilim uzmanlarının dilbilgisi konusuna çok kafa yordukları,


bunu adeta takıntı haline getirdikleri anlaşılmaktadır. Bütün ku­
ralları en derli toplu biçimde, öncelik sırasına göre bir düzen içinde
ifade etmeye çalışmışlardır: Hintli bir uzman, bir dilbilgisi kuralı­
nı koyarken kısa bir ünlünün yarısı uzunlukta kısaltma yapmanın
" bir erkek çocuğun doğması kadar önemli" olduğunu söylemiştir.
Aforizmaya benzeyen sutra'lar ('iplikler') halinde kesin bir listeye
sokulan sözcük türetme kuralları öncelik taşır; buna karşılık, Sans­
kritçe fonetik ve gramer betimlemesinin neredeyse tamamen önce­
den bilindiği farz edilmektedir. Panini'nin 'grameri' yalnızca Hint
gramerini kurmakla kalmamış, Avrupa'da 2300 yıl sonra modern
dilbiliminin kurulmasının sağlayan, karşılaştırmalı ve tarihsel dil­
bilim çalışmalarının doğuşuna da katkıda bulunmuştur.

Yunanistan

Ama bu bilim bir Grek sütunu üzerinde durmaktadır. 5 Yuna­


nistan'daki en erken dil çalışmaları kaydı M.Ö. 5. yüzyıldaki kla­
sik çağın başlangıcına aittir. Yunanlar, barbarların ya da "yabancı
dilde konuşanların" dilleriyle ilgilenmezlerdi. Onların ilgisini çe­
ken Yunan lehçeleriydi, çünkü Eski Yunanca bugünkü İskandinav
dilleri kadar farklılaşmıştı, fakat anadili Yunanca olanların hepsi
aynı dili konuştuklarını çok iyi biliyordu. (Nitekim M.Ö. 5. yüz­
yılın başında tarihçi Herodotos, " Bütün Yunan topluluğu tek kan­
dandır ve tek dili konuşur" diye yazmıştır. )
Bu lehçelerin hepsi değilse de, büyük bir çoğunluğu yazıya ge­
çirilmişti. Gerçekten Yunanların en büyük kültürel başarısı, M.Ö.
birinci binyılın başlarında ( belki de daha önce) alfabe yaratmaları­
dır (bkz. 4. Bölüm). Yunan alfabesinin harflerini (grammatta) oku­
ma ve yazma becerisine tekhne grammatike deniyordu ve alfabeyi
bilen kişi ise grammatikos, yani 'gramerci' olarak adlandırılıyor­
du. 6 Harflerin öğrenilmesi philosophia'nın ( " zihinsel çalışmanın" )
ayrılmaz bir parçasıydı. M.Ö. 5. yüzyılda yaşayan Sicilyalı Gorgias
gibi retorikçiler, hitabet becerisini geliştirmenin bir aracı olarak dil
üzerinde çalıştılar ve bu konuda yazdılar.
DİLİN BİLiMİNE DOGRU 1 43

Platon (M.Ö. 427?-347), daha sonraları "gramerin olanakla­


rını ilk araştıran kişi" olarak anılacaktı. Platon'un Kratylos di­
yalogu, dilin kökeni ve kelimeler ile anlamları arasındaki ilişkiler
üzerine bir tartışmayı kapsıyordu: Bu tartışmada, Natüralistler,
kelimelerin yansımaya dayandığına ve seslerin sembolik olduğuna
inanıyorlardı, oysa Uylaşımcılar, kelimelerin keyfi bir şekilde deği­
şebileceğini, dolayısıyla dilde her türlü değişimin yalnızca uylaşım
olduğunu düşünüyorlardı. 7
Antikçağ'ın en büyük düşünürü Aristoteles (M.Ö. 384-322), dil
konusunda eklektik bir tarzda fikir yürütmüş ve kendi görüşünü
oluşturmuştur: "Hiçbir isim doğal olarak oluşmadığına göre, dil
uylaşıma dayanır. " Aristoteles'in dil anlayışı çok açıktı: "Konuşma
zihnin deneyimlerinin temsilidir. "
M.Ö. 2. yüzyılda Stoacıların verdikleri bağımsız eserlerle, Batı
kültüründe ilk defa dilin çeşitli boyutları ayrı ayrı incelenmiş oldu.
Dil incelemelerini, fonetik, gramer ve etimoloji (kökenbilim) dal­
larına ilk ayıranlar Stoacılardır. Yunanlar dilbilgisinde mükemmel
bir düzeye ulaşmış ve çalışmaları Batı dilbilimine 2000 yıldan fazla
bir süre yön vermiştir.
Uylaşım (toplum) ile taklit (doğayı taklit etme) ikiliği olduğu
gibi (Stoacılar taklidi, Aristoteles ise uylaşımı savunmuştur), ano­
malinin (düzensizlik) mi yoksa analojinin mi (düzenlilik) dilin te­
mel izleği olduğu konusunda da bir tartışma söz konusuydu. 8 ( Bu
konu o kadar revaçtaydı ki, Iulius Caesar, M.Ö. 1 . yüzyılda düzen­
lediği sefer sırasında Alpler'i geçerken, klasik dilbilimdeki anoma­
li-analoji tartışması üzerine fikir yürütmek için zaman ayırmıştır.)
Aristoteles, Yunancanın morfolojisinde analojinin hakim olduğu­
nu savunuyordu. Modern dilbilimciler, Aristoteles sayesinde, Yu­
nancanın morfolojisinin, biçimsel analojilerin saptanmasına ve dü­
zenlenmesine dayanan derli toplu bir açıklamasını yapabiliyorlar.
Stoacılardan sonra Yunan dilbilim çalışmaları, konuşma dilinin
yazı dilinde hatasız temsilini sağlayacak vurgu işaretlerini üretme­
nin ve Homeros'un eserlerinin en doğru metinlerini üretmenin yanı
sıra, esas olarak doğru telaffuz ve edebi üslup üzerine yoğunlaş­
tı. Fonetik hakkında birkaç eser yazılmıştır, fakat bunlar da alfabe
1 44 DiLİN TARİHİ

odaklıydı, yani bir metnin harfleri ile konuşma dilinin sesleri ara­
sında (aslında mevcut olmayan) bir ilişki olduğunu farz ediyordu.
(Harfler ile sesler arasında ilişkinin gerçek niteliği, modern döneme
kadar anlaşılamamıştır. ) Yunanların fonetik anlayışı öznellikten ve
şiirsel yorumlardan kurtulamamış, Hindistan dilbiliminin tasvir
edici analiz düzeyine hiçbir zaman ulaşamamıştır.
Eski Yunanların gramer analizleri ise yüksek standardı tut­
turmuştu. Bu analizlerin sistemi ve terminolojisi daha sonra ör­
nek alınmıştır. Esas itibariyle Atina bölgesinin yazılı Yunancasına
dayanan Yunan gramer açıklamaları, yüzyıllar boyunca Latince
öğrencilerinin aşina olduğu sözcük çekim modelini varsaymıştır:
amo 'ben severim', amas 'sen seversin', amat 'o sever' vb. Fakat
klasik morfoloji morfem teorisinin yerini tutmadığından, yalnız­
ca 'sözcük düzeyi'ne saplanıp kalan Yunan dilbilimi, Hindistan'ın
yüzyıllar önce ulaştığı kavrayış düzeyine ulaşamamıştır. Fonolojide
de alfabedeki harflerin telaffuzuna saplanıp kalınmıştır, bu yüzden
Yunan dil incelemeleri esas olarak yazılı dilin -konuşma dilinin
değil- tasvirinden öteye gidememiştir. Yine de Yunanlar, özellikle
Platon'un ve Aristoteles'in eserleriyle, ilk defa bir Avrupa dilinin
özelliklerini ve süreçlerini tasvir eden bir dilbilim terminolojisi
oluşturmuş, böylece 'isim' ve 'fiil' gibi son derece yararlı sözcükler
kullanılmaya başlanmıştır.
Yunan dilinin en eski betimleyici incelemesi, M.Ö. 1 . yüzyılın
başlarında Dionysios Thrax'ın yazdığı Tekhne Grammatike adlı
eser, 1 3 yüzyıl boyunca sözdizim dışındaki bütün dil konuları
hakkında temel metin olarak kabul edilmiştir. Bu esere yazarın
kısa, öz ve yalın üslubunun yanı sıra, o dönemde gramerin esas
konusu sayılan dilsel düzenliliklerin abartılı sunumu damgasını
vurmuştur. Latin gramercileri üzerinde büyük etkisi olan Apollo­
nios Dyskolos, M.S. 2. yüzyılda İskenderiye'de Yunanca sözdizim
hakkında ( bildiğimiz kadarıyla ) ilk kapsamlı teoriyi ortaya atmış­
tır. Apollonios sözdizim tanımını iki sütun üzerine kurmuştur: -
isim ve fiil. Ayrıca gramerin isim ile fiil arasındaki ve bunlar ile
diğer sözcük türleri arasındaki ilişkilerden ibaret olduğunu sapta­
mıştır. Bu teorisiyle Apollonios, çok sonraları bulunan sözdizim
DİLiN BİLiMİNE DOGRU 1 45

ayrımlarına, yani özne ile nesneye ve temel ve yan cümle kavram­


larına öncülük etmiştir.
Ortaçağ'da Konstantinopolis'te yapılan Yunanca dilbilim ça­
lışmaları, Maksimos Planudes'in (yak. 1260- 1 3 1 0) Yunancadaki
hallerin semantik incelemesi gibi kayda değer istisnaların dışında,
esas itibariyle eski eserlerin edebi yorumlarından ibaretti ve Hel­
lenistik yazarların sahip olduğu düşünce derinliğinden yoksundu.
(Planudes'in incelemesi, Rönesans döneminde Avrupa'ya geçmiş
ve bu daha sonra hal teorisini etkilemiştir). 9 Aslında çok daha ön­
ceden Yunan araştırmacılığının dinamikleri Romalılara geçmişti ve
Latince, Yunan gramer teorisini kalıcı hale getiren araç olmuştu.

Romalılar

M.Ö. 3 . ve 2. yüzyıllar boyunca, Yunanistan Roma'nın üstünlü­


ğüne tedrici olarak boyun eğdi. M.S. 1 . yüzyılda, Roma'nın Helle­
nistik dünyayı bütünüyle egemenliği altına aldığı sırada, Yunanca
Latinceye boyun eğmedi, aksine Latince ironik bir şekilde Yunan­
caya teslim oldu. Roma İmparatorluğu'nun batısındaki Germenler
ve Keltler, Latince konuşan yönetimleri kabul etmek zorunda kal­
dılar, oysa Yunan yönetimi altındaki Doğu İmparatorluğu, Yunan
yetkililerin, Yunan kültürünün ve Yunan ideallerinin egemenliği
altında, kesin olarak Yunanca konuşulan bir imparatorluk oldu.
Bu ideolojik ikilik birkaç yüzyıl içinde imparatorluğun ikiye bö­
lünmesine yol açtı. Yunan edebiyatı, eğitimli Romalıların kültür
modelini oluşuyordu, tıpkı Latincenin bin yıl sonra Ortaçağ Av­
rupası'nın kültür dili haline gelmesi gibi, Yunanca da kültür dili
niteliği kazanmıştı.
Romalıların dilbilimi, diğer entelektüel alanlar ve sanat dal­
ları gibi, Yunan dilbiliminin bir uzantısıydı. Yunan ve Latin dil
teorileri arasında herhangi bir belirgin düşünce ayrılığı söz konu­
su değildi. Aslında aynı dinamik aynı felsefi parametreler içinde
devam ettiriliyordu. Bu, kısmen, iki Hint-Avrupa dilinin görece
benzerliğinden kaynaklanan bir süreçti. 10 Romalılar daha önceki
çalışmaları kuşkusuz derleyip bir araya getirmiştir, ama Latinceye
1 46 DİLİN TARİHİ

eleştirel yaklaşan ilk Latin yazar, üretken, çokyönlü bir alim olan
ve eserleri günümüze kadar gelen Marcus Terentius Varro'dur
(M.Ö. 1 1 6-27). Varro, orijinali 25 ciltten oluşan De Lingua Lati­
na adlı eserinde -yalnızca beş-on kitap ve bazı bölümler günümü­
ze kalmıştır- dilbilimdeki anomali-analoji tartışmasını uzun uzun
ele alır, aynı zamanda Yunan üstatlarını taklitle yetinmeyerek La­
tincenin yapısına ve daha önceki aşamalarına ilişkin özgün fikir­
ler ortaya koyar. Varro'nun bol örnek vererek incelikli bir şekil­
de kaleme aldığı ve etimoloji, morfoloji ve sözdizim bölümlerine
ayırdığı eseri, Yunanistan'ın en iyi çalışmalarıyla boy ölçüşecek
niteliktedir. Antikçağ'da tarihsel dilbilim bütünüyle ihmal edil­
mişti, dolayısıyla eşzamanlı ve artzamanlı değerlendirmeler iç içe
geçiyordu. De Lingua Latina'da da bu eksiklik göze çarpar, ama
Varro tek bir kökten türeyen kelimeleri ve çekimleri inceleyip ano­
mali ve analoji lehinde ve aleyhinde argümanları değerlendirerek
uzlaştırmacı bir çözüm sunar; onun yaklaşımında bir dilin kelime
türetme ve çekim yapma yapısı da, kelimelerin anlamları da göz
önüne alınır.
Eğer fikirleri, daha önce yaşamış bilinmeyen bir yazardan
alınmamışsa, Varro'nun, yaşadığı çağ için son derece yaratıcı ve
yenilikçi bir düşünür olduğunu söyleyebiliriz. Varro, sözcüklerin
('üretmek' sözcüğünden 'üretim' sözcüğü gibi) türemiş biçimleri
ile ('üretilir' sözcüğü gibi) çekimli biçimleri arasında ayrım yaptı
ve çekimli biçimlerin doğal olduğunu, türemiş biçimlerin ise doğal
olmadığını ve daha sınırlı sayıda olduğunu ileri sürdü. Varro'nun
Latince kelimeleri morfolojik sınıflandırması da son derece özgün­
dü. Varro Yunanların aksine, Latincenin ve Yunancanın başlıca
kategorileri olan hal ve zamanı basitçe kabul etmedi ve bunun
yerine çekim biçimlerine göre, isimler (hal çekimi), fiiller (zaman
çekimi), ortaçlar (hal ve zaman) ve zarflardan ( ne hal ne de zaman)
oluşan dört kategori oluşturdu: Varro, her kategorinin özgül işlevi­
ni saptadı. İsim kategorisindeki kelimeler şeyleri adlandırır. Fiiller
bildirimde bulunur. Ortaçlar öğeleri birbirine bağlar (önceki iki
öğenin de sözdizimini paylaşır) ve zarflar bütün bunları destekler.
Varro, basit ortak bir köke dayanarak çok farklı kelimeler türe-
DİLİN BİLiMİNE DOGRU 1 47

tilmesi karşısında belli ki büyülenmiştir: /ego 'seçtim, okudum';


lector 'okuyucu'; legens 'okuma, okuyan'; lecte 'seçkin bir şekilde'.
Varro Roma'nın kuşkusuz en özgün dilbilimcisidir. Yalnızca
konuları yapay bir biçimde tartışan, edebi sorunlar üzerine yoğun­
laşan ya da gözü kapalı bir şekilde Thrax'ın Tekhne'sini takip eden
Romalı yazarlarla kıyaslandığında parlak bir yıldız gibi görünür.
Varro'dan sonra, anomali-analoji tartışmasına artık ilgi gösteril­
medi. Kayda değer bir takipçisi, Quintilianus, 1 2 kitaplık Insti­
tutio Oratoria adlı eserinde, Thrax'ın gramer eserinin eğitimde
vazgeçilmez bir araç olduğu iddiasını tekrarlamış ve Latincedeki
isim hallerini ve çekim sistemlerini yalnızca yüzeysel olarak ince­
lemiştir. M.S. 6. yüzyıla kadar, Romalıların dilbilimi, Yunanların
terminolojisinin ve kategorilerinin Latin diline aktarılmasından,
analizinden ve uygulanmasından ibarettir. M.Ö. 1 . yüzyılın ikinci
yarısı gibi erken bir tarihte İskenderiyeli bilgin Didymos, Yunan­
ca gramerin tüm özelliklerinin Latince gramerde de bulunduğunu
ifade etmiştir.
Betimleyici Latince grameri, ancak geç Latin döneminde şekil­
lendirilmiş ve müteakip yüzyıllarda bütün Batı eğitiminin temeli
olarak kullanılmıştır. 1 1 Geç Latin gramercilerinin en önemli çalış­
ması, Priscianus'un M.S. yak. 500'de Konstantinopolis'te yazdığı
Institutiones Grammaticae adlı eserdir. Priscianus, 1 000 sayfalık
bu kitabında, konuşma dilinin değişen dinamiklerini göz ardı ede­
rek, İstanbul'un geleneksel tavrını benimser ve klasik edebiyatın
arkaik dilinin Yunanca temelli sınıflandırmasını yansıtır. Priscia­
nus'un amacı çok açıktır: Yunanca matrisine dayanarak Latin dil­
bilimini ortaya koymak - özellikle Thrax'ın Tekhne'sini ve 'grame­
rin en yetkin uzmanı' olarak adlandırdığı Apollonios Dyskolos'un
çalışmalarını esas alıyordu. Priscianus'un çalışma modeli Yunanca
sözcük çekim modeliydi ve türemiş sözcük seviyesinin altında­
ki unsurlara hiçbir önem atfetmiyordu. Yani Priscianus, örneğin
domus (ev) sözcüğünü dilin birincil seviyesi olarak görüyordu ve
bütün Batı Antikçağı gibi, hem dom-'un hem de -us'un morfem
olduğunun, örneğin d'nin de fonem olduğunun farkında değildi
(Latince 'kesmek, koparmak' anlamına gelen tomus sözcüğündeki
1 48 DİLİN TARİHİ

t ile karşıtlık kurularak d'nin fonem olduğu görülebilir). Priscia­


nus, Klasik Latincenin en kapsamlı incelemesini yaptı. Bu kitap,
Latince öğretiminin temeli olarak günümüze kadar kullanılmıştır.
Institutiones, Ortaçağ'da en fazla çoğaltılan gramer eseriydi. Bu
eser Ortaçağ dilbilimcileri için ortamı hazırlamıştır.

Arap Dünyası

Yakındoğu, Kuzey Afrika ve İspanya'daki gelişmiş İslam kültü­


rü, Ortaçağ boyunca önemli dilbilim çalışmaları üretmiştir. 1 2 Bu
çalışmaları yapanlardan bazıları, Arapça ve İbranice üzerine karşı­
laştırmalı bir bilimsel eser kaleme alan İbn Barun gibi İspanya Ya­
hudileriydi. Bununla birlikte, araştırmacıların büyük bir çoğunlu­
ğu araştırmalarını Kuran üzerinde yoğunlaştıran Müslümanlardan
oluşuyordu. Kuran 7. yüzyıldan beri, Muhammed'in tebliğ ettiği
Allah kelamı olarak kabul edildiği için, Arapça konuşmayan Müs­
lümanlar arasında bile tercümesi caiz sayılmaz. Çok geniş bir coğ­
rafyaya yayılmış İslam ülkelerinde Arapça öğrenme ihtiyacı nede­
niyle, yüzlerce yıl boyunca, Arapça eğitimi veren çok sayıda okul
açılmıştır. Bu okullar, Arapça okuma, yazma ve telaffuz kurallarını
daha incelikli hale getirmiştir.
Bazı İslami mezhepler, doğanın temsili olarak Arapçanın do­
ğallığına ve kökeninin çeşitliliğine vurgu yaptılar ve Klasik Yunan
dilbilimci Natüralistler gibi, bu vurguyu bütün dilleri kapsayacak
şekilde genelleştirdiler. O dönemde bundan başka, Basra'daki okul
gibi, Aristoteles'in doğrudan etkisiyle dilin uylaşımsal keyfiliğini
ve sistematik düzenliliğini kabul eden okullar da vardı. 13 Yine de
Arap dünyası, kendi benzersiz dil yaklaşımını geliştirdi ve dolayı­
sıyla Latin gramercilerinin Yunan prototiplerini toptan kabul et­
mesi gibi bir tavırdan kaçındı.
Fars asıllı Basralı Sibeveyhi, M.S. 8. yüzyılda yazdığı el-Kitab
adlı gramer eseriyle Arapça eğitiminin temel kaynağını vermiştir.
Önceki dilbilim çalışmalarının yarattığı sağlam zemine dayanan
Sibeveyhi, günümüzde bilinen anlamıyla klasik Arapçayı tanımla­
mıştır. Sibeveyhi'nin ses üretimine ilişkin, incelikli bir terminolo-
DİLiN BİLiMiNE DOGRU 1 49

j iyle yaptığı fonetik ve anatomik tasvir, çalışmalarında Hindistan


dilbilimcilerinden esinlenmiş olabileceğini düşündürtmektedir,
ama Sibeveyhi onların çalışmalarından habersiz de olabilir. El-Ki­
tab tasvirlerinin doğruluğu ve kesinliği bakımından Yunanların
ve Romalıların o güne kadarki eserlerinden kuşkusuz çok daha
üstündü.
Arap dilbilimi, bir daha böyle bir eser üretememiştir.

Çin

İlk Çince sözlük M.Ö. 1 1 00-900 gibi erken bir tarihte hazırlan­
mıştı, ama Çinlilerin dil analizleri, söylenen sözcüğün hece-fone­
tik gliflerle en doğru temsili konusuna yoğunlaşmıştı. 1 4 M.S. 489
yılında, Çince ses tonları söylenen hecelerin bileşenleri olarak ilk
kez sistematik bir tarzda tespit edildi. Bu tespiti, belki de alfabetik
yazıya aşina olan Budist rahipler yapmıştır. 1 1 . yüzyılda, ilk hece­
leri sütunlarda ve son heceleri satırlar halinde düzenlenmiş Çince
uyak tablolarıyla daha fazla fonolojik analiz yapılmıştır. Söz ko­
nusu tablolar, doğal fonotaktik (ses dizilişiyle ilgili) kısıtlamalar­
dan dolayı konuşma dilinde görünmese de, Çincede orta ve son
hecelerin potansiyel özelliklerini ve vurguları ortaya çıkarır. Uyak
tablolarının ilk hecelerinin telaffuza göre tam olarak düzenlenme­
sinde ve diğer özelliklerinde Sanskrit dilbilimcilerinin etkilerinin
olduğu açıktır.
Çinlilerin kullandığı yazı türüne uygun olan bu sözde-prozodik
(yani, nazım şekilleri ve vezinle ilgili) fonolojik analizler, Ortaçağ
ve modern dönemdeki Çin dilbilim araştırmalarının temeli olarak
kaldı. Çinli uzmanlar önceleri klasik Ortaçağ Çin edebiyatını ele
almış, bu daha sonra Pekin Mandarincesi ve diğer Çin dilleri üze­
rinde durmuşlardır.
1 7. yüzyılda Çin'in dört bir tarafına seyahat edip karşılaştığı
çok sayıda dil ve lehçeyi inceleyen lehçebilimci Pan-lei'nin çalışma­
ları dikkate değerdir.
Çin dilbilimi, Hindistan'ın daha M.Ö. birinci binyılda ulaştığı
veya Batı'nın sonradan eriştiği bilimsel inceleme düzeyine hiçbir
1 50 DİLİN TARiHi

zaman ulaşamamıştır. 1 9 . yüzyılın sonlarından beri Çin dilbilimi­


nin temel ilgi alanlarından biri, Çin yazısının Batı alfabesine en
uygun şekilde aktarılması sorunudur.

Latin Ortaçağı

Latin Ortaçağı -Avrupa'nın M.S. yak. 600-1 500 arası dönemi


için, tarihsel olarak doğru olmasa da, yaygın bir şekilde kullanı­
lan, yerleşmiş bir terimdir- boyunca yapılan dilbilim araştırmala­
rının başlıca özelliğini çalışma şekli oluşturur: Kiliselerde yapılan
bu araştırmalar, dönem boyunca pedagojik niteliğini korumuştur.
Sözlü ve yazılı Latince, Roma'nın çöküşünden sonra Batı'nın bü­
tün şehirlerinde yerel dil ne olursa olsun, eğitim dili olarak kul­
lanılmıştır. Dolayısıyla, özellikle Ortaçağ'ın başlarında dil eğitimi
demek Klasik Latince gramer eğitimi demekti. 15 Bu eğitimin 'Yedi
Temel Dal'ından en az üçü -gramer, diyalektik (mantık) ve bela­
gat- doğrudan Latince öğrenimiyle ilgiliydi. Gerçekten de Ortaçağ
boyunca Latince grameri, bu yedi 'sanat'ın en önemlisi, hakiki eği­
timin temeli kabul ediliyordu. 'Yedi Temel Dal'ın hepsi de tabii ki
teolojiye tabiydi.
Latince gramer incelemeleri, önemsiz bazı değişiklikler dışında
iki temel otorite sayılan Priscianus ve Donatus'un tekrarından öte­
ye geçmedi. 160 Manastırlarda İncil çoğaltımı ve Latince öğretimine
odaklanıldı, dilbilim konusuna meraklı keşişler de etimoloji ve söz­
lük çalışmaları yaptılar, eserlere yorum ve açıklamalar yazdılar. Bu
keşişlerin en dikkat çekicisi, 7. yüzyılın başında Ortaçağ'ın 'Brit­
tanica' sı sayılan Etymologiae'yi yazan Sevilla'lı İsidoro'ydu. Ama
çok erken tarihlerden itibaren bağımsız Latince gramer ve konuş­
ma kitapları kaleme alınmıştır. Örneğin 8. yüzyılda Northumbria'lı
Bede ve Alcuin bu tür kitaplar yazmıştır. İrlandalılar, Latince gra­
meri ilkelerini kendi dillerine ilk uygulayanlar arasındadır, İrlan­
da'da yüzyıllar boyunca süren bir geleneği başlatmışlardır. 17
1 1 00 civarında başlayan felsefi skolastizm dönemi boyunca,
Avrupa'da ilk üniversitelerin açılmasına, Gotik mimari ve saray
edebiyatına rağmen, dil çalışmaları hala doktriner eğitimden iba-
DiLiN BİLiMiNE DOGRU 1 51

retti. Ama bunlardan bazıları kayda değer niteliktedir: Alexand­


re de Villedieu'ye ait yaklaşık 1 200 tarihli Latince el kitabı olan
Doctrinale; Galce ve İrlandaca gramer kitapları ve 'İlk Gramerci'
olarak adlandırılan, kim olduğu bilinmeyen, olağanüstü bir İzlan­
dalı yazar tarafından 1 2 . yüzyılda yazılmış İlk Gramer İnceleme­
si. İzlandalı İlk Gramerci, İzlandacada imla reformu yapılmasını
savunurken, olağanüstü bir fonetik ve fonolojik analiz de ortaya
koymuştur. Gerçekten, 'İlk Gramerci' fonemiğin ( bir dilin anlamlı
sesler sisteminin) temel ilkelerini saptamıştır. İlk Gramerci'nin yaz­
dığı, Ortaçağ'ın bu en iyi dilbilim eserinin değeri 20. yüzyıla kadar
anlaşılmamıştır.
Ortaçağ'da, dilbilimde yenilik değil, gelenek egemen olmuş,
'spekülatif gramer' kitaplarına bağlı kalınmıştır. De Modis Signifi­
candi (Anlamlandırma Tarzları Üzerine) başlığını taşıyan bu kitap­
lar, genellikle aynı teorik tutum ve dil anlayışına sahip birçok yazar
tarafından yak. 1 200- 1 350 yılları arasında yazılmıştır. 1 8 Modistae
adı verilen bu spekülatif gramerciler, Priscianus ve Donatus'un
Latince gramerlerini felsefi skolastizmle birleştirdiler. (Skolastizm,
Aristoteles felsefesini Katolik teolojiyle birleştiren bir düşünce
okuludur. ) Bu gramerciler, Latincenin basit tasvirinin artık yetersiz
kaldığını, Latince öğeler ve kategoriler için daha derin bir teorinin
ve daha kapsamlı açıklamaların gerekli olduğunu ileri sürmüştür.
Gramer çorbasına artık felsefe de katılıyordu: " Şeylerin özgül do­
ğası konusunda dikkatlice düşünerek, . . . grameri keşfeden, gra­
merci değil, filozoftur. "
Bu teorik ortamda bütün dillerin gereksinimini karşılayacak bir
'evrensel gramer' kavramı ortaya çıktı. En eski spekülatif gramer
eserlerinden birini yazan İngiltereli Roger Bacon ( 1 2 14?-1294),
"Gramer, bütün dillerde öz olarak aynıdır ve yalnızca arızi olarak
değişir" demişti. (Kuramsal dilbilimciler, o zamandan beri bir 'ev­
rensel grameri' arıyorlar. ) Bir sözcüğün significatio'su (anlamı) ile
suppositio'su (ilişkisel ikamesi) arasındaki farkı tanımlamak için
özellikle semantiğe başvurulmuştur.
Fakat Modistae gramer uzmanları esas olarak gramerle ilgileni­
yorlardı ve Priscianus'un Latinceye ilişkin yalnızca betimleyici ni-
1 52 DiLiN TARİHİ

telikte olan analizlerine açıklayıcı bir boyut kazandırmak amacıyla


Priscianus'tan önemli noktalarda ayrıldılar, bütünsel ve tutarlı bir
felsefi gramer sistemine dair ayrıntılı bir terminoloji oluşturdular.
Örneğin Modistae gramercilerinin yarattığı sözdizim sistemi, be­
lirli sözcük sınıflarının işlevlerini daha berrak hale getirmiştir. Mo­
distae gramercileri, cümle yapısı ve sözdizim analizine ilişkin kap­
samlı ve tutarlı bir teori de geliştirdiler. Bu teori, Priscianus'un söz­
cük çekimlerinden daha derin yapısal düzeylere sahipti. Modistae
gramercilerinin dil teorisine göre, insan beyni her dilde soyutlama,
düşünme ve iletişim işlevlerini benzer biçimde gerçekleştirmektey­
di. Bu teori, Hint-Avrupa dil ailesinden olmayan diller incelenmeye
başlandığında iflas etmiştir. Modistae gramercilerinin 'spekülatif
grameri,' günümüzün formel gramerinden son derece uzak olsa da,
Antikçağ ile modern dönem arasında bir köprü işlevi görmüştür.

1 9. Yüzyıla Kadar

Klasik yazarlar veri toplayarak Yunanca ve Latinceyi betimle­


diler. Ortaçağ Modistae gramercileri Latincenin kullanımı konu­
sunda spekülasyonlar yaptılar. Fakat Ortaçağ'dan sonra Avrupalı
uzmanlar, Avrupa dışındaki diller üzerine çalışmalar yaptılar, Av­
rupalı olmayan dilbilimcilerin eserlerini okudular ve dilbilim araş­
tırmalarını Yunanca ve Latincenin hakimiyetinden çıkardılar. Dilin
kendisi inceleme nesnesi haline geldi. Tabii ki, Ortaçağ'da Arap­
ça ve İbranice hakkında bazı çalışmalar yapılmıştır. Hıristiyanlık
açısından taşıdığı önemden dolayı özellikle İbranice üzerinde du­
rulmuştur. Rönesans döneminde ise İbranice temel bir araştırma
konusu haline geldi. Alman Johannes Reuchlin, 1 506 tarihli De
Rudimentis Hebraicis adlı eserinde, Avrupalı dilbilimcilere İbra­
nicenin çekimli isimler ve fiiller ile çekimsiz tanımlıklardan oluşan
son derece farklı sözcük sınıflama sistemini göstermiştir. Başka
dillerin de gramerleri bu dönemde ortaya çıktı: 1 5 . yüzyılda İtal­
yanca ve İspanyolca, 1 6 . yüzyılda Fransızca, Lehçe ve Eski Kilise
Slavcası. Bu dönemde ilk sözlükler basıldı. Kitab-ı Mukaddes yerel
dillere çevrildi ve orijinal İbranice ve Yunanca metin ile bu çeviriler
DİLiN BİLİMİNE DOGRU 1 53

arasında karşılaşmalar yapıldı. Yeni ortaya çıkan ulusal edebiyat­


larda telaffuz ve imla daha standart hale getirildi.
Yerel dillerin gramerleri, henüz uluslaşmamış halkların kendi
içlerinde azami seviyede anlaşmalarını sağlamak amacıyla ortog­
rafi (imla) üzerinde odaklandı. Özellikle İtalyanca, Provence dili,
Fransızca, Katalanca, İspanyolca ve Portekizce gibi akraba Roman
dillerinin, Latincenin bozulmuş şekilleri değil, farklılıkları sistema­
tik bir şekilde gösterilebilecek özerk diller olduğu artık kabul edi­
liyordu. Yerel diller Latincenin hakimiyetinden bütünüyle kurtulu­
yorlardı ve hak ettikleri biçimde bağımsız diller olarak Üzerlerinde
çalışmalar yapılıyordu. Bu dillerin gramerleri, uzmanlar tarafın­
dan Latince kadar incelenmeye değer görülmeye başlanmıştı.
Dialectique adlı eseri Fransızca yazılmış ilk felsefe kitabı olan
( " Aristoteles'in söylediği her şey yanlıştır" ) modern yapısalcılığın
öncüsü Fransız Pierre Ramee (yak. 1 5 15-1572), Yunanca, Latince
ve Fransızca gramerleri yazmış ve Scholae Grammaticae'de gramer
teorisi oluşturmuştur. Önceki yaklaşımlardan ayrılan Ramee, antik
dillerin klasik kullanıma bağlı olması gerektiğini, modern dillerin
ise gözlemlenen kullanıma bağlı olması gerektiğini ileri sürmüştür.
Böylece Ramee'nin gramer betimlemeleri ve sınıflandırmaları, kla­
sik idealleri değil, söz biçimleri arasında gözlemlenen ilişkileri öne
çıkarır.
Peru Kuçeva dili ( 1 560), Bask dili ( 1 5 87), Brezilya Guarani dili,
hatta Çince dahil olmak üzere birçok dilin grameri yayınlanma­
ya başlamıştır. Dünya dillerinin Yunanca ve Latinceden ne kadar
farklı olduğu hızla anlaşılmıştır. Klasikler, artık yaşayan idealler
olarak değil, eski modeller olarak itibar görüyorlardı. Yerel dil­
ler, eğitim dili olarak Ortaçağ Latincesinin yerini almaya başladı.
Bu uzun süreç, Avrupa'nın bazı ülkelerinde ancak 1 9 . yüzyılda ta­
mamlandı. Söz konusu sürecin bir parçası olarak, Klasik Latince
de nesnel bir şekilde betimlendi, bu dilin sınırları belirlendi. Biz­
zat Ramee, Latinceye j ve v harflerini, Latince i ve u ünlülerinin
telaffuzlarından farklı olan yarım ünlü telaffuzlarını karşılamak
için sokmuştur. Matbaa okur-yazar oranının artmasını sağladı ve
bu artış, 20. yüzyılın teknolojik devrimine benzer şekilde genel bi-
1 54 DİLİN TARİHİ

linçlenmede ve bilgide patlama anlamına geliyordu. 1 635 yılında


Fransa'da kurulan Academie Française, 1 662 yılında Britanya'da
kurulan Royal Society gibi çoğunlukla dil araştırmaları ve sorun­
ları üzerine forum niteliği taşıyan, hatta denetleme kurumu işlevi
gören uzman dernekleri ortaya çıktı. 1 9
Dilbilim, 16. yüzyıldan 1 8 . yüzyıla kadar, yalnızca dille ilgili
sorunları aşarak, dili farklı biçimde yorumlayan ampiristler ile ras­
yonalistler arasında felsefi tartışmanın bir aracı haline geldi. Orta­
çağ skolastiğini reddeden ampiristler gözlemlenen olayları vurgu­
larken, rasyonalistler, duyularla algılamaya güvenmezlerdi, belki
de daha geleneksel bir biçimde, insan aklıyla gösterilen delilleri
öne çıkarırlardı. Ama her iki taraf da felsefi düşüncenin temelinin
matematikte ve Newtoncu bilimde yattığını kabul ederdi. Bu dö­
nem boyunca yapılan tüm dil çalışmaları ampirizm-rasyonalizm
tartışmasından etkilenmiştir. Daha sonra, uluslararası eğitim ve ti­
caret dili olarak yeni, icat edilecek 'evrensel bir dil' talebi ilk defa
ciddi bir biçimde ortaya atıldı.
İngiliz ampirist dilbiliminin temel katkısı, İngilizce fonetiğin
ilk defa sistematik olarak betimlenmiş ve Priscianus'un Latinceye
ilişkin ilkelerinden kurtularak İngilizce dilbilgisinin formel anali­
zinin yapılmaya başlanmış olmasıdır. İngilizce fonetik ve fonoloji
incelemelerinin temelini atan İngiliz fonetik okulu doğdu. İngiliz
dilbilgisi uzmanlarının çoğu, İngilizce için hala Priscianus'un La­
tince sınıflamalarını kullansa da, İngilizce kullanımına dair doğ­
rudan gözlemleri dikkate alarak geleneği bir tarafa bırakan istisna
uzmanlar da vardı: William Holder, Elements of Speech ( 1 699)
adlı eserinde, ünsüzlerde ötümlü-ötümsüz (yani bip, dit, g/k vb.)
ayrımının telaffuzunu saptamak konusunda, kendisinden önceki
bütün Batılı uzmanlardan daha gelişkin bir yaklaşım getirmiştir.
Rasyonalist akım, özellikle etkisi 1 8 . yüzyıla kadar devam eden
Fransız Port Royal okullarından ( 1 637-1 66 1 ) ilham alan felsefi
gramer eserleri üretti. Port Royal okullarının pagan klasizmine
kuşkuyla bakmasından dolayı, bu rasyonalist gramer eserleri, 'ev­
rensel bir gramer' önererek Ortaçağ'ın skolastik anlayışını sürdür­
düler; fakat Latince bir model ya da ideal olarak değil, yerel diller-
DİLİN BİLiMiNE DOGRU 1 55

de açıklanan bir genel gramer teorisi olarak ele alındı. Port Royal
gramercilerinin amacı, insan düşüncesini aktarma açısından bütün
gramerlerin özünde bir olduğunu ortaya koymaktı. Bu hedefe ulaş­
mak için başka şeylerin yanı sıra, dokuz klasik sözcük sınıfının
semantik açıdan kökten bir yeniden yorumuna giriştiler, örneğin
zarfları yalnızca yapısal olarak kısaltılmış edat öbekleri olarak ni­
telediler. Port Royal gramercileri, Yunanca, Latince, İbranice ve
modern Avrupa dillerine dayanarak genel bir gramer yazmaya bile
giriştiler. Böylesi bir kuramsal varsayımın gerçekliğe uygun oldu­
ğuna inanıyorlardı
1 8 . yüzyılda dile ilişkin spekülatif değerlendirmeler, genel bir
felsefi çerçevede dilin kökeni ve gelişimi üzerine yoğunlaştı. Fran­
sız filozoflar Condillac ve Rousseau, jest ve seslenmelerden yola
çıkarak dilin kökeninin doğanın taklidinde yattığını, daha sonra
soyutlamaların ve karmaşık gramerin bu çok basit ünlemlerden
gelişmiş olabileceğini ileri sürmüştür. Alman Johann Gottfried
Herder, insan dilinin, insan düşüncesiyle birlikte, çeşitli evrim aşa­
malarından geçerek geliştiğini savunmuştur. Herder, işitme duyu­
sunun dili doğurduğuna ve dil geliştikçe diğer duyuların da 'basit
bir söz dağarcığının' oluşumuna katkıda bulunduğuna inanıyordu.
Aristoteles felsefesinin takipçisi olan ve Herder gibi ayrı dillerin
kendine özgü nitelikleri bulunduğunu kabul eden James Harris,
iki evrensel 'unsura,' yani fiillere ve isimlere dayalı bir dil teori­
si geliştirdi. Harris, dilin başlangıcından beri bu unsurların bütün
gramerlerin temeli olduğuna inanıyordu.
Edinburg'lu Lord Monboddo (James Burnett) da, Of the Ori­
gin and Progress of Language adlı sekiz ciltlik incelemesinde, dilin
tarihsel gelişimi üzerinde durmuştur. Toplumu dil oluşturmanın
önkoşulu saymış ve kendi dönemine ait 'ilkel' dillerin -Yunanca,
Latince ve İbranice ile kıyaslandığında- yetersiz olan soyut sözcük
ve gramer düzeni eksikliği gibi nitelikleriyle insanlığın 'ortak kö­
ken dili'nin özelliklerini gösterdiğini ileri sürmüştür. (Bugün, yaşa­
yan hiçbir dilin diğerlerinden daha 'ilkel' olmadığı ve dolaysız ge­
reksinimleri karşılama bakımından her dilin aynı derecede yeterli
olduğu kabul edilmektedir. ) Lord Monboddo'nun bu yaklaşımı,
1 56 DİLİN TARİHİ

birçoklarının iddia ettiğinin tersine, dil konusunda 'kibirli bir ta­


vır'dan ibaret değildir, gerçek dilbilime giden uzun gelişim sürecin­
de büyük dilbilimsel atılımların hemen öncesinde dil konusunda
bir fikir yürütme olarak değerlendirilmelidir.
1 8 . yüzyılın sonlarına doğru dil bilimciler, kuramsal ve felsefi
yaklaşımların ağırlığını azaltarak, yeni veriler ışığında, o zamana
kadar bilinmeyen dillerin tipolojik karşılaştırmasıyla birlikte, daha
tarihsel bir yaklaşımı benimsediler. Eski Sanskritçe metinlerin ve
Sanskritçenin zengin dilbilim geleneğinin incelenmesi, Batılı dil
araştırmalarında devrim niteliğinde bir dönüşüme yol açtı. 1786
yılı değişime damga vuran yıl oldu: O yıl, East India Company için
çalışan 42 yaşındaki İngiliz hukukçu Sir William Jones, Sanskrit­
çenin kökeninin Yunanca, Latince, Gotça, Kelt dilleri ve Eski Fars­
çayla ilişkili olduğunu gösterdiği ünlü araştırmasını Royal Asiatic
Society'de okudu.
Bu tez yeni değildi, fakat Jones ilk defa iki yeni fikir ortaya ko­
yuyordu: Diller, birbirlerinin ürünü olmaktan ziyade (yani, Sans­
kritçeden Grekçe, ondan da Latincenin doğması gibi), tarihsel ola­
rak bağlantılı olabilir, yani Jones'un ifadesiyle " ortak kökenden
gelmiş" olabilir. Dilbilimcilerin bugün proto-diller olarak adlan­
dırdığı köken diller vardı. Jones söz konusu çalışmasıyla, yalnızca
tarihsel dilbilim alanını kurmakla kalmamış, aynı zamanda Batılı
uzmanlara 2500 yıllık Sanskrit dilbilim geleneğinin kapısını da aç­
mıştır. Sonuçta ortaya çıkan Sanskritçe ve Batı geleneği harmanla­
ması, 1 9 . yüzyılın ikinci yarısında modern dilbilimi oluşturmuştur.

1 9. Yüzyıl

1 9 . yüzyılın başlarında gerçek bir dilbilim ortaya çıkmaya baş­


ladı. 1 9. yüzyıl, karşılaştırmalı ve tarihsel dilbilim çağıdır; yani,
dillerin farklılıkları ve benzerlikleri, tarihsel ilişkileri araştırılmış,
bunun için de bilimsel terminoloji oluşturulup araçlar geliştirilmiş­
tir. Hint-Avrupa dillerine ilişkin tarihsel araştırmalar 1 9. yüzyıla
damgasını ve bütün dil ailelerinin araştırılması için bir standart
meydana getirdi. Alman prenslikleri, Avusturya-Macaristan ve İs-
DİLİN BİLİMİNE DOGRU 1 57

viçre'de doğa bilimleri, matematik, fizik, tıp bilimleri, astronomi,


tarih ve diğer disiplinlerde o dönemde yapılan katkılara benzer şe­
kilde, yeni bir dilbilimin oluşturulmasında başlıca rolü oynayanlar
da çoğunlukla Almanca konuşan uzmanlardı.
İzlanda'nın 'İlk Gramercisi' İzlandaca ile İngilizcenin sözcük
biçimleri arasında benzerlikler olduğunu daha 12. yüzyılda fark
etmişti. İtalyan Dante Alighieri, 14. yüzyılın başlarında yazdığı De
Vulgari Eloquentia adlı eserinde lehçe ve dil farklılıklarını, zama­
nın geçişinin ve tek bir köken dil (proto-dil) konuşan toplulukların
coğrafi yayılmasının bir sonucu olarak nitelemiştir. Ama Dante'ye
göre cennette Tanrı'nın Adem'e verdiği bir lütuf olan İbranice,
yeryüzündeki ilk dildi. Bütün dil farklılaşmaları da Tekvin l l 'de
tasvir edildiği gibi Babil Kulesi'nin yıkılışından kaynaklanmıştır.
Dil hakkındaki benzer tarihsel eserler, Kitab-ı Mukaddes'teki dü­
şünceleri sorgulamaya cesaret etmeksizin, 1 9. yüzyılın sonlarına
kadar devam etmiştir.
Alman Gottfried Wilhelm Leibniz ( 1 646- 1 7 1 6 ) gibi pek çok
uzman, dilbilim genellemelerini dayandıracak daha geniş bir bil­
gi kaynağına kavuşmak için dünya dillerinin gramerlerinin yazılıp
sözlüklerinin hazırlanması gerektiğine işaret etmiştir. Özelikle 1 8.
yüzyılda Rabbin Duası dahil olmak üzere sözcük listeleri hazırlan­
dı ve tarama çalışmaları yapıldı. Bu yoğun tarama çalışmalarının
zirve noktasını, Alman Peter Siman Pallas'ın, iki yüz dili kapsa­
yan dört ciltlik Linguarum Totius Orbis Vocabularia Comparati­
va ( Sen Petersburg, 1 786- 1 789) adlı eseri oluşturur. Bu eserin ilk
cildine ilişkin 1 78 7 yılında Alman C. J. Kraus'un yazdığı eleştiri,
muhtemelen karşılaştırmalı ve tarihsel dilbilimin modern çerçeve­
deki -yani, klasik olmayan ve Kitab-ı Mukaddes'e göre olmayan
- ilk bilimsel değerlendirmesidir.
Friedrich Schlegel 1 808 yılında Sanskritçe üzerine bir araştırma
yayınladı. Schlegel bu araştırmasında, tarihsel ilişkileri saptamak
amacıyla dillerin 'iç yapıları' (morfoloji) üzerinde durulması gerek­
tiğini vurgulamıştır. Schlegel, yeni ufuklar açan bu çalışmasında,
hem karşılaştırmalı hem de tarihsel dilbilimi kapsayan vergleichen­
de Grammatik ('karşılaştırmalı dilbilgisi') terimini üretmiştir.
1 58 DiLiN TARİHİ

Hint-Avrupa dil ailesinin karşılaştırmalı ve tarihsel inceleme­


lerine iki uzman öncülük yapmıştır: Danimarkalı Rasmus Rask
( 1 787- 1 832) ve Alman Jacob Grimm ( 1 785- 1 863, iki Grimm Kar­
deş'ten biri).
Rask birçok Hint-Avrupa dilinin sözcük yapılarını sistematik
olarak karşılaştıran ve etimolojik ilişkilerin bir modelini oluşturan
ilk kişidir. Rask 1 8 1 8 yılında şöyle demiştir: " Eğer iki dil arasında
temel sözcüklerde büyük bir benzerlik varsa, yani bir dilden öteki­
ne geçişte harf değişimi kuralları saptanabiliyorsa, o zaman bu iki
dil arasında temel bir ilişki var demektir. "
Rask'ın çalışmalarından haberdar olan Grimm 1 822 yılındaki
Deutsche Grammatik (Almanca Dilbilgisi) adlı eserinde, daha son­
ra 'Grimm Yasası' adı verilen kuralları saptamıştır. Bu yasaya göre,
aynı değişiklikleri göstermeyen diğer dillerin fonolojisi karşısında,
üç eklem yerinin ve üç tür serbest bırakmanın ünsüz sınıflarının
Germen dillerdeki ikamesini tanımlamıştır.
Dört yıl önce Rask tarafından formüle edilip örneklerle açık­
lanan bu yasayla, ilk ve en önemli 'ses kuralları' saptanmıştır. Söz
konusu ses kuralları, daha sonra Hint-Avrupa ve diğer dil ailele­
rinin saptanmasında kullanılmıştır. ( Grimm'in kendisi, burada bir
dil yasasından bahsetmez, yalnızca 'genel bir eğilim' niteliği taşı­
yan bir 'ses değişimi' görür. )
Başka uzmanlar da benzer çalışmalar yaparak süreç içinde yeni
bir bilim geliştirmişlerdir. 1 8 12 yılından itibaren Sanskritçe üzeri­
ne araştırmalar yapan Franz Bopp ( 1 79 1 - 1 867), 1 8 1 6'da yayın­
lanan ilk çalışmasında çekimleri incelemiş, Sanskritçe, Yunanca,
Latince ve Germen dillerde fiil biçimlerinin bir karşılaştırmasını
yapmıştır. Bopp, 1 833 ile 1 852 yılları arasında yayımlanan Verg­
leichende Grammatik adlı temel eserinde, bütün çekim biçimlerini
incelemiştir. Bopp, Rask'ı takip ederek daha sonra bağımsız diller
arasındaki ses bağlantılarını araştırmış, sonunda Litvanyaca, Er­
menice, Arnavutça ile Slav ve Kelt dillerinin Hint-Avrupa dil ailesi­
ne mensup olduğunu göstermiştir. Günümüzde Bopp, Hint-Avrupa
DİLİN BİLİMİNE DOGRU 1 59

dillerinin karşılaştırmalı tarihsel çalışmalarının babası ve modern


dilbiliminin gerçek kurucusu olarak tanınmaktadır.
19. yüzyılın en önemli dilbilim düşünürlerinden biri de, yazar,
tarihçi ve Prusya'nın önde gelen devlet adamlarından biri olan
Wilhelm von Humboldt'tur ( 1 767- 1 835). Ömrü boyunca dil ko­
nusunda pek çok eser yayımlamış ve eserlerinde bütün insanların
doğuştan dil yetisine sahip olduğu teorisini savunmuştur.
Von Humboldt, sözcükleri ve dilbilgisini oluşturan şeyin Yunan
ve Latin filozoflarının ileri sürdüğü gibi dış olgular değil, insan aklı
olduğunu iddia etmiştir. Her dil, o dili konuşanların yaratısıdır. Di­
lin kendine özgü iç yapısı (innere Sprachform) örüntü ve kuralları
belirler. Bunlardan bazıları o dile özgüdür, ama bazıları ise tüm in­
sanlıkta ortaktır (dil tümelleri). Her dil, eski dillerin yansımasıdır
ve bir dildeki her kelime semantik ve gramatik bir çerçevede dilinin
bütününe dayanır. Diller arasındaki farklılıklar, yalnızca seslerde
değil aynı zamanda bütün Weltansichten'de -dünya görüşlerinde­
kendini gösterir.
Von Humboldt 1 9. yüzyılın en büyük kuramsal dilbilimcisidir.
Özellikle 20. yüzyılın ilk yarısında Almanya doğumlu Amerika­
lı dilbilimciler ve 20. yüzyılın ortalarında Avrupalı dilbilimciler
üzerinde muazzam bir etkisi olmuştur. 20. yüzyılın başında, von
Humboldt'un innere Sprachform'u, farklı etnik toplulukların dil
aracılığıyla farklı zihinsel gerçeklikler içinde nasıl yaşayabildiğini
ve farklı düşünce sistemlerini nasıl benimseyebildiğini açıklayarak
evrensel bir dil kuramı sunmaktadır. Von Humboldt'un dil teori­
sine en dolaysız katkısı, temel gramer birimi olarak 'sözcük'e da­
yanarak, dilleri tek heceli (Çince), eklemli (Türkçe) ve çekimli dil
(Sanskritçe) olmak üzere üç türe ayırmasıdır.
Dilbilimin hızla ilerlemesinde başka şahsiyetlerin de katkıları
vardır. August Schleicher ( 1 82 1 - 1 868), Proto-Hint-Avrupa dilini
yeniden inşasıyla ve gramer bakımından betimlemesiyle dil araştır­
malarına biyolojik bir yaklaşım getirmiştir. Stammbaumtheorie ya
da 'soyağaçları teorisi'yle tanınan Schleicher, aynı kökenden türe­
miş yaşayan dilleri birlikte gruplandırmış; bu dilleri ortak özellik­
ler temelinde Germen, Slav, Kelt-İtalik ve benzeri kollara ayırmış;
1 60 DİLİN TARİHİ

sonra bunları Hint-Avrupa köken diline kadar götürmüş ve köken


dili 'yeniden inşa etmeye' çalışmıştır. Soyağacı teorisi, zayıflıkları­
na rağmen -gerçek diller birbirinden 'ayrılmaz' ya da 'kollara ay­
rılmaz' ve yalnızca çok az dil ailesi gerçekten bu teoriye uygundur
(Hint-Avrupa dilleri, Polinezya dilleri ve Sami diller gibi)- tarihsel
dilbilimde en önemli kuramsal araçlardan biri olmuştur.
Bu teori ayrıca, 1 9 . yüzyıl sonlarında doğa bilimlerine hakim
olan Darwinci yaklaşımı dilbilime uygulamıştır.
1 9. yüzyılın son çeyreğinde dil bilime, önceleri çok eleştirilen
]unggrammatiker (Yeni Gramer öğretisinin savunucuları) damga­
sını vurmuştur. Hermann Osthoff ( 1 847- 1 909) ve Friedrich Karl
Brugmann'ın ( 1 849- 1 9 1 9 ) öncülüğünde Leipzig'de ortaya atılan
bu yeni teoriye göre, aynı lehçe içindeki istisnasız bütün ses deği­
şimleri mekanik bir biçimde işleyen belirli kurallara tabidir, dola­
yısıyla aynı çevre içerisindeki bir ses her zaman aynı tarzda gelişir.
Bu yaklaşım, Hint-Avrupa dilleri arasındaki biçimsel ilişki küme­
lerinin arkasında yatan düzenin açığa çıkarılmasıyla güçlenmiştir.
Karşılaştırmalı ve tarihsel dilbilimin bütünüyle, insan dillerinin ses
değişimlerinde düzenli olduğunun açığa çıkarılmasına dayandığı
anlaşılıyor. Yeni Gramercilere göre, eğer ses değişimlerinde bir dü­
zen olmasaydı, bütün değişimler rastlantısal olurdu ve gerçek bir
dilbilim kurulamazdı.
Yöntemleri, yeni doğan doğa bilimlerinin yöntemleri kadar ke­
sin olan Yeni Gramerciler, dil incelemelerini bilimsel bir disiplin
haline getirmiştir. Dil hakkındaki spekülasyonlar bir tarafa bıra­
kılmış, yalnızca veriler ve verilere yön veren yasalar araştırılmaya
başlanmıştır. Von Humboldt'un eserleri gibi dilin yapısal kavranışı
konusunda birçok değerli çalışma, dilin bu yeni 'mekanizasyonu'
içerisinde kabul görmedi. Yeni Gramerciler, bütün rakip teoris­
yenler karşısında üstünlük sağladılar ve önde gelen dilbilimciler
-Delbrück, Paul, Meyer-Lübke, Wright, Meillet, Boas, Sapir ve
Bloomfield- Yeni Gramercilerin ilkelerini ve yöntemlerini daha da
geliştirdiler ya da bu ilke ve yöntemler temelinde eğitim gördüler.
Yeni Gramercilere, özellikle yerel dil kullanımında büyük dü­
zensizlikler olduğunu keşfeden lehçebilimciler tarafından yapılan
DiLiN BİLİMiNE DOGRU 161

haklı eleştiriler de vardı. Hatta Fransa'nın önde gelen lehçebilimci­


si Jules Gillieron ( 1 854-1 926), "her sözcüğün kendi tarihi vardır"
demişti. Bu söz bir bakıma doğrudur. Fakat her sözcük bir sisteme
dahildir ve Yeni Gramercilerin incelediği de bu sistemdir. 20. yüz­
yılın dilbilimi, Yeni Gramercilerin doktrininin ortadan kalkması
değil, esas itibariyle bu doktrinde değişiklikler yapılmasıyla nite­
lenebilir.

20. Yüzyıl

20. yüzyılda, Yeni Gramercilerin ilke ve yöntemlerinin Hint-Av­


rupa ailesi dışındaki dilleri kapsayacak şekilde yaygınlaşmasına
tanık olundu. Ayrıca 20. yüzyılda karşılaştırmalı ve tarihsel (art­
zamanlı) dilbilim yerine yapısal ve eşzamanlı dilbilimi uygula­
yanların, Yeni Gramercilerin doktrinine tepkileri görüldü. Nasıl
Ortaçağ'da pedagojik dilbilim, 1 8 . yüzyılda felsefi dilbilim ve 1 9.
yüzyılda tarihsel dilbilim hakim olduysa, 20. yüzyılın ortalarına
kadar da betimleyici dilbilim hüküm sürmüştür. Betimleyici dilbi­
lim, genellikle tarihsel ve karşılaştırmalı verilere bakılmaksızın bir
dilin belirli bir andaki yapısının incelenmesidir.
1 9. yüzyıldaki üç temel yönelim 20. yüzyılın başlarında da de­
vam etmiştir: geleneksel gramer, Sanskritçe bilimi ve diğer bilimsel
disiplinlerin ilke ve yöntemlerinden yararlanma. 20. yüzyılın başla­
rındaki en büyük dilbilimci, Cenevre'de üniversitede verdiği ders­
lerle 20. yüzyıl dilbiliminin gidişatını değiştiren İsviçreli Ferdinand
de Saussure'dür ( 1 857- 1 9 1 3 ) .20 De Saussure, artzamanlı (zaman
sırasına dayanan, dolayısıyla tarihsel) ve eşzamanlı (yalnızca belirli
bir döneme ilişkin, dolayısıyla betimleyici) dil incelemeleri arasın­
daki farkı tanımlamıştır. Artzamanlı dilbilim ile eşzamanlı dilbilim
ayrı ilke ve yöntemlere sahiptir. De Saussure, dil (langue) (kişinin
dili konuşma yetisi) ile söz'ü (parole) (konuşan kişinin gerçekte
ifade ettiği söz) birbirinden ayırmış ve dil in ( langue), dil araştır­
'

malarının asıl nesnesi olduğunu belirtmiştir. Saussure ayrıca, dilin


(langue) hepsi birbirleriyle bağlantılı işleyen sözlüksel, gramatik ve
fonolojik öğelerinin bir sistem içerisinde eşzamanlı olarak ele alın-
1 62 DİLİN TARİHİ

ması gerektiğini belirtmiştir: Ona göre, dil (langue), satranç tah­


tasındaki taşlara benzer. Dile ilişkin bu yapısal yaklaşım 'yapısal
dilbilim'in doğuşu anlamına geliyordu.
Saussure'ün ilk etkisi fonolojide görüldü. Saussure'ün yapısal
yaklaşımı, fonetikte ortaya atılan en son düşünceyle -konuşmada
çıkarılan seslerin incelenmesi ve sistematik bir şekilde sınıflandırıl­
ması- uyumluydu. İngiliz Henry Sweet ( 1 845- 1 9 12), daha 1 8 77
yılında fonem kavramını (örneğin bil/pil sözcükleri karşılaştırıl­
dığında aralarındaki fark) tanımlamıştır. Bu olguya fonema adı­
nı, 1 894 yılında, basit ses (gelişigüzel ses) ile fonem (anlamlı ses)
arasında ayrım yapan Polonyalı Baudouin de Courtenay vermiştir.
Fonem kavramı ve terimi, ancak Saussure'ün ders notları Birinci
Dünya Savaşı sonunda uluslararası bilim dünyasında kabul gördü­
ğünde, dilbilim kanonunun bir parçası haline geldi.
1 920'lerde ve 1930'larda "Prag Dilbilim Çevresi" fonem te­
orisini daha da geliştirmiştir. 2 1 Prag Dilbilim Çevresi fonemi dile
(langue), dilin yapısal olarak bağlantılı bileşenlerine ait sayarak
karmaşık fonolojik bir birim olarak değerlendirdi. Onlar, her fo­
nemin birtakım ayırt edici özelliklerden oluştuğuna, bu özelliklerin
tümünün, fonemi özerk bir dil öğesi haline getirdiğine inanıyorlar­
dı. Yine bu çevreye göre, her ayırt edici özellik ya kendisinin yok­
luğuyla, ya da araştırılan dilde en az bir başka fonemde görülen
farklı bir özellikle karşıtlık oluşturuyordu. Dolayısıyla fonolojik
sistemin bütünü, sistemi oluşturan fonemlerin karşıtlık oluşturan
özellikler öbeğine göre sınıflandırılabilirdi. Örneğin, Galce p/b,
ff/f, th/dd, t/d, 11/l ve c/g ( burada fonetik olarak değil, alfabetik
olarak yazılmıştır) fonem bakımından ötümlü/ötümsüz karşıtlığını
gösterir. Çeşitli fonemlerin bu karşıtlıkları etkilemesiyle ya da bir­
takım başka olguların sonucu olarak, böylesi karşıtlıkların farklı
sözcük konumlarında daraldığı, genişlediği veya hatta kaybolduğu
görülür. Hatta vurgu, uzunluk, perde, ses tonu ve eklemin (bunlar
"parça-üstü özellikler" olarak anılır) bile, normal ünsüz-ünlü par­
çalarının yanı sıra anlam doğuran ayırt edici özellikler taşıdığı sap­
tanmıştır. Prag Dilbilim Çevresi'nin çalışmaları sayesinde, fonem
dilbilim teorisinde başat bir rol kazanmıştır ve bu rol bugün dünya
DiLiN BİLİMİNE DOGRU 1 63

dillerinden herhangi birinin betimlenmesinde ve çözümlenmesinde


örtük olarak bulunur.
Avrupa, ufuk açıcı eşzamanlı incelemeler üretmeye devam eder­
ken, ABD de 1 920'lerde betimleyici dilbilim konusunda mükem­
mel ürünler vermeye başladı, nihayet 20. yüzyılın ortalarına doğru
dilbilim alanına hakim oldu.22 Bu başarıda en önemli pay ABD' de
yaşayan üç dilbilimciye aitti: Alman Franz Boas ( 1 858-1942), Al­
man Edward Sapir ( 1 8 84-1939) ve Chicago doğumlu Leonard
Bloomfield ( 1 88 7- 1 949). Hem Boas hem de Sapir Alman arka
planının ve döneminin ürünüdür ve eserlerinde von Humboldt'un
dilbilim teorilerinin izlerine rastlanır. Fakat ap.tropolojinin dilbilim
alanının önemli bir parçasını oluşturması gibi benzersiz bir özelliğe
sahip olan Amerika da söz konusu iki dilbilimciyi etkilemiştir. ABD
ve Kanada yerli dilleri bu dönemde bilimsel olarak incelenmiştir.
Boas, Handbook of American-Indian Languages ( 1 9 1 1 - 1 93 8 )
adlı eserin hem editörüdür hem de yazarlarından biridir. Boas bu
eserde, formel bilimsel terimlerle daha önce betimlenmemiş dilleri
incelemek için betimleyici dilbilim tekniklerini kullanmıştır. Alan
çalışmaları yapan dilbilimciler kuşaklar boyunca, o zamana kadar
betimlenmemiş bir dile yaklaşımlarında Boas'ın kuram ve tekniği
incelikli bir şekilde bir araya getirmesinden yararlanmışlardır. Al­
man modellerini takip eden Boas, Amerikan kültürlerini inceleyen
antropoloji ABD'de bir bilim dalı haline gelirken, bu disiplinin gi­
d'fşatını değiştirmiştir.
Boas'ın yönlendirmesiyle araştırma yapan Sapir dile çok geniş
bir perspektiften yaklaşmış, çeşitli insan etkinliklerinin dilin her
yönüne nüfuz ettiğini düşünmüştür. Sapir, özellikle dillerin tipolo­
jisi -dillerin yapı bakımından analizi (tek heceli, eklemli, çekimli
vb)- üzerinde durmuştur ve çağdaşları daha çok semantik ve psi­
kolojiye ağırlık verirken, çok çeşitli dillerin genel gramer ve mor­
foloji niteliklerinin saptanmasıyla doğru bir tipolojinin çıkarılabi­
leceğine inanmıştır. Sapir'in Language ( 1 92 1 ) adlı eseri tipolojik
sınıflandırma için hala en iyi genel giriş kitabıdır. 23
Çok titiz yöntembilimsel ve formel çözümlemelere dayanan
Bloomfield'in dilbilimi, Amerikan davranışçı psikologlarının po-
1 64 DiLiN TARİHi

zitivizminden bir hayli etkilenmiştir ve dönemin bilim anlayışını


yansıtır. 24 Bloomfield'in 1 933 yılında Amerika'da yayınlanan Lan­
guage adlı eseri, sadece yirmi yıl boyunca dilbilimi en iyi anlatan gi­
riş kitabı niteliği taşımakla kalmadı, aynı zamanda üniversitelerin
temel ders kitabı haline gelerek disiplinin gidişatını da etkiledi. 25
'Bloomfield dönemi'nde çoğu Amerikalı dilbilimci, araştırmalarını
nesnel olarak betimlenebilir işlemlere ve kavramlara dayanan for­
mel analizlere yoğunlaştırmıştır.
Burada fonem ve morfem merkezi bir önem kazanmıştır. Cümle
yapısı birincil bileşen çözümlemeleri diyagramlara dönüştürülmüş,
morfemler boyut ve karmaşıklığı giderek artan yapıları gösteren
'ağaçlar' şeklinde temsil edilmiştir. Sözcesel model, sözdizim ve
morfolojinin daha az dikkate alındığı bir dağılım modelidir.
Amerikalı Kenneth L. Pike ve meslektaşları, dilbirimsel (tag­
memic) çözümleme sistemi oluşturmak için çoğunlukla Orta ve
Güney Amerika dillerini kullanarak birincil bileşen çözümlemeleri
yaptılar. Dilbirimi (tagmeme), temel gramer birimi olarak ya da
yapısal 'boşluk' -bir cümlede belirli sınıftan gramer öğelerinin so­
kulabileceği konum- olarak tanımladılar. Böylece cümleler, Bloom­
field dilbiliminde olduğu gibi birincil bileşenler zinciri olarak değil,
ikincil bileşenlerden (collateral constituent) oluşan diziler olarak
analiz edilmiştir.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra dilbilim çeşitli yarı özerk kolla­
ra ayrılmaya başlamıştır. Bu, dilbiliminin giderek karmaşıklaşma­
sından dolayı zorunlu hale gelmiştir. Söz konusu kollar, sözdizim,
fonoloji, fonetik, semantik, semiyotik (göstergebilim), lehçebilim,
tarihsel dilbilim, sözlük bilgisi gibi alanlardır. Dilbilim ayrıca dilin
etnolojik, sosyal ve psikolojik boyutlarını da kapsayan geniş bir
yelpazeye yayılarak budun-dilbilim, toplumsal dilbilim ve ruh-dil­
bilim gibi önemli dalların ortaya çıkışına yol açmıştır.
20. yüzyılın ikinci yarısında, dilbilimcilerin, dilbilim dersleri­
nin ve dil teorilerinin sayısında hızlı bir artış yaşanmıştır. Daha
önemlisi, bu 50 yıl içinde dil konusunda yazılanlar, önceki 2500
yıl içinde yazılanlardan daha fazladır. Bu materyal deryası için­
de dil araştırmalarında önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Ayrıca,
DİLİN BİLİMİNE DOGRU 1 65

dilbilimin en azından yeni yüzyılda alacağı muhtemel doğrultuyu


gösteren yepyeni dinamikler ortaya çıkmıştır.2 6
İngiltere' de 1 940'lar ve 1 950'lerde, fonoloji üzerine yoğunlaşan
J. R. Firth, dilin bağlamsal teorisi de denen 'prozodik analiz' teo­
risini geliştirmiştir. Bir sözceyi oluşturan sözcükler ve cümlecikler,
ancak gerçek kullanımın durumsal bağlamlarında çeşitli işlevleriy­
le ilişki içinde anlam kazanır. Bütün dil yapıları üç farklı düzeyde
soyutlama kümelerinden oluşur: sözlüksel, gramatik ve fonolojik.
Bunlar, sözdizimsel yapılarda ve dizisel sistemlerde üç düzeyin
her birindeki birbiriyle bağlantılı öğelerle ve sınıflandırmalarla
birlikte ses girdilerinin somut özelliklerini ve oluşlarını anlatmak­
tadır. Burada fonoloji, gramer ile fonetik arasında bir bağ haline
gelir.27
Gerçek konuşma aktarımındaki ayırt edici özellik çözümle­
mesi, önceleri Prag Dilbilim Çevresi'ne mensup olan Roman Ja­
kobson tarafından geliştirilmiştir. Jakobson, İkinci Dünya Sava­
şı'ndan sonra fonemik özellikleri, duyan kişinin perspektifinden
akustik olarak analiz etmiş ve dünya dillerinin fonemlerini on
iki karşıtlıktan (tizlik/kalınlık, yaygınlık/yoğunluk, vb.) oluşan
bir kombinasyon içinde yapısal olarak tahlil etmiştir. Jakobson
söz konusu ikilikleri, enerji dağılımı açısından, ses dalgalarında
frekansların değişimi olarak tanımlanmıştır. Buradan hareketle,
bir dilin fonolojik sistemi, özellik karşıtlıkları temelinde çözüm­
lenebilir. 2 8
Rus Devrimi, bu alanın Batı dilbilim geleneğinden kopuş anla­
mına geliyordu. Sovyet dil çalışmaları garip bir şekilde, dil tarihine
ilişkin kendi teorilerini oluşturan Nikolai Y. Marr ( 1 864-1 934) ta­
rafından kontrol edilmiştir. Marr, Hint-Avrupa dilleri teorisini bile
reddetti, dilin kaynağı olarak eski jest anlayışını benimsedi ve bu
jest anlayışını dil evriminin 'aşamalarının' bir göstergesi olarak 1 9.
yüzyılın tipolojisiyle birleştirdi. Bilindiği gibi, 1 950 yılında Josef
Stalin Marrist teorinin toptan reddedilmesini emretti ve o zaman­
dan beri Rus dilbilimciler, genellikle Batı dilbilim ilkelerini ve yön­
temlerini benimsemektedirler. 1 950'lerde ve 1 960'larda, özellikle
sözlükbilgisinde (sözlük oluşturmanın ilkeleri ve uygulamaları)
1 66 DiLiN TARİHİ

mükemmel çalışmalar ürettiler. Sözlükbilgisi dilbilimde fonolojiye


ve gramere eşit konuma gelmiştir.
1 940'larda ve 1 950'lerde birçok dilbilimci, Yeni Gramercile­
rin ses yasalarını ve değişimini fonemik teoriyi de araştırmalara
dahil edecek şekilde yeniden yorumladı. Germen dillerindeki 'İlk
Ses Değişimi' gibi tarihsel dil değişimlerini -özerk sesler içinde de­
ğil- sistem içinde değişim olarak değerlendirdiler. Böylece bu tür
değişimler, telaffuzda art arda gerçekleşen değişimlerde fonolojik
karşıtlıkların korunması olarak açıklanabilmekteydi. Artık sadece
sonuçlar değil, sebepler de araştırılıyordu. En önemli sebeplerden
birinin dillerin kendi fonolojik sistemlerinde yattığı görüldü. Her
dil, her düzeyde simetri üretmeye eğilim gösterir, fakat insan ses
sistemi anatomik olarak asimetriktir.
Bu sürekli dengesizlik, otomatik olarak yeniden düzenlemelere
ya da değişikliklere yol açar. Anlamlı bir iletişimin gerçekleşmesi
için karşıtlıkların bulunması gerekir, dolayısıyla diller, bu gerekli
karşıtlıkları korumak amacıyla, insanların bilinçli müdahalesi ol­
maksızın kendi kendilerine sürekli olarak değişir.
Başka bir araştırma alanında ise, Amerikalı Sidney M. Lamb'in
"katmansal dilbilgisi"ne göre, cümle çözümlemesinde, dil yapısı
içerisinde giderek küçülen dört katman bulunur: anlambirimsel
(en küçük dilsel anlam birimi), sözlükbirimsel, biçimbirimsel ve
sesbirimsel. Bu katmanlardan her biri hiyerarşik bir şekilde birbi­
rine bağlıdır. Bloomfield'in dağılımsal analizini bilinçli bir şekil­
de reddeden Lamb, karşılaşılabilecek çeşitli yapısal ilişki türlerini
ortaya koymuş, ayrıca bir çözümleme düzeyindeki yapının farklı
bir düzeydeki başka bir yapıyla ilişkili olabileceği çeşitli şekilleri
göstermiştir. 2 9
Dil geleneğinde önemli bir kopuş da 1 957 yılında meydana gel­
miştir. 1 957'de, Amerikalı Noam Chomsky Syntactic Structures
adlı eserini yayınlamış ve " dönüşümlü üretici gramer' kavramını
ortaya atmıştır. 30 Üretici dil bilgisi, bir ya da daha fazla verili cüm­
le dizisine dayanarak, esas olarak dili oluşturan çok sayıda ya da
belki de sınırsız cümle dizisini oluşturmayı yansıtır, böylece insan
dilinin yaratıcılığı gösterilir. Özellikle Amerika'da birçok dilbilimci
DİLİN BİLİMİNE DOGRU 1 67

tarafından müteakip yıllarda kuramsal ilkeleri ve yöntemleri daha


da geliştirilen dönüşümlü üretici gramer, sınırsız sayıda gramatik
cümle üretmek için kural olarak dilsel tanımları tasarlayarak ana­
dilini konuşan kişinin dil yetisini tanımlamaya çalışır. 3 1
Chomsky'nin anlayışına göre, üretici dilbilgisi aynı zamanda
açık olmalıdır; yani, gramer kurallarını ve uygulama koşullarını
kesin olarak belirtmelidir. Bu kurallar üç gruba ayrılır: Tümcecik
yapısının kuralları ( hiyerarşik olarak isim tümceciği/fiil tümceciği,
sonra da tanımlık/isim ve fiil/isim tümceciği vb. olarak düzenlenir
ve 'ağaçlar' şeklinde gösterilir); bu kuralların belirli dönüşümleri
(yeniden düzenleme, gömme, eklemeler, kaldırmalar vb.) söz ko­
nusu öğeler 'derin yapının' 'yüzeysel yapıyı' göstermesini sağlar.
Son olarak morfofonemik bileşen. Morfofonemik bileşenin kural­
ları ilk iki grubun sonuçlarını gerçek seslere (konuşma) ya da ses­
lerin yazılı dilde temsiline dönüştürür. 32
Dönüşümlü üretici gramer, Bloomfield'e ait betimsel dilbilimi
tepetaklak etmiş ve bir dilin kurallarını tanımlamaktan ziyade di­
lin yaratıcı yapısını açıklayan ve vurgulayan kuralları geliştirmiş­
tir. Dönüşümlü üretici gramerin teorik önbelirtileri, Chomsky'nin
de bizzat tasdik ettiği gibi, belirli dönüşümsel teknikleri belirleyen
Latin gramercilerinin, von Humboldt'un ve Port Royal gramer­
cilerinin çalışmalarında görülür. Fakat dönüşümlü üretici gramer,
sınırsız dil yetisi oluşturan bir çerçeve sağlama konusunda söz ko­
nusu eski gramercileri aşmıştır. Ayrıca, Chomsky dilbilimin, psiko­
lojinin ve felsefenin artık ayrı disiplinler olarak ele alınamayacağı­
na, insan düşüncesinde daha geniş bir bütünlük içinde anlaşılması
gereken bölünmez bir sistem olduğuna inanmaktadır. Choms­
ky'nin teorisinin dilbilim tarihindeki yeri zamanla değişti; eskiden
gelecekteki dil çalışmalarının izleyeceği yegane teorik yön olarak
benimsenen teori, artık dilbilimsel çalışmalarda benimsenebilecek
teorik yönlerden yalnızca biri haline geldi. Bununla birlikte, dönü­
şümlü üretici gramer, 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan en
önemli kuramsal dilbilim modeli olarak kalacaktı. 33
Geleneksel dilbilimciler, Bloomfield, Sapir, Boas ve diğerleri ta­
rafından oluşturulmuş modelleri takip ettiler ve takip etmeye de
1 68 DİLiN TARİHi

devam ediyorlar. Geleneksel modelleri takip edenler, genelde Te­


mel Dilbilim Teorisini ( dil ve dil değişimlerini tanımlamak ve genel
dil özelliklerini saptamak için temel kavramları ele alır) savunan
Betimsel Dilbilimcilerdir. Betimsel Dilbilimciler, bizzat kendileri­
nin de ifade ettiği gibi, bilinen doğal dil temelinde değil, kuramsal
olarak bütün dillerde uygulanabilen daha derin dil tümelleri teme­
linde yeni bir dil modeli oluşturmaya çalışan ve 'temel teori'ye kar­
şı çıkan Biçimselciler (özellikle de Chomsky'ciler) ile aynı fikirde
değillerdi. Betimsel Dilbilimciler, dilin tam bir teorisi olamayacağı
için, Biçimselcilerle asla bir uzlaşma da olamayacağını çok katı
bir şekilde savunurlar: Biçimselcilerin çözümlemelerinin 'bir dili,
kendi aksiyomatik çerçevelerine uydurmak' anlamına geldiğini id­
dia ederler. 3 4 Biçimselciler ise bu tartışmayı tamamen görmezden
geldiler, çünkü onlar için tartışma yoktu, tüm sorun konu dışı ol­
maktı. Yeni birçok Biçimselci teori ortaya çıkmıştır. Bu teorilerden
bazıları Dönüşümlü üretici gramere eklemlenmekte bazıları ise bu
teoriye karşı çıkmaktadır.
Dönüşümlü üretici gramerin, tarihsel dilbilimde elverişli bir
şekilde uygulanabildiği, şimdiye kadar geleneksel dilbilimcilerin
yeterli bir biçimde açıklayamadıkları kesin fonolojik olguları açık­
layabildiği, 1 960 yılından beri belli sayıdaki başlıca tarihsel dilbi­
limci tarafından ifade edilmektedir. 3 5
Dönüşümlü üretici gramer, 20. yüzyılın ikinci yarısında dilin
başlıca teorik açıklaması olmuştur. Aynı dönemde, Temel Dilbi­
lim Teorisi de, güçlü bir temeli olan uygulamalı dilbilimin karşıt
alanı olarak somutlaşmıştır. Betimsel Dilbilimciler, 'biçimselciliğin
keyifsizliğinden' şikayet edebilirler ve bütün dünya dillerinin çoğu
için uygun bir betimleyici gramer eksikliğini belirtebilirler. Fakat
Biçimselciler de özellikle bilişimsel dilbilim konusunda dilbilime
büyük katkıda bulunmaktadırlar.
Tamamen yeni teoriler ortaya çıktı. 1 950'lerde konu çözümle­
mesine öncülük yapan Chomsky'nin hocası Zellig Harris, metin­
lerde iki ya da daha fazla cümle arasındaki dönüşümü 'dönüşüm
ilişkisi' olarak adlandırmış ve söz konusu dönüşüm ilişkisinin me­
tin betimleyici çözümlemeleri cümle sınırlarının ötesine ve karşısı-
DiLiN BİLiMİNE ooGRU 1 69

na çıkarmanın etkili bir aracı olduğunu göstermiştir. Metin ana­


lizinde, bir metnin tanımlanan bir bağlam içinde yorumlanması
için dil 'çerçeveleri' kavramı; bir konuşmada, konuşma sonuçlarını
bildirme sistemlerini belirtmek için ya da dinleyiciliğe işaret etmek
için 'sıra alma' ya da 'söz söyleme hakkı' kavramları kullanılır.
Ayrıca 've', 'o', 'pekala' ve 'fakat' gibi konuşmayı bölen ve sözlük
tanımlarının dışındaki konuşma ilişkilerini anlatan 'konuşma işa­
retleri' kavramı ve bir önermeye iltifat etme, kendini sevdirmeye
çalışma ya da dolaylı olarak hakim olma gibi, bir ifadenin anlattı­
ğını araştıran 'söz eylem analizi' kavramı kullanılır. Bu, kültürlera­
rası ölçekte birbirini anlamada önemli bir boyuttur.
Aynı zamanda doğal dili işleme olarak da bilinen bilişimsel dil­
bilim, ilk defa Rusçadan İngilizceye bilgisayar çevirileri yapmak
için bilgisayarların ilk olarak kullanıldığı 1 946 yılında başlamış­
tır. 36 (Bilgisayar çevirileri, kullanımdaki pek çok değişik sistemle
birlikte, o zamandan itibaren son derece gelişkin ve ticari olarak
da karlı bir disiplin haline gelmiştir.) Gerçekte, bilişimsel dilbilim­
ciler, Java, C++, Fortran vb gibi dilleri programlamanın aksine
bilgisayarları doğal diller üzerine çalışma yapmak için kullanırlar.
Burada, dilbilimciler bilgisayarları, doğal dilleri çözümlemede ve
geliştirmede ve psikolojik olarak insan dilinin nasıl işlediğini bilgi­
sayarlarla kıyaslayarak daha iyi anlamada kolaylık sağlaması için
teknolojik olarak kullanabilmek amacıyla dil ile bilgisayar bilimi
kaynaklarını birleştirirler.
Bilgisayar biliminden ve ilgili disiplinlerden yöntemler ve araç­
lar elde eden dilbilimciler, çeşitli teorilerin bilişimsel modellerini
inşa edebilir, deneyebilir ve onunla uygulamalı işlem yollarından
(tekrarlanan bilişimsel bir problemi çözmeye yarayan prosedür ku­
ralları), veri yapılarından ve dillerin programlanmasından bir fikir
edinebilirler.
Bilişimsel dilbilimin, bilişimsel sözlükbilgisi, bilişimsel fonoloji,
kontrollü diller ve sınırlı mantık programlama gibi birçok alt-da­
lı vardır. Uygulamalı bilişimsel dilbilim, bilgisayar çevirisine, yani
metin ve konuşma sentezlerinden ve tanınmasından ortaya çıkan
bilgi çıkarımına başvurur. Konuşmayı anlama ve üretme -özürlü-
1 70 DİLİN TARİHİ

ler için, telefon temelli bilgi sistemleri için, büroda yazdırma sis­
temleri vb için- büyük ticari pazarları olan bilişimsel dilbilimin
uygulamalı alanlarıdır. Bundan başka, maliyeti en aza indirmek ve
verimliliği azami düzeye çıkarmak için insan yerine bilgisayar kul­
lanılarak metinler oluşturulmakta, yönetilmekte ve sunulmaktadır.
Yardımlı metindeki metinsel bilginin sunulması, standart (yani
doğrusal) metin ihtiyacının ortadan kaldırılması şu anda bilişimsel
dilbilimde en büyük tartışmalardan biridir.
Bilişimsel dilbilim, dünya çapında çalışmasına ve hizmet sağla­
masına tahsis edilmiş enstitüleriyle, seminerleriyle, araştırma mer­
kezleriyle ve özel kurumlarıyla artık temel bir araştırma alanıdır.
Bu disiplin, şu anda dil biliminin en dinamik ve en yararlı kolu
olarak giderek büyümektedir.
Dil araştırmaları, uzun ve zengin bir geleneğe sahiptir. Hindis­
tan'ın Sanskritçe uzmanları, M.Ö. birinci binyılın ikinci yarısında
dilin doğasına ilişkin şaşırtıcı derecede derin bir kavrayış kazan­
mışlardı. Eski Yunan ve Romalı uzmanlar kendi dillerini sağlam
bir şekilde düzenlediler ve gruplandırdılar. Ayrıca, 2000 yıldan
fazla bir süre boyunca pek çok yapıyı, hatta 'barbarların' yapıları­
nı destekleyen gramer bilgilerinin temellerini attılar. Ortaçağ'a ait
'spekülatif gramer' Priscianus'un Latince çekimlerini Aristotelesçi
felsefe ile birleştirdi. İbranice ve diğer dilleri inceleyen Rönesans,
Yunanca ve Latincenin gözlemlenen tüm dil olgularını açıklama­
dığını ortaya koydu. 1 8 . yüzyılda sözlükler hazırlandı ve dilin kö­
kenleri hakkında sorular ortaya atıldı ve 20. yüzyılda buna cevap­
lar verildi ve süreç içinde dilbilim oluşturuldu. 20. yüzyıl, dilin ola­
nakları konusunda bambaşka pencereler açan, heyecan verici yeni
dil kuramlarıyla ve yeniliklerle doludur. Bu yüzyıldaki, morfemden
bilgisayar üretimli dillere dek uzanır.
Dilbilim, insanın bilgi hazinesine son derece büyük katkılarda
bulunmuştur. Diğer disiplinler, tarihsel dilbilimcilerin çok önce
keşfettiklerini ancak şimdi onaylayabilmektedirler. Örneğin, dil
karşılaştırmaları, Fincenin Kuzey Asya'nın Ural kolundan olduğu­
nu on yıllar önce tespit etmiştir; kalıtım bilimciler, şu anda Finlerin
Asyalı olduğuna dair 'keşiflerini' duyurmaktadırlar, Asya'da çok
DİLİN BİLİMİNE DOGRU 1 71

sık görülen Y polimorfizmlerine (son derece nadir görülen eril dö­


nüşümler) Fin toplumu içerisinde de yaygın olarak rastlandığını
belirtmektedirler. Benzer biçimde, dilbilimciler on yıllarca önce Po­
linezyalılar olarak adlandırdıkları Yeni Zelanda'nın Maorilerinin
yaklaşık 5000-6000 yıl önce, Asya özellikle de Tayvan kökenli ol­
duğunu saptamışlardı. 1 998 yılında, dünya medyası, aynı olgunun
kalıtım bilimciler tarafından gerçekleştirilen keşfini -dilbilimin
daha önceki katkılarını dile getirmeksizin- manşetlere taşıdı. Belki
de daha çarpıcı bir gelişme, bilişimsel dilbilim alanında yaşanmak­
tadır. Bilişimsel dilbilim, henüz güçlükle anlaşılabilen şekillerde,
dillerin programlanması aracılığıyla, bugün yepyeni bir keşif dün­
yası sunuyor.
Dilbilim, tıpkı araştırmakta olduğu diller gibi sürekli olarak ev­
rim geçirmektedir. Bunun nedeni, yalnızca yeni kavrayışlar değil,
aynı zamanda dil incelemelerini etkileyen akışkan sosyal değişim­
ler, ilgiler ve önceliklerdir. "İnsanın kendini gerçekleştirmesinin bir
parçası olan" dilbilim, artık tamamen olgunlaştı ve kendi eşsiz di­
namiklerine sahip; şüphesiz insanlığın gelişen dil kavrayışını daha
da zenginleştirip gelecek yüzyıllar için sınırsız potansiyelini artır­
maya devam edecektir.
Vl l

Topl u m ve Dil

Sümer kralı Gılgameş yaklaşık 4000 yıl önce "ismimi ünlü in­
sanların isimlerinin yazılı olduğu yere yazdıracağım" diye övünür­
ken, aynı zamanda toplumun başlıca dil kullanımlarından birine
işaret etmiştir: birinin konumunu tanıtması. Toplumun büyük ve
küçük konuları her zaman dil kullanımına yansımıştır. Zaten eski
Mısırlılar, "sözün, düşüncenin babası" olduğunu kabul ederek di­
lin toplumsal evin malzemesinin hem temeli hem de inşası oldu­
ğunu belirtmiştir. Toplumun nihai mimarisi ve yeniden biçimlen­
dirilmesi dille ölçülür. Dil insanın tüm eylemlerine ses verir, bunu
karmaşık ve incelikli yollarla gerçekleştirir. 1 Uluslararası ilişkiler­
den özel ilişkilere kadar sosyal etkileşimin pek çok katmanı dil
aracılığıyla yürütülür, etkin kılınır ve güçlendirilir.
Dil yalnızca nereden geldiğimizi, neyi benimsediğimizi ve kime
ait olduğumuzu bildirmekle kalmaz, aynı zamanda, kendi bireysel,
cinsel ve etnik haklarımıza sahip çıkıp yatırım yapmamız, toplu­
mun talepleri arasında yolumuzu bulmamız ve başkalarına ne iste­
diğimizi ve isteğimizi hayata nasıl geçireceğini bildirmemiz gibi ko­
nularda taktik ve stratejik olarak kullanılır. 2 Tarih boyunca insan-
1 74 DİLİN TARİHİ

lar başkaları hakkında, yalnızca onların etnik diline, yerel ağzına,


hatta bireysel sözcük seçimlerine bakarak hüküm verdiler -yani,
onların toplumu içerisindeki yerlerini değerlendirdiler. Dilsel hü­
küm son hüküm oldu ve insanlık tarihinin tümünü şekillendirdi. 3

Dil Değişimi

Yaşayan bütün diller sürekli değişim geçirirler. 4 Dilde değişim


özellikle yazı dilinde belirgindir. Örneğin Shakespeare okurken bu
değişiklik hemen anlaşılır. En az belirgin olan değişim, gerçekleş­
mekte olan ya da 'devam eden' değişimdir. Büyükanne ve büyük­
babaların kullandığı yalnızca bir sözcük ya da o sözcüğün bir ünlü
harfi torununa biraz 'tuhaf' görünebilir. Tersinden bakarsak, her
kuşak, bir sonraki kuşağın konuşmalarını 'uygunsuz' bulur.
Bölünen mastarların yaygın kullanımı* (dilsel değişimin en
uzun süreli örneklerinden biri sayılabilir) 1 9 . yüzyılın sonunda
Büyük Britanya'da öyle bir konu haline geldi ki, sorun en yük­
sek derecedeki emirleri dahi etkiledi: Sir Winston Churchill, resmi
bir belgede "Bu cins İngilizce benim tahammül sınırlarımı aşıyor"
şeklinde sıradışı alaylı bir yorumda bulundu. Yaklaşık yüzyıl son­
ra Oxford İngilizce Sözlüğü nihayet bölünen mastan dile 'uygun'
buldu . . . oysa bölünen mastar İngilizcede uzun zamandır pekala
kullanılıyordu.
Dil kullanımındaki hiyerarşik kesitler [register] -kutsal, saraya
uygun, mesleki, resmi, askeri, sivil, tanıdık ve dostane- bütün dün­
ya dillerinde hem birbirleriyle hem de önceki ve sonraki kuşakların
dil kullanımlarıyla mücadele halindedir. Fakat iletişim sürer ve dil
zenginleşmeye devam eder.
Dilsel değişimlerin nedenleri, dili konuşan her bir kişinin birey­
sel yaşamı kadar çeşitli ve karmaşıktır: yabancılarla temas, çift-

İngilizcede bölünen mastar (split infinitive), mastan oluşturan sözcükler ("to" ve fiil)
arasına bir sözcük girmesidir. Örneğin "to boldly go where no man has gone before"
cümleciğinde "to" ile "go" arasında "boldly" kullanılmıştır. Yazar burada, bu kullanı­
mın, birçok dil otoritesi tarafından uzun zaman standart İngilizceye aykırı sayıldığın­
dan bahsediyor. - ç.n.
TOPLUM VE DİL 1 75

dillilik, altkatmanlar,* yazı dili, sürekli olarak simetri arayışında


olan fonolojik sistem ve başka nedenler.5 Geçen 200 yılda en temel
neden, tarihte eşi görülmemiş kentleşmedir. 1 790 yılında Ameri­
kalıların yalnızca 20'de biri kentte yaşıyordu; 1 990 yılında ise yal­
nızca 40'ta biri kırsal alanda yaşıyordu. Üçüncü Dünya ülkeleri
şimdi yalnızca dilleri değil, aynı zamanda koskoca dil ailelerini de
yok eden benzer bir kentleşme devrimi geçiriyor. Geleneksel insan
yerleşim örüntülerinin alt üst oluşu, sayısız dilsel karmaşıklıkları
da beraberinde getirmektedir. Bu, yeniliklere, lehçelerin ortadan
kalkmasına, hatta bir dilin yerini başka bir dilin almasına yol açan
bir 'dönüm noktasıdır'. Buna karşılık, belki de binlerce yıl süren
uzun bir denge dönemi boyunca, alansal yayılma, dilsel değişimde
başlıca etken olabilir.
Son zamanlarda gelişen teknoloji, dilsel değişimin dinamiklerine
yepyeni boyutlar getirmiştir: telefon, radyo, sinema ve televizyon.
İnsanlık tarihinde ilk defa biz de "kör gibi" dinliyoruz: Konuşmanın
çok temel bir unsuru, yani jest, görsel olmayan iletişimde bulunmu­
yor. Ama telefonda konuşurken İtalyanlar hala sallanıyor, Japonlar
başlarını eğerek selam veriyor, hepimiz konuşmacı yanımızdaymış
gibi hala gülümsüyor veya kaşlarımızı çatıyoruz, çünkü jestler ko­
nuşmanın böylesine ayrılmaz bir parçasıdır. 1 930'larda Amerikalı
aktör, yönetmen ve yazar Orson Welles radyo için "Bu makineden
duyulan her şeye inanılıyor" demiştir. Aynı sıralarda, Almanya'da,
ucuz bir şekilde dağıtılmış Volksempfanger ('Halk Alıcıları') Üçün­
cü Reich dönemi boyunca, Berlin'in Yüksek Almancayla yazılmış
propaganda amaçlı resmi bildirilerini yayınlıyordu, böylece mer­
kezi hükümetin dil telaffuzunu farklı lehçe konuşan geniş kitleler
arasında etkili bir şekilde yaymış oluyordu. Bu daha önce görül­
memiş bir şeydi. Yeryüzünde, radyonun konuşulan dil üzerindeki
etkisi muazzam derecede büyüktü, dilde standartlaşmayı getirmişti.
Bu etki üç kuşak sonra hala hissediliyordu.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra televizyon hayatımıza girip çok
daha büyük bir etki yarattı: O zamandan beri geniş izleyici kitlele-


altkatman: Başka bir dilin yerine geçmiş sonraki dile göre, kendisinde izler bırakmış
olması bakımından önceki dil. - ç.n.
1 76 DİLİN TARİHİ

leri arasında lehçelerin ortadan kalkıp standart dilin yaygınlaşma­


sı, dilde sirayet ve üst üste binme görülmüştür. Şu anda televizyon,
lehçelerin ortadan kalkışına yol açan belki de en önemli etkendir.
20. yüzyılın son yirmi yılında Hollywood stüdyolarının uluslararası
televizyon programcılığında büyük etkiye sahip olması, bu prog­
ramları seslendirme yapmaksızın yayınlayan ülkelerde Standart
Amerikan İngilizcesinin kullanımını hızla artırmıştır. Örneğin Yeni
Zelandalılar 1 970'lerde Amerikan dolgu sözleri -'like', 'sorta', 'kin­
da', 'ya know', 'and stuff'- hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı, fakat
1 990'ların ortalarında Amerikan televizyon programları ekonomik
nedenlerle İngiliz ve Yeni Zelanda programlarının yerini alınca, ge­
nellikle gençler tarafından kullanılan bu deyimler ABD ve Kana­
da'da olduğu gibi Yeni Zelanda konuşma dilini kirletmeye başladı.
Bu olgu, dünya çapındaki diğer İngilizce konuşan ülkelerde de
yaşanıyor ve şu anda melez bir İngiliz-Amerikan dili haline gelen
Uluslararası Standart İngilizce de etkili bir şekilde yeniden şekille­
niyor. Dolaysız sözcük girişleri, özellikle argo sözcüklerin ve de­
yimlerin girişi, ünlü bir program yoluyla ya da çarpıcı bir haber
yayını yoluyla bile dünyaya yaygınlaşmaktadır. Metropol dildeki
bir programın azınlık dilini konuşan bir topluluk içerisindeki yayı­
nı, sosyal açıdan tahrip edici olabilir: Örneğin, Paskalya Adası'nda
yayın yapan Şili televizyonundan dolayı, anne babalar çocukla­
rıyla geleneksel Polinezya dili olan Rapanui dilinde konuşurken,
çocukları onlara İspanyolca yanıt vermektedirler. Bu olgu, şu anda
dünyanın her tarafında benzer bir tarzda meydana gelmektedir.
Hızla değişen toplumun bir yansıması olarak söz dağarcığının
genişlemesi ve sözcük yer değişimi, bütün modern ülkelerde ne­
redeyse günlük bir gelişmedir. Bununla belirtilmek istenen, İnu­
itlerin dilinde 'kar' için yirmi sözcük, İrlanda dilinde 'yeşil' için
40 sözcük, ya da İngilizcede 'para' için 226 sözcük kullanılması
değildir - bunlar, belki de çevresel ve psikodilbilimsel olgulardır.
Toplumdilbilimcilerin asıl ilgilendikleri konu, sözcüklerin, toplu­
mun teknolojik büyüme, yeniden değerlendirme, tekamül ya da
güçlükler yaşamasının bir sonucu olarak ortaya çıkması, kaybol­
ması ya da anlam değiştirmesidir.
TOPLUM VE DİL 1 77

Bugüne kadar bilinmeyen araçlar ve topografyalarla yeni böl­


gelere göç edilmesi ve bilgisayar gibi yeni teknolojilerin keşfi, top­
lumdilbilim açısından dilde değişimin motorlarıdır. Yaklaşık 4500
yıl önce ilk Yunanlar, Ege'de yerleşmiş pre-Greklerle karşılaştılar
ve onlardan daha önce hiç bilmedikleri ve görmedikleri plinthos
"tuğla, kiremit", megaron " bir tür salon" , simblos "kubbeli arı
kovanı", kyparissos/kyparittos "selvi ağacı" ve hatta thalassa/
thalatta "deniz"i öğrendiler. Bu sözcükler kısa sürede Yunanca
sözcükler haline geldiler. Britonik Keltler yaklaşık 2000 yıl önce
Romalıların strata " street" (sokak), ecclesia "church" (kilise) ve
fenestra "window" (pencere) sözcüklerini gördüklerinde bilme­
dikleri bu kavramları onlardan aldılar. Bu durum Gallilerin bu
sözcükleri neden stryd, eglwys ve ffnest şeklinde ifade ettiğini de
açıklar. Örneğin bilgisayarların çıkışından dolayı, dünya dillerinin
çoğunda kitlesel sözcük yayılması görülmüştür: 'download', 'onli­
ne', 'İnternet', 'spreadsheet', 'database', 'modem' ve diğer pek çok
sözcük, otuz yıl önce yokken, şu anda günlük sözcükler olarak
kullanılmaktadır. Başka dillerden yeni sözcüklerin alınması ve eski
sözcüklerin etki alanını genişletmesi, anlaşılır dilin ortaya çıkışın­
dan itibaren insan toplumunu zenginleştiren dil süreçleridir.
Toplumlar ayrıca, bir toplumun olgunlaşmaya doğru son derece
yavaş ilerlemesini yansıtan yeniden değerlendirme sonucunda da
söz dağarcıklarını değiştirirler. 'Savaş' sözcüğü bir zamanlar onuru
anıştırırken, bugün genel bir tiksintiye neden oluyor. 'Negro' (zen­
ci) anlamındaki 'Nigger' sözcüğü tabudur, belki de İngilizcedeki en
kötü dört harfli kelimeden duygusal olarak daha itham edicidir.
'Nigger' ile aynı anlamda kullanılan keffir sözcüğü de Güney Afri­
ka söz dağarcığından artık çıkarılıyor. 'Fairy' (ibne), 'queer' (puşt),
'cohabitation' (cinsel birleşme), 'concubine' (metres) ve 1960'ların
ve 1 970'lerin cinsel devriminin kurbanı olan başka sözcükler de
tamamen veya belli anlamlarıyla İngilizceden çıkarıldılar. Çünkü
bu sözcükler sadece anlamsız değil, aynı zamanda hakaretamiz
sayılıyordu. 'Divorcee' (boşanmış kadın), 'spinster' (kız kurusu),
'unwed mother' (yaşlı bakire) sözcüklerinin tümü kadının toplum
içindeki değişen rolüne bağlı olarak kullanımdan kaldırıldı. Cinsle
1 78 DİLİN TARİHİ

ilgili çoğu eski terim -bütün bir grupla ya da sınıfla ya da onla­


rın özellikleriyle ilgili sözcükler- insanlığın üçüncü binyılın başın­
da artan bilinç ve duyarlılığı ışığında anlam bakımından yeniden
değerlendiriliyor: Örneğin 'animal' (hayvan) sözcüğü, insanlığın
üçüncü binyılın başında artan bilinç ve duyarlılığı ışığında, artık
'çirkin yaratık' değil 'dost yaratık' şeklinde yeniden yorumlanıyor.
Toplumdilbilimciler, olumsuz bazı değişiklikler de tespit etmek­
tedirler. 'Müzik', 'edebiyat', 'sanat' ve 'tiyatro' da kapsadıkları ko­
nuların değişen görünümüyle geleneksel tanımlarını kaybediyorlar;
bu sözcükler "anlamsız hale geliyor. " Belki de daha tehlikeli olanı,
toplum değiştiği ve şimdiye kadar saygıdeğer olan gelenekleri ve
inançları koruyamadığı için, 'aile', 'evlilik', 'onur' ve hatta 'Tan­
rı' sözcükleri giderek belirsiz hale geliyor. 6 Şimdiye kadar yalnızca
arkadaş, iş ortağı ve oyun arkadaşı anlamına gelen 'partner' söz­
cüğü, şu anda, İngilizcedeki koca, karı, hayat arkadaşı ve nişanlı
gibi eski ilişkileri ifade eden sözcüklerin de yerini alacak şekilde
anlamını genişletiyor. (Bununla birlikte, 'child' (çocuk), 'mother'
(anne) ve 'incest' (ensest) sözcüklerine dokunulmamıştır; 'baba' ise
yeniden değerlendirme kapsamındadır. )
Bir toplumun yeniden keşfi böylesi kelime değiştirmelerinde
görülür. Yukarıda bahsedilen bütün değişimler, yazarın toplumsal
dokunun henüz tamamlanmamış zorlu bir yeniden dalgalanma ge­
çirdiği 20. yüzyılın son yarısındaki ömrü içinde olmuştur. İnsanın
yaşı ilerledikçe, miras alınan kullanımları o ölçüde terk etmek ve
eski kavramları yeniden tanımlamak gereğiyle karşı karşıya kalır.
Pek çok kişi için bu imkansız değilse bile çok zor bir iştir.
Küçük değişiklikler, insanın değişiklik olsun diye değişiklik eği­
limini gösterir - yenilik yapmaktan başka hiçbir nedeni olmadan
yenilik yapma eğilimi. Son derece uygun standart sözcükler, kekiğin
çorbaya lezzet kattığı gibi yalnızca konuşmaya lezzet katan ilave
olsun diye düzenli olarak yerlerini başka sözcüklere bırakırlar ya da
yanlarına başka sözcükler eklenir. Böylesi sözcüklerin çoğu özellikle
gençler arasında konuşulan ve çabucak kaybolan geçici moda olan
sözcüklerdir. Düzenli eklemelere davetiye çıkaran bir "yer" de, ge­
lip geçen düzinelerce eşanlama sahip 'excellent' (mükemmel) sözcü-
TOPLUM VE DiL 1 79

ğüdür: 'awesome' (1 990'lar), 'groovy' ( 1 960'lar), 'hep' ( 1 940'lar),


'absolute' (Shakespeare), 'ful faire' (Chaucer). Başka bazı sözcükler
ise sözlüğe bir moda olarak girdiler, ama sonra yerlerini korudular:
1 8 . yüzyılda İngilizce 'acute' sözcüğü 'zeki, keskin, kurnaz' sözcük­
lerini nitelerken daha sonra ABD'de 'çekici, hoş' anlamına gelen
argo 'cute' haline geldi; 'hoşluk' anlamındaki 'cuteness' sözcüğü
yakın zamanda bu sonraki tanımlamadan türetilmiştir.
Argo, teklifsiz konuşmaya uygun, standart olmayan söz dağar­
cığını -hem sözcükleri hem de deyimleri- ifade eder. Bu söz dağar­
cığı, çok çeşitli nedenlerle dili yaratıcı bir şekilde manipüle etmeye
yarar. İngilizce argo yalnızca 1 8. yüzyıldan itibaren olumsuz bir şey
olarak görülmeye başlandı: Chaucer, Shakespeare, Dryden ve Pope
gibi pek çok yazar eserlerinde argoyu sanatsal ifadenin ayrılmaz
bir parçası olarak kullanmışlardır. 7 1 8. yüzyıldan 20. yüzyılın son­
larına kadar, İngilizce konuşanlar, 'düzgün dil' gibi idealize edilen
bir kavrama dayalı genel eğitim hareketinin sonucu olarak kuralcı
bir dil kullanımı yolunda çaba harcadıkları için, argo kaçınılması
gereken bir şey haline geldi. Bugün ise İngilizce konuşanlar, argo
kullanımında daha çok Shakespeare dönemine benzer bir tavrı be­
nimsemeye başlamıştır. Argo, daha yüksek sosyal kesitlerde, özel­
likle Amerikan İngilizcesi konuşanlar arasında bile kabul edilebilir
hale geldi: Beyaz Saray basın sözcüsü bir uydunun uzaya fırlatılı­
şını "awesomely cool" ( "süper bir şey") sözleriyle duyurmuştur.
Bu, ABD'nin hızlı, yenilikçi, ticari, çok-etnili dil kullanımının bir
örneğidir. 8 Bunun tam aksine, örneğin Almanlar ve Fransızlar yük­
sek sosyal kesitlerinde argoya müsaade etmezler; argo her iki dilde
de kesin bir şekilde 'aşağı' sınıf diye tanımlanmıştır.9 En uç örneği
verelim: Tahitililerde ise ibadet esnasında argo kullanmak, kafaya
indirilen sert bir darbeyle sonuçlanır.

Ortak Dil, İrtibat Dili ve Yapay Dil

Erken Homo erectus kabilelerinin, birbirlerini anlamayı kolay­


laştırmak ve ticari ilişkilerde bulunmak amacıyla ortak dil geliştir­
mek için çaba sarf ettiği düşünülebilir. Ortak diller tarih boyunca,
1 80 DİLİN TARİHİ

özellikle ticaret güzergahlarında bu tarzda gelişmiştir. Eğer hakim


bir dil böylesi bir ticaret güzergahında konuşuluyorsa, o zaman bu
hakim dil 'ortak dil' haline gelir. Böylesi bir ortak dil ya da kaine
(Yunanca ortak dil), birbirinden çok farklı olan iki ya da daha
fazla lehçeyi konuşanların birbirleriyle iletişim kurdukları basit­
leştirilmiş bir lehçedir. Ortak özellikler korunur ve paylaşılmayan
özellikler bir yana bırakılır.
Belgelenmiş en erken ortak dillerden biri Hellenistik çağa (M.Ö.
323-27) ait olan kaine dialektas yani 'ortak dil'dir. Esasen Atina
bölgesinin Attika lehçesi olan kaine, İyon lehçesi başta olmak üze­
re başka lehçelerin etkileriyle fonolojisini, morfolojisini, sözdizimi­
ni ve sözcük dağarını değiştirerek, ticaret ve kolonileştirme yoluyla
hızla yayıldı. Bu dil, aynı zamanda edebi metinlerde, özellikle Yeni
Ahit'te görüldüğü üzere, Hellenleşmiş yabancıların metinlerinde
kullanılan standart Yunanca haline geldi. M.Ö. 1 . yüzyılın orta­
larında, 'saf' bir Atina edebi dilini canlandırmak için uğraş veren
bilginler, bu 'bayağı' halk dilini beğenmediler. Yine de kaine, M.S.
ilk birkaç yüzyıl boyunca Akdeniz'in ve yakın çevresinin limanla­
rına ve ticaret merkezlerine hakim oldu.
M.Ö. ilk birkaç yüzyılda, Akdeniz'de kaine, hakim durum­
dayken, Kelt halklarının başlıca ortak dillerinden biri ise, belki de
Gal-Britoncaydı. Bu dilin, Roma istilasından önce anakarada Gal­
ya dili konuşan Keltler ile Britanya'da Britonca konuşan Keltler
arasında konuşulan ortak dil olduğu sanılıyor. Bununla birlikte, bu
varsayılan ortak dil hakkında çok az bilinmektedir.
Lingua franca (ortak dil), Ortaçağ'da Arapların temas kurduk­
ları Roman halkların dillerine verdikleri bir isimdi. Bu dil özellikle
kökeni Doğu Akdeniz'de hüküm süren Venedik ve Cenovalıların
diline dayanan ve orada Samilerle yerleşik Avrupalılar arasında
ortak dil olarak kullanılan halk İtalyancasıydı. Lingua franca
kavramı da, tıpkı kaine gibi, o zamandan beri pek çok dil tarafın­
dan herhangi bir ortak dili adlandırmak için kullanılmıştır. Lin­
gua geral (genel dil), özellikle Amazon Havzası'ndaki Tupilerin ve
Paraguay ve Güney Brezilya'nın Guaranilerinin ortak dilleri olan
Portekizcedir. Bantu gramerine ve büyük oranda Arapça sözcük-
TOPLUM VE DiL 181

lere sahip Svahilice, Doğu Afrika ticaret güzergahının lingua fran­


ca'sı haline geldi ve 1 9. yüzyılda ülkenin Kongo Irmağı'na kadar
olan iç kesiminde kullanıldı. Kendine has zengin edebiyatı olan
Svahilice dünyada hala kullanılan başlıca ortak dillerden biridir.
Proto-dillerden çıkarak doğal bir evrimle oluşan bir dilden
farklı olarak, birkaç değişik dil konuşanlar uzun süre birbirleriyle
temas kurduklarında yapay pidgin (karma bir dil) ortaya çıkabi­
lir. 1 0 Sözcükleri genel olarak hakim dildendir, fakat hakim dilin
sözcüklerinden daha az sayıdadır; grameri son derece basitleşti­
rilmiştir ve bütün durumlarda olmasa da çoğu durumda düzenli
hale getirilmiştir. Bir pidgin, genellikle ikinci bir dil olarak kulla­
nılır, fakat bazı istisnalar da vardır. Pidgin'e, Güney Afrika'nın
Zulu-temelli Fanagolo, Zambiya'nın Svahilice-temelli Settla, Viet­
nam'ın Fransızca-temelli Tay Boi ve daha birçok dili örnek gös­
terebiliriz. Pidgin oluşum süreci genellikle Portekizce, İspanyolca,
Fransızca ve İngilizce gibi kolonyal dillerle bağlantılıdır.
İngilizce temelli bir pidgin örneği olarak 20. yüzyılda yeni bir
dilin üç biçimini gösterebiliriz. Solomon Adaları 'ndan, Vanu­
atu' dan (daha önceki ismi Yeni Hebrid Adalan) ve Papua Yeni
Gine'den İngilizce konuşan plantasyon sahipleri Avustralya ve
Samoa'ya şeker kamışı hasadı için Melanezyalı işçileri götürdük­
lerinde bu yeni dil oluşmuştur. İşçilerin geri getirdikleri pidgin, Pa­
pua'da Tok Pisin, Solomon Adaları'nda Pijin ve Vanuatu'da Bisla­
ma dilleri haline geldi. Söz konusu diller yüzde 8 0-90 İngilizce ile
geri kalanı yerel sözcüklerden oluşan bir karışıma dayanıyordu.
Bu üç dil bugün " fonoloji, gramer ve söz dağarcığıyla artık yeni
ve farklı dillerdir. " 1 1
Eğer, doğal yerli bir dilin yerini karma bir dil alırsa, o zaman
bu karma dil (pidgin), creole (kreol, kırma dil, melez dil) adını
alır. Haiti'nin Fransızca-temelli Haiti dili, Zaire'nin Kongo-temelli
Kituba dili, Papua Yeni Gine'nin Almanca-temelli Unserdeutsch,
Uganda'nın Arapça-temelli Nuhi dili ve benzeri pek çok dili örnek
gösterebiliriz. Bir kreol pidgin'den türeyebilir. Örneğin, pidgin ko­
nuşan erkek işçilere eve dönme izni verilmezse ve karışık dilsel
kökenli aile kurmak üzere aralarına kadınlar getirilirse, pidgin bir
1 82 DİLiN TARİHİ

dilden bir kreol dil meydana gelebilir. O zaman pidgin, birinci dil
haline gelir ve ana dilin sadece bazı parçaları yeni kreol içinde
kalıntı biçiminde yaşar. Afrika köle ticaretinden dolayı, Karayip
adalarının birçoğunda tam da bu yolla çok sayıda böylesi kreol
dil ortaya çıktı.
Pidgin 'ler ile kreoller arasında gri bir alan oluşur. Söz konusu
gri alan, aynı dili ya pidgin ya da kreol olarak kullananlar tara­
fından oluşturulur - yani tek bir dil her iki grup tarafından da
kullanılabilir. Belki de kreol dilini yüzeysel bir irtibat dili olarak
yeniden tanımlamak gerekmektedir: Bu bakış açısına göre, kreol
dilinin temelini oluşturan pidgin, henüz sağlam bir dil yapısına
kavuşmamış sayılmalıdır. Bu 'tamamlanmamış' pidgin dili birinci
dil olarak konuşan yeni kuşağın, dil tümellerini barındıran sağlam
kurallara yöneldiği görülmektedir. Son zamanlarda ileri sürülen
Dil Biyoprogram Hipotezi, özgül gramatik özelliklerin ancak böy­
lesi bir kreol oluşumu (melezleşme) sürecinde kendini gösterme
eğiliminde olduğunu ileri sürmektedir. 1 2
Eğer bir kişi, ortak dili kullanmazsa, bir pidgin tasarlamazsa
veya benimsemezse ya da bir kreol dili konuşarak büyümezse, o
zaman kendi icat ettiği 'yapay bir insan dili'ni geliştirebilir. Ya­
pay olarak oluşturulmuş bu dilin, ideal durumda, bütün uluslar
tarafından kullanılacak ve kolayca öğrenilebilir nitelikte olması
gerekir. Daha önceki yüzyıllarda eğitim görmüş bütün Avrupa­
lılar, Latinceyi ikinci dil olarak konuşup yazdıklarından böyle­
si bir yapılandırma Avrupa'da gerekli değildi. Bununla birlikte,
Descartes ve Leibniz, daha 1 7. yüzyılda bilimsel bilginin aktarımı
için kuramsal olarak mantıklı mükemmel bir sembolik sistemin
oluşturulmasını önerdiler. Yapay insan dili çoğunlukla 'doğalcı
dil' olarak adlandırılır, çünkü bu dil, yapay olarak inşa edilmesine
rağmen, bilinen bir ya da daha fazla doğal dilin ortak, basitleşti­
rilmiş gramerine ve söz dağarcığına dayanır. Bu, tarihsel olarak
Batı dillerinde, özellikle de Hint-Avrupa dilerinde en yaygın pay­
laşılan sözcük özelliklerinin birleştirilmesi yoluyla olur. Tabii ki
bu dili yalnızca Hint-Avrupa dil ailesine -yani dünyadaki pek çok
TOPLUM VE DİL 1 83

dil ailesinden yalnızca biri- dayandırma yönündeki tarihsel eği­


lim, 'evrensellik' iddiasını temelsiz kılmaktadır.
İlk yapay dil, 1 8 79 yılında Güneybatı Almanya'da Papaz
Schleyer'e ait Volapük'tür, fakat sahip olduğu karışık gramer ve
düzensiz sözcükler öğrenmeyi zorlaştırıyordu. Yapay dillerin en
başarılısı, Varşovalı göz doktoru Ludwig Zamenhof tarafından
1 88 7 yılında tasarlanan ve bugün yaklaşık bir milyon insan tara­
fından konuşulan Esperanto dilidir. Esperanto'dan etkilenen Vo­
lapük Akademisi'nin birçok üyesi yeniden örgütlenmiş ve 1 902'de
yayımlanan yeni bir girişimde bulunmuşlardır: İdiom Neutral, do­
ğalcı dil inşasında büyük bir ilerleme olarak karşılandı ve sonraki
girişimler üzerinde büyük bir etki yarattı. Aynı sıralarda, İtalyan
matematikçi Giuseppe Peano, lnterlingua olarak adlandırılan
Latincenin basitleştirilmiş (çekimsiz ya da kelime son eklerinde
değişiklik olmayan) bir biçimini oluşturdu. 1 907 yılında, Espe­
ranto'nun doğalcı bir tarzda yeniden biçimlendirilmiş bir biçimi
olan ve Fransız L. De Beaufront tarafından geliştirilen Ido dili,
Paris'teki bilimsel bir komisyon tarafından yeniden ele alındı ve
kabul edildi. Bu komisyon daha sonra, Esperantistler ile bir tartış­
ma içine girdi ve yapay dil hareketi bölündü.
Daha 1 9 1 8 yılına gelindiğinde, yaklaşık 100 farklı yapay dil
oluşturulmuştu. Esperanto'nun pratik deneyimi ve Ido'nun ku­
ramsal yenilikleri, 1 922 yılında Alman E. von Wahl'ün oluştur­
duğu Occidental dili ve 1 92 8 yılında Dane Otto Jespersen'in oluş­
turduğu Novial dili gibi yeni önerilere yol açtı. Bu dillerin söz
dağarcığı, Batı Avrupa dillerinin sözcüklerine dayanıyordu. Yeni
araştırmalar, C. K. Ogden'e ait 1 930 yılındaki Temel İngilizce ve
L. Hogben'e ait 1 943 yılındaki Interglossa gibi tamamen bağım­
sız hareketlerle devam etti. 1 9 5 1 yılında New York'ta bulunan
Uluslararası Yardımcı Dil Kurumu'nun yardımlarıyla bir lnterlin­
gua-İngilizce sözlüğü yayımlandı.
Yapay insan diline olan yoğun ilgi, hem kuramsal-dilbilimsel
bakış açısından hem de kişisel bilgisayarların yardımıyla oluştu­
rulan diller dolayısıyla pratikte bugün de devam etmektedir. Alan
tarihsel olarak büyüleyicidir, fakat pratik kullanım amacı artık
1 84 DİLİN TARİHİ

söz konusu değildir. Yapay dillerin büyük bir çoğunluğu Hint-Av­


rupa temellidir ve 'dilsel evrensellikten' (terim nasıl tanımlanır­
sa tanımlansın) yoksundur. Dahası, basit bir biçimde söyleyecek
olursak, bu bağlamda doğal olmaya çalışılması doğal değildir.
Mandarin Çincesi, İspanyolca ve İngilizce gibi yaşayan diller dün­
yada çok daha büyük etkiye sahiptir. Yapay insan dillerinin oluş­
turulmasının arkasında yatan esas düşünce, ulusların doğuşu ve
sömürge rekabeti döneminde ulusal kimlikten kaçınmaktı. Büyük
dillerin çoğu artık tek bir ulusla özdeşleştirilmediği için, şu anda
böyle bir gereksinim yoktur. Yani, tarihte ilk defa dünya dilleri
doğal bir şekilde ortaya çıkıyor. Gerçekten de, İngilizce -tasarlan­
ma yoluyla değil, tarihsel koşulların bir sonucu olarak - şu anda
ikinci dil olarak dünyadaki bütün dillerden daha çok kişi tarafın­
dan konuşuluyor ve bu sayı giderek artmaya devam ediyor. 1 3

Ulusal ve Etnik Diller

Tarih boyunca, insanlar kendi dilleriyle ve o dili konuşanlarla


kendilerini özdeşleştirip kimlik oluşturmuşlardır. Gerçekten de in­
sanlarda 'ulus' fikri, aynı dili konuşan başka insanlarla birlikte ta­
nımlanmanın sonucu olarak doğmuştur. Daha yakın zamanlarda­
ki çok-etnili, çok-dilli uluslar, özellikle dilden dolayı iki ayaklı bir
zemin üzerinde dururlar - Belçika, Kanada, Bask ve diğer benzer
problemli toplumlara bakmak yeterlidir. Kabul edilmiş ulusal bir
dil doğal olarak içinde bir 'üstün lehçe' fikrini de taşır, çünkü ge­
nellikle � u lehçeyi konuşmayanlar daha fakir ve daha güçsüzken,
konuşanlar en zengin ve güçlü kesimdirler. Bir dilin nasıl konuşul­
ması 'gerektiğini' öğreten kuralcı gramerlerde olduğu gibi, yeni
bir şapka gibi moda olan itibarlı lehçelerden 'doğru telaffuzlar'
sürekli olarak itibarlı olmayan lehçeleri yeniden şekillendirirler.
Bugün radyo, televizyon ve İnternet ile gezegenin tamamında dil­
sel açıdan etkili bir bombardıman yaşanabiliyor.
Karşılaştırmalı bir süreç olarak ele alırsak, son zamanlarda
BBC'nin 'modernleştirilmesi' İngiliz dilinin uzun bir süre boyunca
kolayca anlaşılabilir yerleşik telaffuzu olarak itibar gören 'BBC
TOPLUM VE Dil 1 85

İngilizcesini esas itibariyle tasfiye etmiştir. Bugün ister İngiltere'de


ister Yeni Zelanda'da olsun, yaşlı dinleyiciler 'alt sınıf telaffuzu'
olarak adlandırdıkları telaffuzu, BBC yayınlarında duydukların­
da büyük bir şaşkınlık geçirirler. Onlara göre bu, yalnızca " stan­
dartların düşmesi" anlamına gelmez, aynı zamanda " zevksizliğin
zirveye tırmanmasını" temsil eder. Ne var ki bu tür itirazların, ya­
şayan büyük dillerin uzun tarihsel evrim öyküsünde herhangi bir
anlamı yoktur. Özel lehçeler kendi kendilerini hızla dönüştürür­
ken ve/veya onları kendileri yapan özellikleri kaybederken 'üstün'
lehçeler yalnızca birer vehimden ibarettir.
Bir ulusun bütün lehçeleri -coğrafi, etnik, 'üst katman-alt kat­
man' sosyal, etnik-sosyal (siyah 'üst katman' ile beyaz 'alt kat­
man' ya da tersi) , itibarlı, denk ve diğer lehçeler- irtibat etkileri ile
birlikte (Fransızcanın İngilizce üzerindeki yaklaşık 1 000 yıllık et­
kisi gibi) yeryüzündeki bütün doğal dillerin her birini karakterize
eden dilsel karışıma katkıda bulunur. 14 Kentsel toplumdilbilimin­
de, genel olarak 'dayanışmaya' karşı 'güç', 'alt' toplumsal sınıfa
karşı 'üst' toplumsal sınıf, 'kapalı ağ'a karşı 'açık ağ' gibi ikiliklere
atıfta bulunulan 'standart-anadil modeli' takip edilir. Ne var ki bu
kutuplaştırmalar, insanlık tarihinin çoğuna damgasını vuran daha
küçük topluluklara uymamaktadır: Afrika'nın dilleriyle ilgili ça­
lışmaların bugün gösterdiği gibi, dilsel çeşitliliği kavramsallaştırıp
düzene koymanın en iyi yolu, komşuların ve ataların konuşma
normlarına bakmaktır.
Çok-etnili toplumlarda bazı etnik grupların diğerlerine göre
daha fazla bölgecilik yaptıkları, yani homojen bir nüfusa sahip
ayrı bir bölgenin farkında oldukları ve bu bölgeye bağlılık göster­
dikleri doğrudur. Avrupa kökenli Amerikalılar, mesela, etnik bir
davranış ve dil tümeline eğilimli olan (Afrika'daki toplulukların
tersine bölge açısından bağımsız) Afrika kökenli Amerikalılar­
dan çok daha bölgecidirler (alansal olarak sınırlıdırlar). Fakat bir
ulus içinde yer alan bütün grupların konuşması, dili sürekli ola­
rak biçimlendirir ve onu günlük olarak değiştirir. Her biri türlüye
giren farklı malzemeler gibidir ve türlünün tadını zenginleştirir.
Siyah Amerikalıların konuşma tarzı, özellikle müzikler, filmler ve
1 86 DiLiN TARİHİ

televizyon yoluyla son yıllarda Avrupalı Amerikalıları, özellikle


gençleri muazzam derecede etkilemektedir. İtibarlı lehçe, kuşku­
suz yüzeysel bir şekilde baskı yaratır, ama bir dilin bütün lehçeleri
etkileşim içinde dinamik bir bütün oluşturur. Ayrıca yaşayan bir
dilin gelişmesini sağlayan da, dinamik bütünün farklı parçalarının
etkileşimidir.
M.Ö. 5. yüzyılın başlarında, tarihçi Herodotos'un "bütün Yu­
nan toplumu aynı kandan ve aynı dildendir" dediğine daha önce
işaret edilmişti. Bu son derece anlamlıdır. İnsanlık tarihinin büyük
çoğunluğu için, kan dildi. Çünkü küçük insan toplumlarında sizin
gibi konuşanlar sizinle akrabaydı. On binlerce yıl boyunca söz
konusu kan akrabalığına dayanarak benzer konuşmanın kucakla­
yıcı olduğu inancı doğdu. Tersine, yabancı konuşmanın tehdit edi­
ci olduğuna inanıldı. Benzer biçimde konuşanlar öncelikle, şehir
devletleri, sonra prenslikler, daha sonra da uluslar olarak birleşti­
ler; yabancı bir dili konuşanlarla karşılaşmalar ise çatışmalara yol
açtı. Komşular arasında daha belirgin sınırları, ortak bir dilden
yoksun olma temelindeki sınırları bu tanımlıyordu.
Kanada'da İngilizce konuşanlar ile Fransızca konuşanlar ara­
sındaki bölünmenin ulusal birliği nasıl tehdit ettiği; eski Sovyetler
Birliği'ndeki kanlı parçalanmanın nasıl dilsel sınırları izlediği ve
Afrika'daki çoğu savaşların yaygın olarak farklı dilleri konuşan
kabileler arasında nasıl yaşandığı üzüntüyle görülebilir. Son za­
manlarda güneydeki uluslardan İspanyolca konuşan milyonlarca
insanın ABD'ye gelmesi, Amerikalıların çoğunu Birleşik Devletler
anayasasında 'yalnızca-İngilizce' düzenlemesinin yapılması doğ­
rultusunda harekete geçirmiştir. ABD'nin resmi dilinin İngilizce
olması için bir yasa teklifi sunulmuştur. Benzer bir budalalık Rus­
ça konuşan eski Sovyetler Birliği'nde de gerçekleştirilmiş ve ülke
içindeki ayrılığa eklenmiştir.
'Dilsel yalıtım' fikri, dilleri geliştiren itici gücün kavranama­
ması sonucunu doğurmaktadır, yani işbirliğini sağlamak ve in­
sanın yaşamını sürdürmek için dillerin özümseme ve bağ kurma
gücü göz ardı edilmektedir. Orta İngilizce, 1 066'dan sonra Fran­
sız Normanlar tarafından kirletilmemiş ya da tahrip edilmemiş,
TOPLUM VE DİL 1 87

tersine olağanüstü ölçüde zenginleştirilmiştir. Benzer bir zengin­


leştirme -İspanyolcadan İngilizceye- 900 yıl sonra bugün Kuzey
Amerikalılar tarafından gerçekleştirile bilir.
Gelişmekte olan ülkelerde sosyal uyumun etkili göstergeleri
olarak ulusun ve halkın dillerinin statüsüne önem verilirken bu
konulara işaret edilir. İnsanların konuşmaya başlamalarından
itibaren, dilin toplumdaki rolüne ilişkin insanlığın değişik değer­
lendirmeleri, toplumları ya birleştirmiştir ya da bölmüştür, onları
şekillendirmiş ya da savaşlara yol açmıştır. Çokdilli kültürlerde
sürekli olarak sürtüşme yaşanır. Yakın tarihlerde ulus-devletle­
rin kurulması, yukarıdan aşağıya yapay bir baskı ekleyerek bu
sürtüşmeyi artırmıştır.15 İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki ulusal
kurtuluş hareketleri, çokdilli ülkelerin çoğunda, sömürgeci güç­
ten bağımsızlığını kazandıktan sonra yeniden resmi bir dil (diller)
sorununun ortaya çıkmasına yol açmıştır. O zamandan itibaren,
dillerin toplumsal etkisi derinlemesine incelenmiştir: Kişinin ken­
di " memleket" kavramını tanımlayan dilsel toplulukla özdeşleş­
me ihtiyacı, toplumun en temel taleplerinden biri sayılmaktadır.
Bundan başka azınlık hakları konusu da, Batılı ülkelerin çoğunda
azınlık dil ve lehçelerinin eşitliğinin kabul edilmesini sağlamıştır.
Meksika İspanyolcası ve Afro-Amerikan ve Afro-İngiliz İngilizcesi
bunlara örnek gösterilebilir. Azınlık meselesi kadim bir meseledir.
Putaanların ve Libyalılar Minoslulara ait Girit'e M.Ö. 1 600 yılın­
da, Yunanlar Mısır'a M.Ö. 200 yılında ve Romalılar ile Germen­
ler Britanya'ya M.S. 200 yılında geldiklerinde, daha doğrusu her
çağdaki azınlıklar dil meselesiyle karşılaşmıştır.
Afrika kökenli Amerikalıların öyküsü dikkat çekicidir. Ameri­
ka'ya zorla getirilen Afrikalıların, Batı Afrika dillerini konuşma­
ları yasaklandı ve onlara İngilizce eğitim verildi. Siyahlar iletişim
kurmak için geliştirdikleri İngilizce lehçeyi konuşurken, Afrika
kökenleri ve Afrika'dan getirdikleri dillerin etkisi konuşmaların­
da ister istemez hissedilmektedir. Afrika'dan getirilen bu dil hala
kolayca görülebilir etnik bir simge olarak durmaktadır. Özellikle
Afro-Amerikan fonolojisi, Avro-Amerikan fonolojisinde bulun­
mayan özelliklerle doludur. Bu özelliklerin kaynağını genel olarak
1 88 DiLiN TARİHİ

Batı Afrika dillerinden aldığı sanılmaktadır, fakat bu illa ki böyle


değildir: Kaynağını 1 7. yüzyıl kadar erken bir tarihte, Amerikan
toprakları üzerindeki köle topluluklarından da almış olabilir. 1 6
Bununla birlikte, çoğu Batı Afrika sözcüksel öğeleri yalnızca
çoğunlukla gizlenmiş bir şekilde İngilizce eşsesliler biçiminde ya­
şamakla kalmadı, aynı zamanda uluslararası alana da girdi: 'dig',
'jive', 'jazz', 'hep', 'cat', 'boogie-woogie' vb. 1 7 Germen kökenli eş­
seslisinin yanına eklenen argodaki 'cool' sözcüğü, belki de 'büyü­
leyici, mükemmel' anlamındaki Batı Afrika kul sözcüğünden alın­
mıştır. Örneğin, 'a cool cat' (güzel kedi) 'büyüleyici kişi' anlamına
geliyordu. Son yirmi yılda bütün dünyada gençler, 'cool' sözcüğünü
tam anlamıyla 'mükemmel' anlamında kullanıyorlar ve 'cool' söz­
cüğünü başka bir dilden alınmış, dünyada en yaygın sıfat haline
getirdiler. Siyahların İngilizce lehçesi, son derece düşük bir konum­
dayken, 1 950'lerde başlayan yurttaşlık hakları hareketi sayesinde,
Uluslararası Standart Dili etkileyecek bir konuma ulaşmıştır.
Çarpıcı bir karşılaştırmayı örnekleyecek olursak, Bulgaris­
tan'da yüzyıllardır yerleşik bulunan Türk azınlığın son zamanlar­
da yalnızca Türkçe konuşması değil, aynı zamanda Türkçe isim­
leri de yasaklandı; sonuç olarak binlercesi komşu ülke Türkiye'ye
göç etti. 1998 yılında Cezayir hükümeti, önceki sömürgeci Fran­
sızların dilini bastırmak amacıyla, Arapçadan başka dil kullanıl­
masını yasaklayan bir yasa geçirdi; ülkenin daha önceki bilinen
dilini konuşan Cezayir'deki Berberi azınlık, yasayı protesto etmek
amacıyla sokaklara döküldü. Bu iki örnek, azınlık dillerinin yaz­
gısını çok sık belirleyen durumu göstermektedir.

Cinsiyet ve Dil

1 960'ların sonlarından itibaren, kadın özgürlük hareketleri


dilbilimcileri dilde cinsiyet farklılıkları konusunu, özellikle dil
kullanımının cinsiyet eşitsizliğinin güçlenmesine ve sürdürülmesi­
ne yol açıp açmadığını ele almaya sevk etti. 1 8 Bu hareket, kadın­
ların, eşcinsellerin, lezbiyenlerin toplumsal eşitlik elde etmelerine
dil aracılığıyla katkıda bulunmak amacıyla, İngiliz dilinde kısmi
TOPLUM VE DİL 1 89

'cinsiyetsiz'leşmeye bile yol açmıştır. Sosyalleşme ve eğitim süreç­


lerini bu hareketten daha erken bir tarihte yaşayanlar için, sözlü
ve yazılı İngilizcenin yanı sıra miras alınmış tutumların ve kav­
ramların da sürekli, yenilenmesi gerekmektedir.
Birçok dilde cinsiyet ayrımı (özellikle isim türlerini ayıran)
gramerin taşıyıcısı olduğundan, böylesi bir cinsiyetsizleştirme im­
kansızdır. Örneğin, Galce Rydw i yn chwarae ei biano 'Ben onun
(erkek) piyanosunu çalıyorum' cümlesi Rydw i yn chwarae ei
phiano 'Ben onun (kadın) piyanosunu çalıyorum' cümlesinden,
piyano'ya eklenen cinsiyet ünsüz harf değişimiyle ayrılır. Fransız­
cada, sıfatlar hem cinsiyete hem de niceliklere uyumlu olmalıdır:
!es soeurs sont belles "kız kardeşler güzeldirler" ve !es freres sont
beaux "erkek kardeşler yakışıklıdırlar" cümlelerinde belles çoğu­
lu, eril çoğul beaux sözcüğünden farklıdır. Almancada, cins çeki­
mi gramer işlevi için vazgeçilmez bir belirteçtir: das Kind ghört
der Frau 'çocuk kadına aittir'; burada die Frau 'kadın', tekil der
Frau 'kadına' biçiminde yönelme haline dönüşüyor. Birçok dilde,
cinsiyet farklılıkları (yani isim türleri), önemli anlamsal farklılık­
lar da taşır. Örneğin Almancada, eril der Band 'cilt' (kitap için)
anlamına gelir, dişil die Band 'müzikal bando' anlamına gelir ve
cinsiyetsiz das Band 'ip, kordon, şerit' anlamına gelir. Fransızca
gibi yalnızca iki cinsiyeti kullanan Galcede, eril gwaith 'iş' ve dişil
gwaith zaman anlamındadır. Böylesi belirgin cinsiyet kuralların­
dan ve ayrımlarından yoksun olan İngilizce, belki de en azından
dilsel açıdan kısmi olarak cinsiyet eşitliği sağlanacak bir konumda
görünmektedir.
Son 25 yıl içinde İngiliz dilinde daha önce eşi görülmemiş bir
'cinsiyet arındırması' meydana gelmiştir. Kitle iletişim araçlarının
yükselişinin aynı zamana denk düşmesi bu süreci kolaylaştırmıştır.
Bu durum, İngilizcenin her eğitimli konuşanı ve yazanını, yalnızca
kadın haklarını değil, aynı zamanda eşcinsellerin ve lezbiyenlerin
haklarını olumsuz bir şekilde etkilemekten kaçınmak amacıyla
kullanılan sözcükleri bilinçli bir şekilde yeniden değerlendirmeye
teşvik etmiştir. 1 9 Tartışma bazen saçma bir hal almaktadır. İngiliz­
ce 'human' sözcüğünün bir erkek sözcüğü olduğunu düşünen ka-
1 90 DİLİN TARİHİ

dm savunucuları, örneğin bunu 'huperson' ile değiştirmeye çalış­


mışlardır. Neyse ki bu girişim başarısızlıkla sonuçlanmıştır, bunun
nedeni ise 'human' sözcüğünün Germen kökenli mann/mannon
'adam, insanoğlu' ile hiçbir ilgisi bulunmayan Latince humanus
sözcüğünden gelmesi değil, bu sözcüğün temel bir sözcük olma­
sıdır. (Mizahçılar, vaktiyle 'kadın özgürlükçülerinin' Manhattan'ı
da 'Personhattan' olarak yeniden adlandırmak isteyip istemedik­
lerini sormuşlardı.)
Bununla birlikte, özellikle açıkça erilliği ifade etmesi gerekme­
yen diğer bazı sözcükler de İngilizce sözcük dağarcığından çıka­
rıldı. Örneğin, bu kitapta yazar, bilinçli olarak mankind ('man'
adam anlamına gelir) yerine cinsiyet açısından düzeltilmiş human­
kind (insanlık) ('human' insan anlamına gelir) sözcüğünü kullan­
mıştır. Avustralya başbakanının 1998 yılında sözcüğü yeniden
geri getirme girişimine karşın, 'chairman' ( başkan) yerine, her
yerde etkili bir biçimde 'chairperson' ( 'person' kişi anlamındadır)
kullanılmaktadır. İngilizcede meslek sınıflandırmalarının çoğu
cinsiyetsiz hale gelmektedir: Örneğin 'stewards' (erkek kabin
görevlileri) ve 'stewardesesses' (kadın kabin görevlileri) şu anda
ortak olarak 'flight attendants' (uçuş refakatçileri) olmuştur. 'Fo­
refathers' (atalar), 'fatherhood' (babalık) ve 'manservant' (erkek
uşak) -yani, 'ancestors' (cetler), 'parenthood' (ebeveynlik) ve 'do­
mestic' (hizmetçi) - gibi saygın sözcükler de belki tarihsel sözlüğü
büyüten kullanılmayan sözcük ve terim deposuna katılmak üzere
etkin sözcük dağarcığından silineceklerdir. Bu, dilin yalnızca ka­
deri değil, aynı zamanda gerektiğinde görevidir de . . .
Geçmişte özellikle dini, etnik ve milliyetçi içerikte benzer gi­
rişimlere tanık olunmuştur. 1 9 . yüzyılda, İngiliz politikacı Tho­
mas Massey, İngilizcede Katolik etkisine karşı çıkmış ve Catholic
mass'e ( Katolik ayini) atıfta bulunmaktan kaçınmak için Avam
Kamarası'na, Christmas'm (Noel) Christ-tide olarak yeniden
adlandırılmasını önermiştir. Başbakan Benjamin Disraeli, ayağa
kalkıp Thomas Massey'ye kendi ismini de 'Tom-tide Tidey' ola­
rak değiştirmeye hazır olup olmadığını sorduğunda mesele ka­
panmıştır.
TOPLUM VE DİL 1 91

Dilde Saflaştırma

Dilde saflık arayanlar fpurists], toplumsal değişim sağlamak


amacıyla miras alınmış dili değiştirmektense, dillerinin (kendi an­
layışlarına göre) daha 'saf' bir biçimine dönmek istemektedirler.
Belki de erken Sanskritçe, Yunanca, Latince ve Arapça dilbilgisi
uzmanlarının başlıca niyeti, dili (sözcüğün modern bilimsel anla­
mıyla) 'anlamak' değil, uyulacak kuralları belirlemekti - yani, dilin
'en saf' biçimini yazılı dilde tanımlamak ve dondurmak istiyorlar­
dı. Öyle anlaşılıyor ki bu çabanın temelinde her zaman, daha bilge
olan eskilerin kadim, saf bir dili bulunduğu efsanesi bulunur. Röne­
sans dönemi bilim insanları, yeni bir felsefe ve bilim dili oluşturmak
amacıyla bütün Avrupa dillerine Yunanca ve Latinceden çok sayıda
sözcük almıştı, daha sonra, 1 7. yüzyılda bu yabancı sözcük akınına
karşı bir tepki oluştu: Bir dile dışardan girdiği düşünülen bütün ya­
bancı unsurların temizlenmesine ve 'düzgün,' yani eski dil kullanı­
mına dönülmesine yönelik 'dilde arındırma' girişimleri görüldü. İki
uç arasındaki rasyonel denge ancak 1 8 . yüzyılda sağlanabilmiştir.
Floransa'da bazı bilim insanları ve şairler, ulusal dili yabancı
sözcüklerden arındırmak ve İtalyancanın (kendi anlayışlarına göre)
ulusal özelliklerini ön plana çıkarmak amacıyla, 1582 yılında bir
araya gelip A ccademia della Crusca'yı kurdular ve ideallerini özel­
likle Dante ve Boccacio'nun saygın metinlerine dayandırdılar. Bu
Accademia, iki yüzyıl boyunca gelişti ve Avrupa'da benzer kuru­
luşlara ilham verdi. Almanya'da birkaç kuruluş vardı, bunların en
eskisi ve en saygın olanı 1 7. yüzyılda bütün önemli Alman şairlerin
bağlı olduğu Weimar'daki Fruchtbringende Gesellschaft ( 1 6 1 7-
1680) idi. Fransa'da ise 1 635 yılında, bugün hala dilin denetimi
için en saygın, kurallar belirleyici bir kuruluş olan Academie Fran­
çaise kuruldu.
İngiltere'de Royal Society, özellikle Fransa'ya öykünerek 1 662
yılında kuruldu. İngiltere'de çok uzun süre dilin saf olmamasından
şikayet ediliyordu. 15. yüzyılın sonlarında, Londra'da matbaacı
William Caxton "herkes tarafından anlaşılamayan garip terimlere"
itiraz etmiştir. O sıralarda Fransızcadan alınmış yüzlerce sözcük yer-
1 92 DİLİN TARİHİ

li İngilizce sözcüklerle rekabet ediyordu: Rock/stone (taş), realm/


kingdom (ülke, krallık), stomach/belly (mide, karın), velocity/speed
(hız), aid/help (yardım), cease/stop (durmak), depart/leave (ayrıl­
mak), parley/speak (konuşmak) . İngilizcenin buna getirdiği çözüm
ise, her ikisini de kullanmak fakat her birini ufak farklara göre ya
da toplumsal değerlere göre ayırmak oldu. (Ayrıca birçok sözcük
değişip yerine başka sözcük kondu. ) Bu durum, İngilizceye yeryü­
zündeki çok az dilin yaşadığı bir zenginleşme yaşattı ve İngilizceyi
temel olarak Germen ve İtalik diller olmak üzere iki ayrı dil ko­
lunun ürünü haline getirdi. 1577'de tarihçi Ralph Holinshed şunu
söyleyebilmiştir: "Şu güneşin altında İngilizceden daha fazla kelime
çeşidine ve deyim bolluğuna sahip olan ya da olabilecek başka bir
dil yoktur. "
Başka kişiler, başka dillerden ölçüsüz bir şekilde sözcük alın­
masına eleştirel bakıyordu. "Başka dillerden yamalarla delikleri
kapamaya çalışanları, şuraya Fransızca, buraya İtalyanca, her yere
Latince dolduranları" şiddetle eleştiriyordu. "Bu dillerin kendi­
lerine ne kadar uyumsuz olduğunu, bizimkine ise hiç uymadığını
göz önüne almıyorlar. Artık bizim İngiliz dili başka dillerin çorbası
haline geldi. " 1 8 . yüzyılda İngilizcenin ilk 'eksiksiz' sözlüğünü yaz­
ma girişiminde bulunan Samuel Johnson amacının "gramer saflı­
ğını sağlayacak ölçüde dilimizi yeniden tanımlamak ve onu yanlış
kullanımlardan temizlemek" olduğunu belirtmiştir. 'Saf dil' gibi
bir şey olmadığı için, Johnson tabii ki daha en başından başarı­
sızlığa mahkumdu. İngilizcede en sık kullanılan 1 0 .000 sözcükten
yalnızca yüzde 3 1 ,8'i Germen kökenlidir. Geriye kalan yüzde 45
Fransızca, yüzde 1 6,7 Latince kökenli sözcüklerden oluşur, ayrıca
başka dillerden geçmiş daha sınırlı sayıda sözcük de vardır. (İngi­
lizce, gramer ve fonolojide de Fransızca üstkatmanı etkisiyle kar­
şı karşıya kalmıştır, fakat bu etki, söz dağarcığında olduğu kadar
güçlü değildir. ) Bununla birlikte İngilizcede en sık kullanılan 1 000
sözcükten yüzde 83'ü Eski İngilizce, yüzde 12'si Fransızca ve yüzde
2'si Latince kökenlidir.
Dil arıtımcılarının hatası, başka bir dilden unsurlar almanın bir
dilin en büyük gücü olduğunun farkına varamamalarıdır. İnsan
TOPLUM VE DİL 1 93

dilleri taşa değil, süngere benzer. Bu nitelik, onlara olağanüstü bir


yaratıcılığın yanı sıra, uyum sağlama ve canlılık sağlar. Fakat tarih
boyunca dilde tasfiye hareketleri olmuştur. Bunun nedeni çoğun­
lukla savaşlardır. Örneğin Birinci Dünya Savaşı'nda, İngilizcede
yer alan Almanca ya da Almanca bağlantılı sözcükler ve isimler
İngilizleştirildi; "Alman kurdu" ( "German shepherd" ), "Alsatian"
oldu; "Battenberg" , "Mountbatten" haline geldi vb. Benzer biçim­
de Naziler, Ari ırk saplantıları nedeniyle, 1 930'larda ve 1 940'larda
Almancayı bütün yabancı etkilerden, özellikle İbranicenin etkile­
rinden arındırmaya çalıştılar. Aynı dönemde Rusya, "saf sosyalist
bir sözcük dağarcığı" oluşturmak amacıyla engin Sovyetler Birli­
ği'ndeki Rusçayı, bütün kapitalist sözcüklerden arındırmaya çalı­
şıyordu, kuşkusuz bu da ham hayaldi.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Endonezya, Hollanda'dan ba­
ğımsızlığını kazandığı zaman, yeni hükümet Hollandacanın yerine,
yönetim, mahkeme, medya ve eğitim dili olarak Endonezya Ba­
hasa dilini kabul etmişti - yani, o zamana kadar Endonezya'da
kullanılan çok sayıdaki bağımsız dilden yalnızca birini. Yeni bir
terminoloji oluşturmak ve bu terminoloji ile gerekli Hollandaca
materyalleri Endonezya Bahasa diline tercüme etmek için Dil ve
Edebiyat Konseyi oluşturuldu. Bu, merkezi hükümet tarafından
tamamen 'saf' bir Endonezya Bahasa dili planlandığı, kabul edil­
diği ve hayata geçirildiği anlamına geliyordu. Bütün eğitimin o za­
mandan beri bu yeni yapay dilde yapılması, Endonezya'nın zengin
dilsel çeşitliliğinde hızlı bir azalma meydana getirmiştir.
Yeni Zelanda'nın Maorileri, toplumun yaklaşık yüzde 12'sini
oluşturur, fakat Maorilerin yalnızca yüzde 5'i bir Polinezya dili
olan Maori dilini konuşur (bütün Maoriler akıcı şekilde İngilizce
konuşurlar). Yine de, ABD'deki siyahların yurttaşlık hakları hare­
ketinden ilham alan Yeni Zelanda'nın yerli hakları hareketinden
dolayı, Maori dilinde bilinmeyen Batı kültürel ve teknolojik unsur­
ları karşılamak için yeni Maori sözcüklerini oluşturmak amacıyla
Endonezya'nınkine benzer biçimde bir dil konseyi oluşturulmuş­
tur. Bu, Maori dilini İngilizceden 'korumaya' yönelik önyargılı bir
eylem olduğu için, ne bir ihtiyacın sonucudur, ne de sık sık kulla-
1 94 DİLİN TARİHİ

nılır. Bu plan, ulusal bir çoğunluk dilini korumak için dünyanın


başka yerlerindeki girişimlerle mukayese edilemez.
İkinci gelişmeye bir örnek olarak verebileceğimiz İzlanda, dilde
saflaştırmaya giden başka bir ülkedir. İzlandaca, M.S. 874 yılında
ve sonrasında İzlanda'ya yerleşen çoğunlukla İskandinav (ve İrlan­
dalı) kolonicilerin soyundan gelenlerin Germen dil koluna bağlı
çoğunluk dilidir. İzlanda'nın nüfusu çok küçük, yaklaşık 270.000
olduğu için, İzlandaca yoğun yabancı etkilere maruz kalmaktadır
ve güçlü bir etnik gurur duyulduğundan dolayı, özel bir dil konse­
yi, dile giren yeni, özellikle de teknik terimleri İzlandacalaştırmak
için düzenli olarak toplanır. Örneğin 'televizyon' yerine sjonvarp
(tam karşılığı: 'görüntü-fırlatıcı') önerilmiştir. Konseyin çalışmala­
rı, İzlandacanın ayakta kalmasına katkıda bulunmaktadır.

Propaganda ve Dil

Bir toplum aynı zamanda dil aracılığıyla gerçekleri karartır, ya­


lan söyler ve aldatır. Bunun toplumun üyelerinin bireysel özgür­
lükleri açısından son derece korkunç sonuçları olur, bu yüzden
demokratik iradelerini gösterme haklarından yoksun kalabilirler.
Dilin böylesi bir kötüye kullanımı, hastalıklı bir toplumun belir­
tisidir. Geçmişte, bu suiistimale uzun bir süre boyunca başvuran
yönetimlerin hepsi istisnasız yok olmuştur.
"Siyaseten doğruluk" her şeyden önce dilsel bir ilkedir. Eğer
bir kişi iktidar sahibi olanların dilini konuşmazsa, zarar görür. 20
Eski Atinalılar, Spartalılar'ı küçük gören ve Atinalı değerleri yü­
celten logoi'yi kullanmak zorundaydılar. Roma istilasından sonra,
Londra Keltleri, kendi domini novi'lerini ("yeni egemenleri" ) hor
görecek Latince sözlerden kaçınmak konusunda son derece dik­
katliydiler. Ortaçağ Hıristiyan rahipleri dilde tevazu ve erdemli­
liğe özen göstermeye çalışırken, onları kılıçtan geçiren Vikingler,
savaşçılar arasında kendilerinin ne denli yiğit olduğunu gösteren
bir dil kullanımını tercih ediyorlardı. Matbaanın icadının ardından
daha sıkı bir sansür geldi; artık katipler, yerel prens ya da pisko­
posun verdiği yayın iznini geri alma tehlikesi doğurmayacak usus
TOPLUM VE DİL 1 95

scribendi'yi seçmek konusunda çok dikkatli davranan yazarlar ve


editörler haline geldiler.
1 6. yüzyılın sonunda ilk gazetelerin ortaya çıkmasıyla birlikte
medya, özellikle haber yapma ve eleştiride bulunma konusunda
dikkatli olmak zorundaydı. Bu nedenle basılı dil, genellikle gerçek
konuşma dilini kullanmıyor, uzlaşmaya dayalı saygılı bir dil kulla­
nıyordu. Matbu söz defalarca yanlış yönlendirmeler de yapmıştır.
1 9. yüzyılın ikinci yarısında ABD'de, 'Manifest Destiny' (Pasifik kı­
yısı ve ötesine doğru açılmasının ABD'nin kaderi ve görevi olduğu
doktrini), Yerli Amerikalıları katliamdan geçirmek ve anavatanla­
rına el koymak için ortaya atılmış bir gazetecilik provokasyonuy­
du. Yüzyıl sonra, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından ortaya çıkan
sömürgecilik karşıtı hareketler, eğer Batı İttifakı'na karşı savaşıyor­
larsa çoğunlukla 'gerilla grupları' veya 'komünist asiler' veya eğer
Doğu Bloku'na karşılarsa, o zaman da 'kapitalist asiler', 'faşistler',
'haydutlar' vb. olarak adlandırıldılar. Doğu Almanya'nın antifasc­
histische Schutzmauer ya da "anti-faşist savunma duvarı" gerçekte
içinde milyonları hapis tutan bir zindandı. Soğuk Savaş'tan sonra
bile propaganda retoriği sürüp gitmiştir.
Propaganda çok ince ve kurnaz yollardan yapılır. 1 99 8 yılında
Johannesburg radyosunun yaptığı bir mülakatta, beyaz röportajcı
"siz Afrikalı Amerikalılar" ifadesini kullanırken röportaj yaptı­
ğı Kuzey Amerikalı şahıs "siz beyazlar" biçiminde karşılık veri­
yordu. Bu durum, daha önceki dilsel hakaretlerin ironik biçimde
tersine döndürülmesiydi. (Güney Afrika, bugün beyaz gazetelerin
"apartheid sonrası" olarak nitelendirdikleri, siyah gazetelerin ise
"özgürlük sonrası" olarak nitelendirdikleri bir dönemi yaşamakta­
dır. ) Benzer dilsel ifadeler, radyoaktif kirlilik, biyolojik istila, aşırı
karbondioksit emisyonları, yağmur ormanlarının kontrolsüz bir
şekilde açılması, ozon tabakasının giderek incelmesi gibi çokuluslu
şirket aşırılıklarını maskelemek için çoğunlukla en yüksek derece­
de kullanılır. Sırf şirketin çıkarları için bu maskeleme yapıldığında,
bazıları, 'mutabakat imali'nin -yani, medyanın yanlış bilgi vermek
için dili kötüye kullanması ve ayrıcalıklı bir azınlık adına oluş­
turduğu bir gerçeklik- anlık küresel iletişime dayalı çağımızda de-
1 96 DİLİN TARiHi

mokratik sistemlere, genel olarak insanlığa ve bütün doğaya ciddi


zararlar verebileceğine inanır.21
Yapılan dilsel temizlikler dehşet vericidir. Adolf Hitler'in End­
lösung'u veya 'Nihai Çözüm'ü Avrupa Yahudilerinin topluca yok
edilmesi için verilen tüyler ürpertici emrin üstünü örter. ABD'nin
Vietnam savaşında, 'birini dışarı çıkarmak' ve 'temizlemek' ifa­
deleri aslında 'öldürmek' ve 'katletmek' ifadelerinin yerine kulla­
nılmıştır. Soğuk Savaş'tan sonra 20. yüzyılın sonlarında bile, Pen­
tagon hala bombalar için " dikey olarak kullanılan anti-personel
düzenekler" ifadesini kullanıyordu. İnsan ölümleri 'ceset sayısıdır. '
İnsanların insanlık dışı eylemlere girişmelerini sağladığından çoğu
insan, dilsel arındırmanın gerekli olduğuna inanmaktadır. Benzer
bir hadise de, askerlerin, potansiyel kurbanlarının normal insan­
lardan farklı ve bu yüzden de öldürülebilir olduğuna ikna olmak
için düşmanlarını önemsiz kolektif varlıklar konumuna indirmele­
ridir. Antik Yunanlar için düşman Persler yalnızca barbaroi, yani
'kekeleyenler' idi. Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nda, ya 'redcoats'
(kırmızı ceketliler, İngiliz askerleri) ya da 'Yankees' (Kuzey Ame­
rikalı) ile savaşılırdı; Amerikan İç Savaşı'nda ya 'Johnny Rebs'
(Asi Johnny'ler) ya da yine 'Yankees' ile savaşılırdı; Sudan'da,
'Fuzzy-wuzzies' (kıvırcıklar) ile; Birinci Dünya Savaşı'nda 'Huns'
(Hunlar) ile; İkinci Dünya Savaşı'nda 'Heinies', 'Jerries' (Alman
askeri), 'Krauts' (Alman), 'Fritz' (Alman) veya 'Japs' (Japonlar) ve
Vietnam'da 'Charley' ile savaşılırdı.
Subaylar, bu tür kullanımları teşvik edecek şekilde yetiştiriliyor­
lardı. Kimi zaman ilkeli devlet adamları buna tepki göstermişlerdi.
İkinci Dünya Savaşı'nda General Eisenhower'in Londra'daki ka­
rargahında, İngiliz Başbakan Winston Churchill Amerikalı alba­
yın bir çatışmadan sonra "Kaç tane ICP var ? " sorusunu duyunca,
"ICP nedir? " diye sordu ve "Yaralanmış Muharip Personel" ce­
vabını verdi albay. Churchill "Bir daha o çirkin sözcüğü duymak
istemiyorum" diyerek albayı azarladı. "İngiliz askerlerinden bah­
sederken, 'yaralı askerler' diyeceksin" dedi.
Resmi dünyanın aklı ve gönlü karartan yapmacık dili de her
ulusun yazılı metinlerinde görülen yaygın bir hastalıktır. En geniş
TOPLUM VE DiL 1 97

anlamıyla 'resmiyet dili' bütün eski Mısır ve Maya yazıtlarını kir­


letmiştir. Bunlar genellikle, ihtişam peşindeki merkezi iktidarların
kendileri hakkında verdiği ağdalı mesajlarla doludur. Bugün de
suiistimale sıkça rastlanmaktadır. İngilizcede, sayısız meslek ismi
anlaşılmaz bir şekilde neredeyse yeniden dirilme yaşamıştır: under­
taker veya mortician (cenaze levazımatçısı) bugün funeral director
daha sonra bereavement care expert haline gelmiştir; caretaker
(İngilizlerde) veya janitor (İskoçya, Kanada ve ABD'de) (kapıcı),
şimdi 'sanitary engineer' adıyla anılmaktadır. Daha da olumsuzu,
mükemmel biçimde anlaşılır kavramlar giderek kayboluyor, onla­
rın yerini nahoş ya da siyaseten doğru olmayan gerçekleri gizleyen
daha muğlak ifadeler alıyor. Metinler çoğunlukla sağduyuya aykırı
biçimde yazılıyor; bazen yazar da zaten bu amacı taşıyor.
Böylesi dil suiistimallerine karşı koymak amacıyla, İngiltere'de
1 979 yılında kurumları halkla iletişimde sade İngilizce kullanma­
ları konusunda ikna etmek için Sade İngilizce Kampanyası başla­
tıldı. Kötü üsluba, muğlaklığa ve anlamı karartan ifadelere karşı
çıkan bu hareketin liderleri, muğlak resmi dil, hukuk dili ve küçük
puntolu .evraklar, yani dilin örtük biçimde yanıltıcı kullanımları
yüzünden sıkıntı çekenlere yardım ettiler. Uluslararası yankılar ge­
tiren bu kampanyanın çalışmaları, "Birleşik Krallık'ta kamuyu bil­
gilendirme dilini ve süreçlerini dönüştürdü. " Oxford Companion
to the English Language'in editörü bir süre önce şöyle demiştir:
"İngiliz dilinin tarihinde Sade İngilizce Kampanyası kadar güçlü,
tabana dayalı bir hareket hiçbir zaman olmamıştır. " Sade İngilizce
ile yeniden yazmaya bir örnek verelim: " Yüksek kaliteli öğrenme
ortamları, süregelen öğrenme sürecinin kolaylaştırılması ve geliş­
tirilmesi için gerekli önkoşuldur" cümlesi, "Çocukların iyi eğitim
görmesi için, doğru dürüst okullara ihtiyaç vardır" halini almıştır.

İşaret Dili

Dünyanın bilinen bütün yaşayan dillerinde konuşma ile jestle­


rin bir arada kullanılması, 'işaret'lerin şu ya da bu şekilde insanlar
arası iletişimin bir parçası olduğunu göstermektedir. Bazıları, ilkel
1 98 DİLİN TARiHi

işaretlerin ilk insanlarda sözlü dilin gelişimine katkıda bulundu­


ğuna inanmaktadır. Fakat dar anlamıyla 'işaret dili', çok büyük
mesafelerde mesaj iletmek için doğal, mekanik veya elektronik yol­
lardan oluşturulmuş sembollerden ve ortak bir dilin olmadığı yer­
de insanlar arasında veya fiziksel olarak konuşma ve/veya işitme
engelli bireyler arasında el işaretlerinden ve/veya pandomimden
oluşturulmuş bir sistem olarak kendi başına da var olabilir. Gös­
tergebilim, işaretlerin ve sembollerin genel felsefi teorisidir, özellik­
le hem yapay dillerde hem de doğal dillerde işaret ve sembollerin
işlevlerini inceler.
İnsanlar her zaman, mesajlarını iletmek için birtakım işaret dili
biçimlerini kullanmışlardır: duman, davullar, deniz hayvanı ka­
buğundan yapılmış nefesli çalgılar, oklar, borazanlar, borular ve
diğer araçlar. 22 Antik Yunanlar, cilalı bronz plakalarla güneş ışığı­
nı yansıtarak denizdeki gemilere işaret verebiliyorlardı. Romalılar
savaşta işaret vermek için borazanları ve bayrakları kullanıyorlar­
dı. Çinliler, renklerle kodlanmış havai fişekler ve ateşlenmiş barut
kullanıyorlardı. Kuzey Amerikalılar, çoğunlukla ilkel Mors işaret­
lerine benzer şekilde, geniş vadilerin üzerinden bir dizi duman çı­
karma yoluyla birbirlerine özel işaretler gönderiyorlardı. Bayrak
işaretleri, binlerce yıl boyunca ticaret gemileri ve donanmalar tara­
fından kullanılmıştır. 1 9. yüzyılda demiryollarının ortaya çıkışıyla
birlikte, 'freni indir', 'dur', 'geri' ve benzeri anlamları gösteren ge­
nel bir işaret sistemi oluşturulmuştur. Telgrafçılık sistemi ile bir­
likte, aynı zamanda fiziksel işaret vermenin çeşitli araçları olarak
da kullanılabilen gelişkin dil işaretleri ortaya çıktı. Örneğin Mors
işaretleri, el bayrakları, güneş parıldaması ya da geceleri meşaleler,
fenerler ya da diğer ışıklar aracılığıyla kullanılır; eğer fiziksel im­
kanlar varsa, ıslık, borazan, davul ve diğer nesneler kullanılarak
Mors koduyla iletişim sağlanabilir.
Sözlü dil, ayrıca önceden düzenlenmiş jestler aracılığıyla da ile­
tilir. Manastır işaret dili, Ortaçağ'dan beri Avrupa'nın manastır­
larında sessizlik yeminini bozmadan iletişim kurulmasına olanak
sağlayan ikinci bir dil olarak kullanılmaktadır. Manastır işaret di­
lini 'anadil' olarak konuşan hiç kimse yoktur. Karşılıklı olarak bir-
TOPLUM VE DiL 1 99

birlerini anlayan dil gruplarının konuşanları tarafından paylaşılan


Ova Yerlileri işaret dili, gramere dayanan gelişkin bir sözdizim içe­
risinde doğal nesneleri, kavramları, duyguları ve duyumları açık­
layabilen ele dayalı gelişkin bir dildir. Bu dil, İspanyolların Büyük
Ovalar'ın güneyine atları getirmesinden ve Fransızların doğudan
aldıkları silahları her yere yaymalarından sonra Kuzey Amerika' da
keşfedildi. Ayrıntılı diyalog kurulabilen Ova işaret dili, yalnızca
Yerli Amerikan toplumları arasında değil, aynı zamanda Avrupa­
lılarla da ticarete, avcılığa ve toplumsal bilgi alışverişine olanak
sağladı. Ova işaret dili bazı topluluklar tarafından, efsanelerde,
ibadetlerde, ayinlerde ve hikaye anlatımında hala kullanılır; Yer­
li Amerikalılar akıcı bir İngilizce konuştuklarından dolayı bu dil,
artık topluluklar arasında kullanılmamaktadır. Ova Yerlileri işaret
dili bir sağır işaret dili değildir ve yalnızca ikinci bir dil olarak
kalmıştır.
İşaretlerle iletişim kuran sağırlar için işaret dili birinci dildir.
Katalancadan Çinceye, Moğolcadan Maya diline kadar l OO'den
fazla bağımsız doğal dili aktaran sağır işaret dili, bugün dünyada
kullanılan en yaygın işaret dili grubudur. Gerçekten de, işaret dili
öncelikle sağır kültürüyle ilgilidir. Bu alanda on milyonlarca kulla­
nıcıyla ilişkili önemli miktarda araştırma ve diğer pek çok etkinlik
söz konusudur.
1 770 yılında Paris'te dünyanın ilk sağır-dilsiz okulunu kuran
Abbe de l'Epee kendi çalışmalarında kullanmak üzere tek el için
bir alfabe icat etti. Daha sonra iki el için alfabe geliştirildi, bugün
genellikle sağır işaretlerinde bu yöntem kullanılmaktadır. Ova Yer­
lileri işaret dilini ve Fransız örneğini taklit eden Kuzey Amerikalı
uzmanlar, dünyanın mevcut durumdaki çoğu sağır işaret dillerinin
türetildiği, iki tür el jesti dili geliştirdiler: birincisi, sözlü dile daya­
nan Ova insanlarının sistemine, işaret nesnelerine, kavramlarına
vb. benzeyen doğal işaretler; ikincisi, yazılı dile dayanan alfabenin
sözcüklerini ya da harflerini temsil eden sistematik işaretler. Bugün
dünyada işaret dilini kullananların en geniş kesimi, Amerikan İşa­
ret Dili, Ameslan'ı kullananlardır. Bu dil aynı zamanda hayvanlar­
la iletişim geliştirmek için de kullanılır (bkz. 1 . Bölüm).
200 DİLİN TARİHİ

Tehlikedeki Diller ve Dilin Yok Oluşu

Diller, o dilleri konuşan halklardan daha fazla yok olurlar.


Gerçekten, Avrupa'da geçmiş 50.000 yıllık insan tarihi, genler­
deki değişimlere değil, esas olarak dillerin değişimlerine tanıklık
etmiştir. Ders kitaplarında genellikle günümüze kadar gelen dil
sayısının 5000 civarında olduğu söylense de, bunlardan muhte­
melen 4000'i bugün hala konuşulmaktadır ve bu sayı da gide­
rek azalmaktadır. 22. yüzyılın başında l OOO'den az sayıda dilin
konuşuluyor olacağı tahmin edilmektedir. Toplumsal bütünleşme
ve etnik tasfiye insanlık tarihinde hiçbir zaman bugünkü kadar
etkili olmamıştır. 2 3 Diller ekonomik, kültürel, politik, dini ve di­
ğer nedenlerle her zaman kaybolmuştur. Bir dilin kaybolması için
mutlaka azınlık dili olması gerekmez: Avrupa çoğunluk dillerinin
çoğunun yerini, doğudan çeşitli dalgalarla göç eden azınlıkların
dilleri aldı. Dillerin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalması,
bugün insanlığın en büyük kültürel meselelerinden biridir ve mu­
azzam bilimsel ve insani sorunlar çıkarmaktadır. 24
Kuraklık, savaş, deprem, volkanik patlama, heyelan, tsunami,
sel gibi bir felaket yüzünden bir dilin yok olmasına sanıldığının
aksine son derece ender rastlanır. İnsanlığın daha eski çağlarında
öldürme, hastalık ve yasaklama dil kaybının daha sık görülen bir
sebebi olabilir; daha yakın tarihte ise dil kaybı genellikle bir dilin
yerine bir başkasının geçmesi şeklinde karşımıza çıkar ve çoğun­
lukla 'gönüllü' değişimden kaynaklanır - tabii ki 'isteksizce bir
gönüllülüktür' söz konusu olan. Pre-Hint-Avrupa Aquitaine dili­
nin yerine Keltlerin Galya dilinin kullanılmaya başlanılması buna
bir örnektir. Daha sonra aynı şekilde Galya dili de Romalıların
Latincesine bu şekilde yerini bırakmıştır. Britanya'nın Britonik
Keltlerinin çoğu benzer biçimde, azınlık işgalcilerin Latin dilini
kabul etmişlerdir, fakat daha sonra, yeni gelen azınlık işgalcilerin
Germen dilini kabul etmişlerdir. Elbe ve Oder nehirleri arasında
yaşayan Batı Slavların dili olan Polabia dili 8 00 yıllık yakın bir
ilişkiden sonra M.S. 1 750 yılında Alman dili ve kültürü tarafın­
dan asimile edilmiştir. Fakat Berlin'in güneydoğusundaki yukarı
TOPLUM VE DİL 201

ve Orta Spree Nehri'nin Batı Slavları Sorblar (Vendler), tesadüfi


koşulların bir sonucu olarak kendi dil ve kültürlerini günümüze
kadar korumayı başarmışlardır. 500 yıllık sömürgecilikten sonra,
Latin Amerika'nın neredeyse tümü şimdi İspanyolca konuşmakta­
dır. Artık dünyanın son sığınağı olmaktan çıkan Küçük Paskalya
Adası da, atadan kalma Polinezya dillerini gelir kazanma kaygı­
sıyla değiştirerek İspanyolcaya boyun eğmiştir. Bütün dünyada
'üstün' yabancı güçle ilişki kurulduğunda, ebeveynler çocukla­
rının güvenlik ve iyiliklerini düşünerek onları uyum sağlamaya
zorlamaktadır. İki-dilliliği teşvik ederek ya da hoşgörerek dillerini
başka bir dil ile değiştirenler genellikle ebeveynlerdir. Çocuklar
daha sonra bu yeni dilde tek-dilli hale gelirler.
Dil değiştirmenin kısa vadeli kazanımlarına rağmen, gönüllü
olarak dillerini terk edenler her zaman etnik kimlik kaybı yaşar­
lar, (aşağılık duygularıyla birlikte) sömürgeci ya da metropol güç
tarafından yenilgiye uğratıldıklarını ve kutsal atalarına karşı acı
verici bir şekilde ihanet ettiklerini hissederler. Bu aynı zamanda
geleneklerin, göreneklerin ve davranış kalıplarının yanı sıra sözlü
tarihlerin, efsanelerin, dinlerin ve teknik terimlerin de yok oluşu
anlamına gelmektedir. Eski toplum tümden çöker ve yeni dil ço­
ğunlukla boşluğu dolduramaz, yeni bir kimlik, 'değer verecek bir
şey' arayışındaki kayıp nesiller ortaya çıkar.
Bir dilin yerine başka bir dil koymanın bir alternatifi, sürek­
li çift-dilliliktir. Yani, bir halk bir yandan Uluslararası Standart
İngilizce ve İspanyolca gibi bir egemen dili yabancılarla iletişim
kurmak için kullanırken, öte yandan kendi içinde yerli dilini kul­
lanabilir. Böylesi bir çözüm, konuşan sayısı fazla olan toplumlar
arasında gayet iyi işler. Nüfusu daha küçük toplumlarda ise, met­
ropol dili her zaman baskın çıkıp yerli dilin yerini alır. Gerçek
azınlık dilleri, yani koşullara bağlı olarak, yaklaşık 20.000 ya da
daha az sayıda kişi tarafından konuşulan diller, ancak tam bir
yalıtımla varlıklarını sürdürebilir. Bunun dışındaki her koşul o dil
açısından mutlak yok oluş anlamına gelir.
Tarihte eşi görülmemiş bir hızla yalnızca diller kaybolmuyor.
Lehçeler de kayboluyor. Radyo ve televizyonda rastlanan bütün
202 DİLİN TARİHİ

yerel lehçeler, zamanla hükümetlerin veya büyük yayın kuruluş­


larının medyada kullanılması için seçtikleri lehçeye yenik düşü­
yorlar (bu ikincisi, genellikle yönetici sınıfın kendi lehçesidir) .
Yağmur ormanlarının yok olmasına benzer bir şekilde dillerdeki
çeşitlilik de yok oluyor. Ayrıca eğitim, 1 9 . yüzyılın başlarından
beri bir ulusun en itibarlı dilinde ve o dilin en itibarlı lehçesinde
verilmektedir. Bu, konuşmada büyük bir tekbiçimliliğe yol açmış­
tır, çoğunlukla 'kuralcı' biçimler kabul ettirilmiştir.
Tehlikedeki dilleri kurtarmak için yapılan birçok girişim so­
nuçsuz kalmaktadır. Zaman zaman, kültürel açıdan tükenmiş bir
dünyaya yol açmamak için, hayvanlar ve çiçeklerle ilgili çeşitli­
lik gibi insanların dil çeşitliliğinin de korunmasının gerekli oldu­
ğu ileri sürülmektedir. 25 Ne var ki her kültür uyum sağlamak ve
yaşamak için değişir; bu bir yok oluş değil, sosyal bir evrimdir.
Yabancı dilbilimciler, tehlikedeki dilleri kurtarma konusunda, bu
dilleri konuşan yerli topluluklardan daha büyük bir istek taşırlar.
Tabii ki tehlikedeki diller, bilimsel amaçlar için eldeki bütün kay­
naklar kullanılarak vakit geçirilmeksizin formel betimlemelerle
belgelenmelidir. Fakat kurtarılamamaktadırlar.
Ölen bir dil 'diriltilemez. ' Dillerin içinde bir Lazarus yoktur.
İbranicenin modern dönemde diriltildiği iddiası sık sık dile geti­
rilir. Oysa İbranice hiçbir zaman ölmemiştir. Dinsel ve etnik ne­
denlerle konuşanları arasında bir prestij dili olan İbranice, Ya­
hudilerin ibadetlerinde yazı ve müzik diliydi, dolayısıyla bu dil
daima işitilip konuşulmuştur. Daha sonra, 1 94 8 yılında Yahudi
devletinin kurulmasıyla birlikte ortaya çıkan politik gereksinim­
ler, İbranicenin ikinci dil konumundaki ritüel dili olmaktan çıkıp
etkin birinci dil konumuna yükselmesini sağlamıştır. Manca ve
Cornwall dilinde (Kernevekçe) olduğu gibi modern dil diriltme gi­
rişimleri, daima küçük grupların çabası olarak kalmış, geniş çaplı
dilsel bir etki yaratmamıştır: Bunların yerini alan diller birinci dil
olarak konumlarını korur. Çoğu dilbilimci, dillerin kitlesel yok
oluşunun kaçınılmaz bir son olduğunu ve bunun insanlığın yeni
küresel toplum için ödediği bir bedel olduğunu kabul etmektedir.
TOPLUM VE DİL 203

Sözlü Mizah

Pek çok mizah türü arasında -pandomim, jest, durumsal, mü­


zikal, ilüstrasyon, çizgi, sembolik, vb.- sözlü mizah açık farkla en
genel olanıdır ve toplumun aynı derecede temel bir unsurudur. Bü­
tün toplumlar sözlü mizahı kullanırlar. Bu, komiklikten yüceltme­
ye, pek çok düzeyde dille oynamayı içerir. Gülünç veya saçma bir
şekilde uygunsuzluk hissetmeye dayanır. Dilsel manipülasyon, aynı
anda farklı düzeyler arasındaki etkileşimle, ani veya beklenmedik
bir tarzda etkilemek, en azından başlangıçta şaşırtmak ve keyif
vermek için zıtları bir araya getirir. 26
Hiciv, ironi ve parodi gibi daha gelişkin sözlü mizah biçimleri­
nin her zaman var olduğu varsayılabilir. Ne var ki antik çağlardan
günümüze ulaşan mizahın büyük kısmının cinsellikle ilgili olduğu
görülür - belli ki sözlü mizahın evrensel bir biçimidir bu. Buradan
yola çıkarak ilk toplumlarda rasgele cinselliğin yaşandığı söylene­
mez. Aksine bu tam tersini ifade eder. Sözlü mizah, toplum içinde
genel olarak bastırılanı açığa vurur ve eski toplumların çoğu, ço­
ğunlukla boğucu konuşma ve ilişki kurallarıyla küçük sıkı toplu­
luklar içinde sıkı terbiye sağladığı için, müstehcen ya da açık saçık
hikayeler bile 'toplumsal lavman' misali memnuniyetle karşılanır­
dı.2 7 Mizah gizli olanı açığa vurmada ve ifade edilemez olanı -ani
bir kahkahaya yol açan ani bir yan yana koymanın getirdiği şok­
ifade etmede yatar. Ancak mizahla ifade edildiğinde göze alınabi­
len iğneleyici toplumsal eleştiriden keyif alınır.
Mizah, Herodotos'un ifadeleriyle "pek çok harikalara sahip
olan ülke" Eski Mısır'da, şüphesiz ki günlük yaşamı ilginçleştiri­
yordu. Erken dönemlerden bir katip, "Bir çocuğun kulakları sır­
tındadır" diye yazmıştı, " Çünkü çocuk ancak dövüldüğü zaman,
en iyi şekilde dinler. " Nil Nehri üzerindeki bir aşık sevgilisine şöyle
yazmıştı (serbest tercüme olarak): "Onu öptüğümde ve onun du­
dakları açık olduğunda, ben içmeden sarhoş olurum. "
Avrupa'nın bilinen en erken sözlü mizah örneği, Odysseus'un
Tepegöz Polyphemos'a adının "Hiç kimse" olduğunu söylediği
Homeros hikayesidir. Diğer Tepegözler Polyphemos'un acıyla inle-
204 DİLİN TARİHİ

diğini duyunca yardımına koşarak kendisine kimin zarar verdiğini


sorarlar, Polyphemos "Hiç kimse" diye bağırarak cevap verir. Bu­
nun üzerine onlar da gider.
Romalı şair Martialis, M.S. 79 yılında Vezüv Dağı'nın patla­
ması sonucunda Pompeii'nin lavlar altında kalmasıyla ilgili ola­
rak şunları yazmıştır: "Bu tanrılar için bile çok aşırı bir şeydi. "
Pompeii'den gün yüzüne çıkarılmış duvar yazıları arasında ş u yazı
bulunmuştur: "Eğer yarın düşüp ölürsen, benim umurumda ola­
cağını düşünüyor musun? " Romalı bir koca, pahalı kremler satın
alan karısına hitaben şunları yazmıştır: "Sen biriktirilmiş yüzlerce
küçük kavanozun içinde yatıyorsun . . . Senin yüzün seninle uyumu­
yor! " Romalıların ardılları, 1 8 . yüzyılda Büyük Tur'da toplanan­
lar için şu cümleyi yazmıştır: "Colosseum taşınabilseydi, İngilizler
onu da çoktan götürmüştü! "
Özellikle Ortaçağ mizahın zengin olduğu bir dönemdi; uzman­
ların çoğunlukla göz ardı ettiği bir olgudur bu. M.S. yak. 1 050
yılında çoğaltılan " Cambridge Şarkıları"nın son sayfasındaki bir
parçada bir kızın sevgilisine yazdığı Latince lirik bir şiir (o zaman­
lar popüler olan bir edebi tür) bulunmaktadır:

Bana gel sevgili yôrim - Ah ile! Oh ile!


Beni gör, ne kadar da mutlu olacaksın - Ah ile! Oh ile! Ah ile! Oh
ile! . . .
Arzuyla ölüyorum - A h ile! Oh ile!
Kaç zamandır Venüs' ün ateşi için - Ah ile! Oh ile! Ah ile! Oh ile!. ..
Eğer gelir de anahtarını getirirsen - Ah ile! Oh ile!
Girişin ne kadar da kolay olacak - Ah ile! Oh ile! Ah ile! Oh ile . . .

12. yüzyılın başında Endülüs'te yazılmış İspanyolca bir şarkıda


bir kız aşığına şöyle seslenir: "Sana istediğin gibi bir sevgi verece­
ğim - tek bir şartla: halhallarımı küpelerime kadar eğebilirsen! "
Ortaçağ'ın en renkli karakterlerinden biri olan, Fransa'nın adı
bilinen ilk seküler lirik şairi, Poitou ve Aquitaine Dükü ve daha
sonra İngiltere Kraliçesi olacak Eleanor d'Aquitaine'in dedesi IX.
Guillaume d'Aquitaine ( 1071-1 127), companhos (şövalyeler ve
TOPLUM VE DiL 205

askerler) kafilesine " iki muhteşem atı olduğunu ve ikisine de bi­


nebileceğini" anlatır. Gelgelelim atlar birbirine tahammül edeme­
mektedir; onları bir ehlileştirirse, "herkesten daha iyi at binecek­
tir. " Kendisini dinleyenlere döner ve "Derdime bir çare bul un" der:
"Böylesine sıkıntılı bir seçimle ömrümde karşılaşmamıştım. Han­
gisini yanımda tutsam bilemiyorum -Agnes'i mi yoksa Ermesent'i
mi? " (sarayındaki iki soylu kadın ismi).
Paskalya Adası'ndan bilinen en eski yeniden oluşturulmuş (yak.
M.S. 1 800) Polinezya şarkısı, delikanlıların genç kızlara sevgi dolu
bir iğnelemeyle söylediği şu sözlerle sona erer:

Neden şarkı söylüyoruz ki bir deli�e sahip olmak için?


O delik ki, ti yapraklarında da vardır, üzerinde topaç çevrilir,
Orada (böylece) d üşmeyen, kıvranan, toplanan ya� murun akması
için.
Haydi, genç kızlar! Gayret edi n filizi uysallaştırmak için.

Sözlü mizah Shakespeare'in dehası tarafından ne öncesinde ne


sonrasında eşine rastlanmayan bir biçimde yüceltilmiştir. Shakes­
peare, Kral Lear adlı oyununda ( 1 606), Soytarı'nın ağzından mi­
zahın en derin amacını açıklar: Yaşamın en çirkin gerçeklerinin
etkisini azaltmak.
Lear, "Bana kaçık mı diyorsun? " diye Soytarı'yı azarlar. Soytarı
"Ee ne yapalım, öteki unvanlarının hepsini bağışladın, doğuştan
bir bu kaldı sana" yanıtını verir.
Daha sonra Lear, "Biriniz söyleyemez mi benim kim olduğu­
mu? " diye bağırır. "Lear'in gölgesi" diye cevap verir Soytarı.
Ardından Soytarı, "İnsanın aklı topuklarında olsaydı, çatlak ol­
maz mıydı ? " diye sorar. Lear, "Olurdu elbet" der. " Öyleyse, sevin
de kimseye söyleme, aklının terlik giymesi gerekmiyor. " Lear safça
güler: " Ha, ha, ha! "
Lear'in trajik sonuna yakın bir zamanda, Soytarı, Kent kontuna
tavsiyede bulunur: " Elindeki koca tekerlek yokuş aşağı yuvarlan­
maya başladı mı, koyver gitsin, yoksa boynunu kırarsın; ama yo­
kuşu çıkıyorsa tekerleğin, bırak seni de götürsün. Akıllı bir adam
206 DİLiN TARİHİ

sana daha iyi bir öğüt verirse, benimkini geri verirsin. Bu sözler bir
kaçığın olduğuna göre, bırak deliler dinlesin. "
İnsanlık tarihinde ilk defa, dilin bütün sosyal olguları aktarma,
biçimlendirme ve yansıtma açısından üstün rolü takdir edilmekte­
dir. Bu sayede sosyal, eğitsel ve siyasi sorunlarda dilin rolü üzerinde
durulmaktadır. Bu, dilin toplum içindeki kullanımını inceleyerek,
kuramı, betimlemeyi ve uygulamayı birleştiren toplumdilbilimcisi­
nin görevidir.
Toplumdilbilimcisini öncelikle ilgilendiren şey, insan etkinli­
ğindeki ihtilaf noktalarına dikkat çeken, ölen inançlara ve doğan
anlayışlara işaret eden, kabul edilebilir sınırları tanımlayan, ikti­
dardakilerin hilelerini ortaya koyan ve belki de en önemlisi, dilde
görüldüğü şekliyle insanlığın bilinç ve duyarlılığının evrimini kay­
deden dil değişikliğidir. Ortak dillerin ve yapay dillerin kullanımı,
insan toplumlarının eşit düzeyde iletişim kurma yönündeki temel
ihtiyacını gösterir. Tarih boyunca toplumlar, kendileriyle benzer şe­
kilde konuşan insanlarla özdeşleştiler, böylece tek bir dile dayanan
uluslar ortaya çıktı. Böylesi uluslar içerisindeki etnik azınlıklar da
dil aracılığıyla kendi benzersiz katkılarını sunmak için uğraş verir­
ler. Çok-etnili bölgelerde sömürge sonrasında elde edilen bağımsız­
lık, ulus kimliğini oluşturmada dilin önemini ortaya koymaktadır.
Bir önceki kuşağın kadının toplumdaki rolünü yeniden icadı,
İngiliz dilinde 'cinsiyet temizliğine' yol açtı. İnsanlık tarihi boyun­
ca, toplum dikkat çekici bir tarzda değiştiği, çok fazla yabancı
sözcük dile girdiği ya da rejim ulusçu bir program ortaya attığı
zaman, dilde tasfiye ya da sadeleştirmeler meydana gelmiştir. Pro­
paganda ve siyaseten doğruluk daima dili kirleten sosyal olgular­
dır; gerçekten her ikisi de insanlığın en utanç verici etkinliklerine
zemin hazırlamıştır. Dolayısıyla dilsel şaşırtmaları ve resmiyetin
hilelerini 'temizleme' ve 'basitleştirme' eylemleri en memnuniyet
verici gelişmelerdir.
Çeşitli biçimleriyle işaret dili, sözlü dilin işlev görmesinin fi­
ziksel açıdan imkansız olduğu zaman toplumun iletişim ihtiyacını
karşılamanın ifadesidir. Böyle bir biyolojik meseleyi, birçok top­
lum sistemli bir jest diliyle çözmeye çalışır. Bugün dünyada var
TOPLUM VE DiL 207

olan l OO'den fazla sağır işaret dili, bu dil biçiminin harika esneklik
ve yararlılığını göstermektedir. İnsan diliyle bağlantılı olan sosyal
bir olgu da dil ölümüdür. İnsan dilinin ilk ortaya çıkışından bu
yana, on binlerce dil yok olmuştur. Genel kanının aksine, çoğu
dil basit bir şekilde yeni bir şeye dönüşmüş veya yerini gönüllü
değişim süreciyle bölgeye giren yeni dile bırakmıştır; bu değişim
sürecinde yarar sağlama beklentisi önem taşımıştır. Bütün dilsel
ilişkiler birer zenginleşmedir.
Bütün bu gelişmeler, sözlü mizahın eşlik ettiği hayattaki zafer­
lerin ve trajedilerin yanı başında yaşanmıştır. Sözlü mizah, insanlı­
ğın güçlüklerle alay etmesine ve hayatın derinliklerini araştırırken
ıstırapla karşılaşıldığında gülmesine olanak sağlayan dil sanatıdır.
Dil, bütün bu yönlerden ve büyüleyici denebilecek başka birçok
açıdan, insan toplumunun nihai değeridir. İnsanın bütün yetenek­
leri içinde, bize kim olduğumuzu, ne demek istediğimizi ve nereye
gittiğimizi en fazla anlatan dildir.
Vl l l

Geleceğin İ puçları

Dünya dilleri gelecekte nasıl şekillenecek? Dilin geleceği kolay


kolay öngörülemez, çünkü dilsel olmayan pek çok faktör toplu­
mun dilini daima yeniden şekillendiriyor: ekonomik dönüşümler,
başkaldırılar, kitlesel göçler, nüfuzlu ulusların aniden ortaya çıkışı,
yeni teknolojiler, toplumsal modalar ve diğer pek çok olgu. Yine
de geçmişteki dil değişimlerine ve günümüzün dil eğilimlerine ba­
karak, en azından yakın gelecekle ilgili bazı dil senaryoları ürete­
biliriz. Ayrıca nüfuz alanlarını genişletmeye çalışan -çoğu İngiliz­
ce konuşan- devlet ve özel sektör stratejistlerinin faaliyetleri göz
önüne alınabilecek bir faktördür. Söz konusu strateji uzmanlarının
etkinlikleri, önümüzdeki on yıllarda strateji üretmeyenlerin dilleri
karşısında kendi dillerinin (İngilizcenin) egemenlik kazanması ihti­
malini güçlendirmektedir.
Yalnızca geçmişteki dil değişimleriyle ve dinamikleriyle analo­
jiler kurmanın artık mutlak bir geçerliliği yoktur. Batı ülkeleri ile
dünyanın geri kalanı arasındaki tüm geleneksel siyasi, kültürel ve
ekonomik güç ilişkileri bugüne kadar görülmemiş bir dönüşüm
süreci geçirmektedir. Bu, şu anda, belki de yeni bir dünya düzeni
210 DİLİN TARİHİ

oluşturacak kalıcı küresel bir özellik gibi görünüyor. Söz konusu


dünya düzeninin gelecekteki yapısı ve niteliği hala büyük ölçüde
belirsizdir. Fakat büyük bir ihtimalle, bu düzende daha büyük
uluslar, daha büyük şirketler ve daha büyük, yani daha az sayıda
dil bulunacaktır.
Geçmişte olduğu gibi yalnızca basit değişim ve yok oluş (yerini
başka bir dile bırakma) değil, aynı zamanda toplumda dilin etki
alanının şimdiye kadar görülmemiş bir derecede genişlemesi de şu
anda dil tarihini belirliyor. Bugün, 'dil' kelimesinin anlamı yeniden
icat edilmektedir. Programlama (bilgisayar) dilleri gibi yeni tekno­
lojiler, insan dilinin yenilikçi bir tarzda gelişmesini, yeni bir dil orta­
mının kendi kendisiyle yapay bir şekilde iletişim kurmasını sağlıyor.
Dünyanın yaşayan dilleri aşina olduğumuz şekillerde değişmeye
devam edecektir, ama dilin geleneksel bir boyutu sonsuza kadar
değişmiştir. Tarih boyunca dil, belli bir coğrafya -kara parçası­
anlamına gelmişti. Bugün, bu dil haritası tamamen anlamsızlaşı­
yor. Dil esas olarak teknoloji ve zenginlik, yeni sınırsız bir dünya
demektir. Bu dünyada zenginleri fakirlerden ayıran yalnızca aşağı
ve yukarı doğrultularıdır. Belki de kısa bir süre sonra gezegenin tek
'iş dünyası dili'ni -belki de nihai olarak İngilizce- yeterli düzeyde
bilmek, her bireyin yeryüzündeki ve belki de ötesindeki yerini ta­
nımlayacaktır.

Programlama Dilleri

Bilgisayarlar, belirli sorunlara çözüm getirmek amacıyla değer­


lerin, özelliklerin ve yöntemlerin betimlemeleri üzerinde işlem ya­
pılmasını hızlandırır ve kolaylaştırır. Bir programlama sürecinin
sonunda, metin işleme, işletim sistemleri, veri tabanları ve diğer
bilgisayar etkinlikleri için kullanılan bir program meydana gelir.
Programlama (bilgisayar) dili, programlama işlemlerine olanak
sağlayan özgül araçtır. Sayısal olarak ifade edilebilen betimlemeleri
yazmak için bu dil kullanılır. 1 Bir programlama dili, aynı zamanda
dil araştırması, derleme çalışması, eğitim ve başka amaçlar için de
kullanılabilir.
GELECEGIN I PUÇLARI 211

Programlama ( bilgisayar) dilinin esasını a z ve ö z sözcükle gös­


termek için birbiriyle çelişen birçok tanım yapılmıştır. Evet, bu bir
dildir, çünkü 'bir bilgi alışverişi ortamıdır'. Fakat bu dil, insanlığın
bilinen tüm dil biçimlerinden bütünüyle farklıdır. Belki de doğal
dili birçok tür ve biçimdeki yazıyla (alfabe vb) temsil eden yazılı
dili hariç tutmak gerekir. 2 Bazı uzmanlara göre, bir programlama
dili yalnızca, programcıya yardımcı olan bir araçtır. Başka uzman­
lara göre ise, hem makine hem de insan tarafından okunabilir bir
ortamda ölçümlemeyi betimlemeye yönelik bir işaret sistemidir.
Bazıları, bunların hem insanlar hem de bilgisayarlar tarafından
anlaşılabilmesi için, programlama dilinin işlem yolunu (herhangi
bir bilişimsel sorunu çözmek için prosedür kuralı) biçimsel olarak
açıklayan bir işaret sistemi olduğunu düşünüyorlar. Bazıları ise,
programlama dilini makineye birbiri ardına verilen komutlar dizisi
olarak görmektedir.
Bütün dillerin amacı iletişimdir ve dolayısıyla programlama di­
linin temel hedefi harfi harfine işlem yapan makinelerle iletişim
kurmaktır. 3 Esasen programlama dili, belli istisnalarla birlikte, öl­
çümlemeyi tanımlayan ve sorunlara çözümler üreten bir mekaniz­
madır. Her şeyden önce, programlama dili makine tarafından oku­
nabilir olmalıdır; yani, bir bilgisayar verileri, sorunları ve komut­
ları kendi diline çevirebilmelidir. Ayrıca programlama dili insanlar
tarafından da okunabilir olmalıdır; yani, bir kişi çözüm tanımını
okuyup anlayabilmelidir.4
Her programlama dili, işlem yolu tanımlaması ve tasarısı, veri
yapıları ve program yönetimi konusunda farklı perspektifler ve
özellikler gösterir. Doğal bir insan dili gibi, her programlama dili
de kendine özgü benzersiz özelliklere sahiptir. Bu, onun, belirli bi­
lişimsel göreve uygunluğunu belirler.5 Bilgisayar dili programlama
teorisine göre, bir programlama dilinin başlıca üç yönü vardır:

Sözdizim: Programlama dili, sembolleri ve onların uygun ('kurallı')


kombinasyonlarını belirler.
Semantik Bunlar, programlama dilinin yapılarını niteleyen anlam
progra m layıcılardır.
21 2 DİLİN TARİHİ

Dil modeli. Bu, programın do�al etki alanı, felsefesi ya da paradig­


masıdır (yani, belirli bir sorunu çözmek için ölçümlemeye yaklaşım yön­
temleridir).

Günümüzde problem-çözme amaçlı kullanılan çok çeşitli dil


modelleri ya da yaklaşımları vardır. En önemlileri arasında şunlar
yer alır (aşağıdakiler mevcut olanlar arasından seçilmiş yalnızca
birkaç bir tanesidir): 6

Komut dili, başlangıçtaki veri dizisine işlem yolunu uygular. Burada,


programlar temel komut dizileridir, genellikle görevlerdir; bunlar, sıraya
koyma, şartlılar ve çevrimler gibi komutları yöneten birleşik kontrol yapı­
larını kullanırlar. Fortran, Pascal, C ve Assembly Code (çevirici kod) bu
tip ya pılara örnek verilebilir.
Nesneye-Yönelik dil, nesneler i le iletişim kurmanın derlemeleri olan
programlara sahiptir. C++, Java, Eiffel, Simula ve Smalltalk - 80 bunlara
örnek verilebilir.
Mantık dili, tümdengelimli adımları sıralar, başlangıçtaki veri dizisin­
deki belirli bir ilişkide bulunan çözüm ü sa�lar. Mantık dili, Prolog dilinde
oldu�u gibi genellikle ön biçimleme mantı�ı olan belirli bir mantıktan elde
edilen açıklamaların derlemeleri olan programlardan oluşur. Denklem­
sel-mantık dilleri, OBJ, Mercury ve Equational' dır.
Fonksiyonel dil, başlangıçtaki bir veri dizisine ( matematiksel) fonksi­
yonları uygular. M L, Haskell, FP ve Gofer bunlara örnektir.
Paralel ya da eşzamanh dil, ba�lantılı ya da karşılıklı işleyen süreçle­
rin derlemeleri olan programlardan oluşur. Ada, Modula-2, ve C* bun­
lara birer örnektir.
Bildirimsel dil, olayların derlemelerinden oluşan programları kapsar.
Birkaç mantıksal ve fonksiyonel dil bu sınıfla ndırma içerisinde yer alır.
Script dilleri, yukarıda anılan modellerin tümünü kabul eder fakat ge­
nellikle daha geniş bir destek paketi olarak kullanılır.

Eğer programlama dilleri tümden uygun bir şekilde doğal insan


dilleriyle birleştirilmezlerse, yukarıda anılan ve diğer yaklaşım­
lardan bir ya da birkaç tanesini benimsemekle, genel olarak gele­
neksel 'dil aileleri'ne benzemeye başlar -söz konusu diller 'kollara
GELECEGIN IPUÇLARI 213

ayrılıyorlar,' yani programlama dillerinin yeni 'dil ailelerini' oluş­


turuyorlar. Fakat programlama dillerindeki temel farklılıklar, bu
dillerin biyolojik ve sesli olmamasında (şimdiye kadar) yatmakta­
dır ve söz konusu diller herhangi bir coğrafi bölgeye ait değildir. Bu
diller yalnızca sanal gerçeklikte var olan sistem içi klavye işlemidir.
Ne var ki bu durumun da artık değişmeye başladığı görülüyor.
Raytheon Sistemleri ve Dallas'taki Teksas Üniversitesi araştırmacı­
ları, son zamanlarda, yakın gelecekte geliştirilmek üzere yapay bir
sinir ağı kurmak için elektronik bir sinir düğmesi geliştirdiler. Söz
konusu yapay sinir ağı, insan beyni ve onun iletişim ağını taklit
edecek, çeşitli algılayıcılardan bilgi alabilen ve bağımsız kararlara
varabilen özerk bir robotun yaratılmasını sağlayacak. Nihayetin­
de, robotlar ile insanlar arasında ve robotlar ile robotlar ve bilgisa­
yar sistemleri arasında 'konuşma' bile mümkün olabilecek.
Dünyanın dört bir tarafında, bilgisayarlar insan-hayvan iletişi­
mine son derece benzeyen geniş bir yelpazede programlama dille­
rini kullanarak kendi aralarında zaten 'iletişim kuruyorlar'. Fakat
bu kez insan tarafından yüklense de insan rehberliği zorunlu olma­
yan bir 'iletişim' söz konusu. 'Dil', en geniş anlamıyla, insana ait
bir alan olmaktan hızla çıkmakta ve aynı zamanda yapay elektro­
nik ağın aracı haline gelmektedir. Hiç kimse şu anda bu gelişmenin
sonunun nereye varacağını söyleyemez.

İnternet, E-Posta ve Haber Grupları

İnternetin en çok kullanılan kaynaklarından biri dil öğretimi


ve öğrenimidir. 7 Okullara, devletlere, işletmelere ve bireylere fay­
da sağlayan bu kullanım sayesinde, yalnızca yaşayan diller değil,
aynı zamanda başta Latince olmak üzere ölü diller de şimdiye dek
görülmemiş ölçüde korunup yaygınlaşmaktadır. Dünyanın dört
bir tarafında eğitimciler, internetin dilsel kaynaklarının kişisel ders
planlarıyla birleştirilmesiyle dil eğitiminde daha verimli sonuçlar
elde edildiğini gördüler. Dolayısıyla İnternet bir amaç değil, amaca,
yani en nitelikli dil eğitimine yönelik çok yararlı bir araçtır. Fakat
İnternet yüz yüze dilsel etkileşimlerin yerini alamaz.8
214 DİLİN TARİHi

1 989-1990 yıllarında Finlandiya, İngiltere, ABD, Avusturya,


Kanada, Batı ve Doğu Almanya, İsveç, Japonya ve İzlanda'da
orta öğrenim öğrencileri üzerinde yapılan bir araştırma, çevrimiçi
e-posta iletişiminin, konuşma diline özgü sözcükleri ve kısaltılmış
konuşmayı -yani büyük bir ifade tasarrufu- içeren, teklifsiz dilin
kullanıldığı sözlü iletişime benzediğini ortaya koymuştur.9 Çevri­
miçi iletişimde, sözlü olmayan bütün iletişim öğelerinin (jestlerin)
yerini metindeki görsel işaretler alır. Çevrimdışı yazışma ise daha
fazla metinsel ve dilsel tutarlılık gösterir; daha yüksek düzeyde ya­
pılandırılır ve hiyerarşik bir biçimde düzenlenir. Böylece araştırma,
e-posta (ve çıkarım yoluyla söylersek, haber grupları) dil kullanı­
mının sözlü dil ile yazılı dil arasında özel bir konumda bulunduğu­
nu göstermektedir.10
Doğal (yani yapay olmayan) dillerde kurulan bütün iletişim
durumları 'izleyici-dinleyiciler'i gerektirir. Oysa e-posta ve haber
grupları iletişimlerinde, e-posta yoluyla gönderilen v-posta, vi­
deo-iletileri gibi elektronik bağlantı sağlanmadıkça söz konusu
fonksiyonlar kaybedilir. İzleme ve dinlemenin kaybedilmesiyle bir­
likte, aynı zamanda yüz ifadeleri, el kol hareketleri, duruş, par­
çaüstüler (ses perdesini ayarlama, uzatma, vurgu, bağlantılar, ses
tonu), ses yüksekliği/yumuşaklığı ayırımları, konuşma hızı ve insan
iletişiminin ayrılmaz daha pek çok parçası da kaybedilir. Koku gibi
daha ilkel bir iletişim seviyesi olan, fakat daha az önemli olmayan
eşik-altı işaretler de yeni elektronik ortam ile iletilemez. Kazandığı­
mız birçok şeyin yanında, mevcut durumda insanı insan yapan bir
hayli şeyi de kaybediyoruz.
Günümüzde Uluslararası Standart İngilizce, internetin evren­
sel dilidir. İnternet hala köklü bir düzenlemeye tabi olmadığından
İngilizce 'resmi' bir statüye sahip değildir; yalnızca Çin gibi bir­
kaç ülke internete karşı katı bir sansür uygulamaktadır. Bazıları
İngilizce konuşan ülkelerin ekonomik ve siyasi 'emperyalist' yak­
laşımlarından dolayı, İngilizcenin internete hakim olduğunu ileri
sürmektedir. Oysa İnternet İngilizce konuşan ülkelerin yaratımı
olduğu ve 2 1 . yüzyılın başında İngilizce ikinci dil olarak dünyanın
en fazla konuşulan dili olduğu için, İngilizce internette üstün hale
GELECEGIN iPUÇLAR! 21 5

gelmiştir. İnternetin esas olarak İngiliz dili ortamına dönüşmesi bir


planın değil, tarihsel koşulların sonucudur. 1 1
İnternetin hiçbir zaman resmi bir dilinin olmayacağı, yalnızca
İnternet kullanıcılarının hem istediği hem de ihtiyaç duyduğu dil
veya dillerin kullanılacağı tahmin edilebilir. Bugün İngilizce etki­
lidir (bazıları 'hakimdir' diyebilir) . Fakat internette başka diller
gelecekte İngilizcenin yerini alabilir. Yetkili bir kuruluş tarafından
yapay bir dil alternatif olarak seçilebilir (muhtemel görünmese de) .
Otomatik bilgisayar çevirisi, üstün doğal dil sorununu tamamen
anlamsız hale getirebilir ve böylece hangi programlama dilinin
kullanılacağı bireyin tercihine kalmış olur. Bu senaryoya göre, İn­
gilizce dahil herhangi bir doğal dilin internette üstünlük sağlaması
ihtiyacı ortadan kalkar.
Gelgelelim iki-dilliliğin, internetin sanal dünyasının ötesin­
de, bir dünya trendi olduğu kabul edilmelidir. Dünyanın dört bir
yanında, giderek daha fazla insan İngilizceyi ikinci (ya da ek) dil
olarak seçiyor. İnsanlar, mümkünse, yerel dillerini, daha küçük ve
dolaysız bir etkileşim alanında birinci dil olarak koruyorlar. İnter­
net en azından yakın gelecekte, böylesi gelişmelerin bir deney alanı
olacaktır.
İnternet, e-posta ve haber grupları dünyanın sözcük hazineleri­
ni de derinden etkilemektedir. Uluslararası Standart İngilizce, daha
bir nesil önce bilinmeyen pek çok sözcüğü kendi sözcük hazine­
sine eklemiştir (veya eski sözcüklerin anlamlarını genişletmiştir) :
bit (binary digit) [ikili rakam], browser [web tarayıcı] (İnternet
kaynaklarını incelemek için kullanılan bir müşteri yazılım prog­
ramı), click on [tıklamak] (bir siteye erişim sağlamak için 'fare'yi
kullanmak), cyberspace [siber uzay] (bilgisayar ağları aracılığıyla
erişilebilir bilgi kaynakları sahası), e-mail [e-posta] (insanların bir­
birlerine bilgisayar aracılığıyla gönderdiği iletiler), v-mail (video
iletileri), gopher [resim ve program içermeyen metin formatlı site]
(İnternet aracılığıyla materyal listelerini hazırlamaya yarayan bir
yöntem), hypertext [yardımlı metin] ('linkleri' diğer belgelere gö­
türen herhangi bir metin), modem (Modulator ve Demodulator
kavramlarından oluşan, bilgisayarı bir telefon hattına bağlayan ve
21 6 DİLİN TARİHİ

bilgisayarlar arası iletişimi sağlayan bir cihaz) ve başka pek çok


sözcük. Modern ulusların çoğu, bu terimleri, kendi anadillerine
çevirmeksizin doğrudan İngilizceden alıyorlar.
İnsanlar yakın zamanda, ses tanıma sistemleri sayesinde bilgisa­
yara doğrudan konuşabilecek ve sesli yanıt alabilecek. Bu durumda,
eşzamanlı tercümeler de mümkün hale gelecektir. Mevcut durumda,
giderek daha fazla insan zamanını gerçek konuşmadan ziyade yazı­
lı dili (klavye) kullanarak geçiriyor. Bu durum, özellikle öğrenciler,
büro çalışanları, gazeteciler, editörler, yazarlar, araştırmacılar, bilgi­
sayar programcıları, emekliler ve diğer etkin bilgisayar kullanıcıları
için geçerlidir. Ortaçağ'da manastır yazıhanelerinde, sadece, Orta­
çağ toplumunun çok küçük bir bölümünü teşkil eden katipler bu­
lunurdu. Birkaç yıl içinde, bilgisayarlar gelişmiş dünyada neredeyse
her haneye girmiş olacak. Bu ülkelerdeki insan yaşamı, elektronik
metinlere ve uluslararası ağlara odaklanıyor ve bağlanıyor, giderek
doğrudan görsel ve sesli konuşmadan uzaklaşıyor. Bu, yapay ara­
yüzden farklı bir dil türü ortaya çıkıyor: 'Yazılı bir sözlü dil.' Hiç
kuşkusuz, yeni teknoloji geliştikçe bu durum da değişecektir.

Dilin Geleceği

Thomas Edison'un 1 877'de gramofonu keşfinden önce, konu­


şulan biçimleri tam olarak bilinmeyen eski yazılı metinlerden ve
yaşlılardan, dilin önceki aşamaları hakkında bilgi alınabiliyordu.
Bugün, yüzyıldan fazla bir süre önceye ait cızırtılı sesleri dinleyerek
dilin gerçekten nasıl hızlı bir şekilde değiştiği görülebiliyor. Dilbi­
limciler, yazılı metinleri çözümleyerek, yakın tarihlerdeki değişik­
likleri dinleyerek ve genel eğilimleri takip ederek dünyada konuşu­
lan dillerin yakın gelecekteki durumu konusunda -dil değişiminin
genellikle 'öngörülemezliğine' rağmen- bir uzlaşıya varabilirler.
Bütün dil bilimciler, doğal dillerde meydana gelecek değişiklikle­
rin, tamamen değilse de büyük ölçüde, bilinen fonolojik, morfolo­
jik, sözdizimsel, sözlüksel ve semantik parametreler içerisinde ka­
lacağı konusunda uzlaşmaktadırlar. Bütün dillerin ve dil ailelerinin
kaderi olan en büyük değişiklikler, dilbilimcilerin ilgisini en çok
GELECEGİN İPUÇLAR! 217

çeken konudur. Bunun nedeni, gelecek iki yüzyılda şüphesiz tarihte


benzeri görülmemiş bir dil ikamesinin yaşanacak olmasıdır. Ayrıca
ölmeyen az sayıda lehçe ve dil homojenleşme ve standartlaşma ge­
çirecektir ve nihayet küresel toplum en azından dilsel bir gerçeklik
haline geldikçe, herkesin birinci veya ikinci dil olarak İngilizceyi
konuşacağı açıktır.
Gelecek iki yüzyılda yaşayacak olan az sayıdaki dilde, döngüsel
tipolojik evrim sürecektir. Yani, örneğin Mandarin Çincesi, yapı
bakımından daha az izole ve daha fazla bitişken hale gelecek, daha
güçlü bir şekilde çok-heceliliğe doğru bir eğilim gösterecek ve tek
bir anlama sahip bileşenleri bir araya getirerek türemiş veya birle­
şik sözcükler üretecektir. Öte yandan Hint-Avrupa dilleri ise, hiç
kuşkusuz, çeşitli dil gelişim aşamalarıyla kaynaşmış durumların­
dan, izole bir yapıya doğru olan eğilimlerini sürdüreceklerdir. Aynı
zamanda, modern medyanın etkisiyle, dünya dillerinin sözcük
hazinesi ortak kelimelerle dolmaya devam edecektir. Daha önceki
yüzyıllarda başka bir dilden alınmış sözcüklerin benimsenmesi ve
daha çok dile yayılması yıllar alıyordu (chocolate 'çikolata', coffee
'kahve', tobacco 'tütün', taboo 'tabu', verandah 'veranda'). Gü­
nümüzde ise başka bir dilden alınan bir sözcük, radyo, televizyon
ve internet sayesinde, birkaç hafta, hatta birkaç gün içinde yerli
sözcük haline gelebiliyor: fetva, Scud, Ayetullah ve glasnost yakın
dönemden verilebilecek örneklerden yalnızca birkaçıdır.
Birçok ülkede aynı anda meydana gelen toplumsal dönüşümler
de etkisini hissettirmekte, büyüleyici dil değişimlerine yol açmak­
tadır. Bu değişikliklerin sonuçları kesinlikle geleceği de biçimlen­
direcektir. Teklifli ve teklifsiz konuşmada kullanılan kişi zamirleri
-Almanca du ve Sie (sen ve siz), Fransızca tu ve vous, İspanyol­
ca tu ve usted vb.- arasındaki farkları hala koruyan Hint-Avru­
pa dillerinde, teklifsiz konuşmada kullanılan zamir, gitgide alanı­
nı genişletmektedir. Yani, bu ülkelerdeki çocuklar, örneğin artık
ebeveynlerine, çok eskiden beri kullanılan resmi biçimlerle hitap
etmiyorlar: Bunun yerine, ebeveynlerine ve genel olarak yaşlılara
karşı tavırlarındaki kökten bir değişimi yansıtarak teklifsiz konuş­
ma dilindeki zamirleri kullanıyorlar.
21 8 DİLİN TARİHİ

Bir Galler genci, hala kibar konuşma tarzını kullanarak, an­


nesine 'Peidiwch a phoeni! ' ( "Üzülmeyin! " ) derken - benzer bir
bağlamda Almanlar ("Mach' Dir keine Sorgen! " ) ya da Fransızlar
( "Ne t'inquiete pas ! " ) teklifsiz konuşma tarzına başvurmaktadır.
Yani, Hint-Avrupa kökenli büyük dillerin çoğunda İkinci Dünya
Savaşı'ndan beri teklifsiz konuşma dilindeki biçimlerin etkisi art­
sa da, daha küçük Hint-Avrupa dilleri genellikle bu eğilime direnç
göstermişlerdir. Bu direnç belki de büyük dillerin 'istilasına' karşı
koymak için, daha küçük dilleri konuşan topluluklar, özellikle iki
dil konuşan topluluklar (Galliler, Vendler, Katalanlar, Galiçyalılar,
Provencelılar ve diğerleri) tarafından gösterilen bilinçli bir çabadır.
Dünya dillerinde şu anda meydana gelen ve saptanabilen çok
sayıda trend örneği vardır. Örneğin Almancada, "Er sagte, er
sei . . . " (o, . . . olduğunu söyledi) biçimindeki dolaylı anlatım, mo­
dern konuşmada gereksiz sayılmaya başlanmış ve dolaysız biçime
dönüşmüştür: "Er sagte, er ist . . . " Weil ("çünkü " ) bağlacının geçti­
ği cümlecikte ( "weil er alt ist") sözdizim değişiyor, artık İngilizcede
olduğu gibi ( "weil er ist alt") fiilin öznenin hemen ardından gelme­
sine olanak sağlanıyor. Fakat daha resmi tarzda konuşan ve yaşlı
kişiler, bu kullanımı hala standart dile aykırı sayıyorlar. Bu yeni
kullanım, gelecekte benzer bağlaçları kapsayacak şekilde genel­
leştirilebilir ve kullanılan Almanca sözdizimini köklü bir biçimde
değiştirebilir. Almanca sözcük dağarcığı da Modern İngilizceden
alınmış sözcüklerle doludur: der Computer, der Supermarket, der
Soft Drink, die ]eans. Önümüzdeki yıllarda Almancaya kuşkusuz
yüzlerce benzer sözcük girecektir.
Gelecek yirmi yıl içerisinde yerini muhtemelen Şili İspanyolca­
sına bırakacak olan, Paskalya Adası'nın Rapanui dilinde, geçmişte
başlayıp hala devam eden bir eylemi ya da durumu anlatan ku . . . 'ı!l
zaman/durum ifadesi, son zamanlarda yerini ko . . ' ı!l'ya bırakmış­
.

tır. 1 00 yıldan fazla bir süredir, Tahiti dilindeki gırtlaksı kapantı,


dildeki k'lerin yerini alarak tarihsel olarak tanımlanabilen ikileme­
leri üretiyor: kino/ 'ino ('kötü, fena, huysuz'). Eski Rapanui dilin­
deki sözcüklerin çoğunun yerini Tahiti sözcükleri almakta ve bu
süreç artık iyice hızlanmaktadır: Rapanui dilinde, artık başka bir-
GELECEGIN İPUÇLAR! 219

çok sözcüğün yanı sıra ki ('konuşmak') sözcüğü yerine Tahiti dilin­


deki parau; ra'ra ('güneş, gün') sözcüğü yerine'mahana; ta 'u ( 'yıl')
sözcüğü yerine matahiti kullanılmaktadır. Ayrıca Rapanui dili sayı
sistemi yerini tamamen Tahiti dilindeki sayı sistemine bırakmıştır.
İspanyolca pero ('fakat') gibi Tahiti dilindeki e ( 've') bağlacı da
Rapanui diline girmiştir (Rapanui dilinde herhangi bir bağlaç yok­
tu) . Ne var ki adada, Tahiti dilinden alınan bu sözcükler de yakın
zamanda Şili İspanyolcasının egemenliğine boyun eğecektir.
Galce de önemli ölçüde 'devam eden değişiklikler' göstermekte­
dir. Galce fonolojide en belirgin değişikliklerden biri, sözcük son­
larındaki f nin kademeli olarak düşmesidir: Örneğin tref [TREYV
olarak telaffuz edilir] ('kent') artık sade bir şekilde tre [TREY] hali­
ne gelmiştir. Galcede sözcük sonlarında yer alan bütün f ler muhte­
melen yakın zamanda yok olacaktır. 'İçinde' anlamındaki 'yn' söz­
cüğünde, Galce konuşanların birçoğu, gramer bakımından 'daha
doğru' olan genizsi sessizi artık kullanmamaktadır. Dolayısıyla yn
Gaerdydd ( "Cardiff'in içinde" ) geleneksel yngh Nghaerdydd'den
daha sık biçimde kullanılmaktadır. Yeni Galce onlu sistemi ancak
son nesilde eski Kelt sayma sisteminin yerini almıştır. Özellikle genç­
lerin konuşmalarında, 1 1 un ar ddeg, 12 deuddeg, 1 5 pymtheg, 1 6
u n ar bymtheg, 2 0 ugain, 30 deg ar bugain ve benzeri geleneksel
sayıların yerini, 1 1 un deg un, 12 un deg dau, 1 5 un deg pump, 1 6
u n deg chwech, 2 0 dau ddeg, 30 tri deg ve benzeri sayılar almıştır.
Okurların çoğunun belki de yukarıdaki dillerden daha fazla
aşina olduğu İngilizce, şu anda dünyanın en popüler dilidir (aynı
zamanda bu kitabın da dilidir), dolayısıyla aşağıdaki örnekler İn­
gilizcede gelecekte görülecek trendleri ortaya koyacaktır. İngilizce,
uluslararası dil ikamesinde ön planda yer almaktadır ve yeni tek­
no-dil dalgasına hakimdir. Yeterince farkında olunmasa da, İngi­
lizce de fonolojik, morfolojik, sözdizimsel, sözlüksel ve semantik
çeşitli düzeylerde hızlı bir değişim yaşamaktadır. Ayrıca dünya dil­
lerinin çoğu yakın zamanda yok olma tehlikesiyle karşı karşıya
bulunmasına rağmen, İngilizce her gün binlerce yeni konuşan ka­
zanmaya devam etmektedir. Gerçekten, İngilizce tamamen yeni bir
doğal dünya dili haline geliyor.
220 DİLİN TARİHİ

İngilizce fonolojide, hem bölgesel hem de uluslararası alanda,


kuşkusuz gelecekteki İngilizcenin sesini büyük oranda değiştire­
cek olan bir karakteristik eğilim görülmektedir. Örneğin, Britanya
İngilizcesinde, ünlüler arasındaki ve sözcüklerin sonundaki t'nin
yerini, gırtlaksı kapantı (') almaktadır. Bu değişiklik ilk olarak
Cockney (Londra) ağzında görülmüş, daha sonra başka ağızlara
yayılmıştır: Ge' the le'uce tha 's a li'o bi'a ( " Get the lettuce that's
a little bitter" ) . Eski yeniliğin yakın zamanda ve aniden -1984 yı­
lında dilbilimci David Rosewarne tarafından tanımlandığı gibi,
Estuary İngilizcesi olarak adlandırılan değişik bölgesel konuşma
türlerinde- yayılması, Londra merkezli televizyon ve filmlerden
kaynaklanmış olabilir. Özellikle gençlerin önceleri küçümsenen,
fakat şu anda tercih edilen bu ağzı taklit etmeleri bu yayılma süre­
cinde rol oynamıştır.
Amerikan İngilizcesinde de "sürmekte olan en büyük değişim"
benzer bir alanda görülmektedir. Burada, ünlüler arasındaki t, on
yıllardan beri yerini d'ye bırakmıştır (yani, t'nin ses ortamı onun
ötümlü olmasına yol açmaktadır) : Cet the ledduce thafs a liddle
bidder. Amerikan İngilizcesinde, writer ile rider, matter ile madder,
boating ile boding, whitest ile widest ve benzerleri arasında artık
telaffuz farklılığı yoktur; farklılık, dinleyici tarafından ancak bağ­
lamdan anlaşılabilir. Amerikan İngilizcesinin mevcut durumdaki
muazzam etkisi, bu fonolojik yeniliğin kısa zamanda Amerika'nın
ötesine yayılacağı izlenimini vermektedir. (Buna karşılık, yukarı­
da bahsedilen Cockney yeniliğinin uluslararası yayılma göstermesi
pek muhtemel görünmemektedir. )
Dil alanında güçlü olmanın bir göstergesi, Amerikan değişikliği­
nin daha üretken olmasıdır. Yani, bu değişiklik daha fazla değişime
yol açmaktadır. İçbatı bölgelerin (Midwest) Amerikan İngilizcesini
konuşan, genç bir beyaz kadının 1 998 yılında, My dar was sin
dediği saptanmıştır - belki de daha anlaşılabilir olan Uluslararası
Standart İngilizceyle My daughter was sitting ( "Benim kızım otu­
ruyordu " ) . Bu tarz konuşma, görece yeni ve giderek yaygınlaşan
bir Amerikan konuşma biçimini yansıtmaktadır. Burada, My dau­
ghter was siddin' türetiminde, ünlülerin arasındaki d'ler zamanla
GELECEGİN IPUÇLARI 221

zayıflayarak sonunda bütünüyle kaybolmuş, daughter için yalnız­


ca dar ve sitting için yalnızca sin kalmıştır. Bu eğilim, Amerikan
İngilizcesinde, ünlülerin arasındaki d'lerin ve sözcük sonlarındaki
-ing'lerin uzun vadeli bir gelişimini gösterebilir. Yine, kısa vadeli
alternatif bir telaffuzdan ibaret olabilir. Bunu zaman gösterecektir.
İngilizce sözdiziminde, sıfatlar giderek artan bir biçimde isim
rolünü üstlenmektedirler. Yüzyıllardır İngilizce sıfatlar, isim olarak
kullanılmaktadır. Bunlardan bazıları, 'at present' (şu anda), 'in the
past' (geçmişte), 'in future' (gelecekte) gibi Eski Fransızcadan kal­
ma sözcüklerdir. Söz konusu tamlamalarda 'time' ('zaman') ismi­
nin atlandığı anlaşılmaktadır. Örneğin 'proffesional' (profesyonel),
'professional person' (profesyonel kişi) anlamındadır; 'profligate'
(uçarı), 'profligate person' (uçarı kişi) demektir; 'the blind' (kör),
'blind person' (kör kişi) anlamına gelir ve 'a white' (beyaz), 'a whi­
te person' (beyaz kişi) anlamına gelir. Bu eksiltili kullanımın, İngi­
lizcenin kökeni olan hem İtalik hem de Germen dillerde çok köklü
bir tarihi bulunmaktadır. Fakat bu kullanım özellikle Amerikan
İngilizcesini konuşanlar arasında (sonra da Britanya İngilizcesini
konuşanları etkilemişlerdir) yakın zamanda ani bir yayılma gös­
termiştir, dolayısıyla önceleri sınırlandırılmış bir sıfat yapısı niteliği
artık cins isim olarak da kullanılabilmektedir: 'historical' (tarih­
sel), 'historical novel' (tarihsel roman) anlamındadır; 'botanical'
(bitkisel), 'herbal drug or medicine' (bitkisel ilaç) anlamına gel­
mektedir. Bu tarz kullanımda artış görülmesi nedeniyle, gelecekte,
şimdiye kadar tasavvur edilemeyen miktarda sıfatın isim görevi
üstleneceği düşünülebilir: Örneğin, 'a reasonable' (mantıklı) 'an
acceptable proposal' (kabul edilebilir önerme) anlamında kullanı­
labilir ya da 'a timely' (zamanında), 'a recent news item' (yeni bir
haber) anlamına gelebilir.
Sıfatlar da yerlerini isimlere bırakıyorlar. Britanya İngilizcesi­
ni konuşanların çoğu " a Californian wine" ve "a Texan rancher"
derken ve dolayısıyla sıfata getirilen sistematik soneki kullanırken,
Amerikan İngilizcesini konuşanlar, artık "a California wine" (Ka­
liforniya şarabı) ve "a Texas rancher" (Teksas çiftliği) demekte­
dirler. Yani, Amerikan İngilizcesinde özel isimler, sıfat olarak kul-
222 DİLİN TARİHİ

!anılıyor. Örneğin İngilizce yazarlarının çoğu, şimdiden 'linguistic


change' (dilsel değişim) ile 'language change' (dil değişimi) arasın­
da bir fark gözetmiyorlar. Eğer bu eğilim evrensel hale gelirse, o
zaman on ya da yirmi yıl içinde 'the Britain royal family' (İngiliz
Kraliyet ailesi) veya 'an Australia kangaroo' (Avustralya kanguru­
su) gibi tamlamaların kurulması beklenebilir.
Hatta sözcük öbeklerinde böylesi değişimler görülüyor: ehi/d­
ren at risk ve patients at risk artık at-risk ehi/dren (risk altındaki
çocuklar) ve at-risk patients (risk altındaki hastalar) olmuştur. Bu
tamlamalarda sona gelen iki sözcük yerine, tireyle birleştirilen sı­
fat başta kullanılmaktadır. Söz konusu sözdizimsel eğilimde, bu­
gün önlenemez bir yükseliş görülmektedir, dolayısıyla gelecekte
on-time trains (vaktinde trenler) ve with-a-grudge eolleagues (kinli
meslektaşlar) gibi sözlerin duyulması beklenebilir. Benzer bir yeni­
lik, önde gelen bir İngiliz meslek gazetesinde yer almıştı: 'a biop­
hysicist-turned-expert on technology and society at Oxford' (Ox­
ford'da sonradan teknoloji ve toplum uzmanı olmuş biyofizikçi).
İngilizce sözdizimde değişime dayanan bu kullanım, yalnızca on yıl
önce editörün onayını kolay kolay alamazdı.
Aynı şekilde, 'halk semantiği' de çoğunlukla geniş kamuoyu far­
kında olmadan İngiliz dilini değiştiriyor. Artık 'kimyasal' sözcüğü­
nün, "bu ürün yüzde yüz kimyasaldan arındırılmıştır" biçiminde
bir reklam cümlesinde olduğu gibi, 'sentetik olarak üretilmiş kim­
yasal madde' anlamında kullanıldığı da görülüyor. (Aslında hiçbir
şey "kimyasaldan arındırılmış" değildir. ) Son zamanlarda natu­
ra! (doğal) sözcüğü, olumlu bir anlam kazanmıştır. Natura! hair
shampoo (doğal saç şampuanı) ve natura! washing powder (doğal
deterjan) tamlamaları kamuoyunun onayını alsa da, natura! bubo­
nie plague (doğal hıyarcıklı veba) gibi İngilizceye hiçbir aykırılık
taşımayan bir tamlamanın kullanılması artık düşünülemez.
Sommat 'something' (bir şeyler), anyroad 'anyway' (her ney­
se), aught/ought 'anything' (herhangi bir şey) ve naughtlnought
'nothing' (hiçbir şey) gibi İngilizce lehçe biçimleri muhtemelen
bir ya da iki kuşak içerisinde medyanın etkisiyle yerini evrensel
olarak anlaşılan eşanlamlılarına bırakacaktır. Yine uluslararası -
GELECEGİN IPUÇLARI 223

özellikle Amerikan kökenli- argo hızla yayılmaya devam edecek­


tir. Bununla birlikte, dünya eğlence piyasasına hakim olan Hol­
lywood (başlıca Kaliforniya ve New York lehçelerini kullanan)
film, televizyon ve popüler müzik endüstrilerinden kaynaklanan
bu uluslararası argo, İspanyolcanın artan etkisinden de payını
alıyor. Genel olarak İngilizce söz dağarcığı gibi, gelecekteki İngi­
lizce argonun da, önümüzdeki on yıllar içerisinde diğer tüm ya­
bancı dillerden daha fazla İspanyolca sözcük ve deyim içereceği
tahmin edilebilir.
Aynı şekilde, İngilizcenin yerel varyantları da sözcüklerini yerel
kaynaklardan sağlamaya devam edecektir: Avustralya İngilizcesi
yerli Avustralya dillerinden; Yeni Zelanda İngilizcesi Maori dilin­
den; Güney Afrika İngilizcesi Zulu, Xhosa, Sotho, Tswana vb. dil­
lerden daha fazla sözcük ve deyim alacaktır. Bütün bu gelişmeler,
İngiliz dilinin zenginleşmesi ve yeni bir Uluslararası Standart İngi­
lizcenin evrim geçirip oluşması şeklinde değerlendirilmelidir.
Her şeye rağmen, uluslararası İngilizce, lehçe özelliklerini kay­
betmeye devam ediyor ve hızla amorf Uluslararası Standart İn­
gilizcede bütünleşiyor. Gerçekte Uluslararası Standart İngilizce,
yapısını belirleyen ve kullanımını düzenleyen herhangi bir resmi
kurum olmayan, hiçbir yerde kayıtlı bulunmayan istatistiksel bir
normdan ibarettir. Uluslararası Standart İngilizce küresel iletişim
aracılığıyla ortaya çıkmakta ve böylece Yeni Delhi, Tokyo veya Sen
Petersburg'da yapılan radyo, televizyon ve İnternet mülakatlarının
doğrudan anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu, bilinçli bir tasarımın
sonucu değil, tarihsel koşulların bir ürünüdür (gerçi bu durum kısa
süre içinde değişebilir). Söz konusu dil değişmeye ve evrim geçir­
meye devam edecektir.
İngilizlerin çoğu, radyo ve sinema icat edilmeden önce, birçok
kişinin ilk karşılaştığı anda 'kaba' bulduğu Amerikan konuşması­
nı (özellikle Amerikalıların genizden konuşmasını) duymamışlardı.
Amerikalıların büyük çoğunluğu da hiçbir zaman 'düzgün' İngi­
lizceyi duymamışlardı. Yalnızca üç kuşak sonra bugün, iki lehçe
normal bir dilsel sürecin sonucu olarak aynı kökten türemiş iki dile
dönüşmek yerine, giderek daha da yakınlaşıyor. Gerçekten bu dil-
224 DİLİN TARİHİ

ler şu anda yeni teknoloji sayesinde biraz eşitsiz bir süreçle onları
birbirine yakınlaştıran bir evrim geçiriyorlar. Britanya İngilizcesi,
Standart Amerikan İngilizcesi ve dünyanın dört bir tarafında konu­
şulan diğer bütün İngilizce biçimleri, dilsel harmanlamaya, yani ge­
lişmekte olan Uluslararası Standart İngilizceye katkıda bulunuyor.
Elinizdeki kitapta İngilizceden sık sık 'dünya dili' olarak bahse­
dilmektedir. Bunun çok makul bir gerekçesi var. İnsanlık tarihin­
de ilk defa küresel iletişim günlük bir gerçeklik haline gelmiştir.
Teknolojinin bu zaferi, İngilizcenin dünyanın ikinci dil ya da ek
dil olarak en fazla rağbet edilen dili olmasıyla eşzamanlı olarak
meydana gelmiştir ve kısmen onun bir sonucudur. Bu son gelişme
bir dizi faktöre dayanmaktadır: Büyük Britanya'nın dışında dün­
yada İngilizce konuşan kolonilerin oluşturulmasıyla İngilizcenin
uluslararasılaşması, 20. yüzyıldaki iki dünya savaşının sonuçları,
İngilizce konuşan ülkelerin muazzam ekonomik gelişmesi ve yakın
zamandaki siyasal gelişmeler.
İngilizcenin 20. yüzyıldaki yükselişi, eski nüfuzlu devletlerin,
özellikle Fransa ve Almanya'nın etkisinin hızla azalmasıyla eşza­
manlı olarak gerçekleşmiştir. 1 2 Dünya dilleri arasında yalnızca İs­
panyolca, bugün İngilizcedeki gibi bir dinamiğe sahiptir, fakat bu
da çok düşük bir seviyededir. Birinci dil olarak en fazla kişi tara­
fından konuşulan Mandarin Çincesine gelince, Çinliler de şu anda
İngilizce öğreniyorlar. Anadili İngilizce olup Çince öğrenenlerin
sayısı ise son derece azdır.
İngilizce, bugün pek çok kişi tarafından birinci dil (ya da ana
dil) olarak konuşulmaktdır. İngilizce konuşulan ülkelerde, yani
yalnızca Britanya, ABD ve Yeni Zelanda'da değil, aynı zamanda
Güney Afrika, Hindistan, Fiji, Cook Adaları'nda ve daha pek çok
ülkede ikinci dil (ek dil) olarak kullanılmaktadır. Ayrıca İngilizce
yabancı dil olarak da tercih edilmektedir. Bir dünya dili olarak İn­
gilizcenin geleceğini son iki grup belirleyecektir. 1 3 Bugün İnternet
verilerinin yüzde 80'i İngilizcedir. İnternet kullanımının giderek
artan oranıyla değerlendirecek olursak, yalnızca bu bile İngilizce­
nin daha uzun süre değilse, en azından 22. yüzyılda dünyanın en
rağbet edilen dili olacağının göstergesidir. 14 Bugün dünyanın eko-
GELECEGİN İPUÇLAR! 225

nomik ve siyasal geleceği, İngilizce konuşan ve İngilizce tanımlı


bir teknolojik temel üzerinde güvence altına alınmaktadır. Böylece
dünya nüfusu, ya İngilizceyi kabul edip zenginleşme ya da göz ardı
edip refahtan mahrum kalma seçenekleriyle karşı karşıyadır. 2 1 .
yüzyılın başında, İngilizce öğrenme, basit bir ekonomi sorunudur:
Dünyanın en iyi ücret alınan meslekleri İngilizce gerektirmektedir.
Bu, belki de en azından önümüzdeki iki yüzyıl için dünyanın dil
profilini belirleyecek bir trenddir.
İskandinavya, Hollanda, Singapur ve dünyanın başka birkaç
bölgesi, yakın zamanda her yere egemen olacak dilsel durumu
gösterebilir: Yerel dillerinin yanı sıra İngilizce de konuşan iki-dilli
yetişkin nüfuslar. Bundan sonra, belki de 24. yüzyılın sonlarında,
kendi işaret diliyle birlikte yalnızca İngilizce dünyanın yaşayan tek
dili olarak kalabilir. Bununla birlikte, tarih bize böylesi küresel ön­
görülerin genellikle geçersiz olduğunu göstermiştir. Mevcut trende
bakıldığında pek muhtemel görünmese de, 200 yıl içinde Almanca
veya Japonca da pekala dünyanın egemen dili haline gelebilir. Şu
anda sırf sayılara bakarak, gelecek 300 yılda belki de üç dilin (ve
bu dillerin işaret dillerinin) yaşayacağını söyleyebiliriz: Manda­
rin Çincesi, İspanyolca ve İngilizce. Ne olursa olsun, daha küçük,
zengin toplumlar (Japonlar, Almanca konuşan uluslar, Fransızlar,
İtalyanlar vb. ) kendi dillerini, kültürel sebeplerle yerel kalıntılar
olarak birkaç yüzyıl daha koruyabilirler. Ayrıca Latince, Arapça ve
İbranice gibi diller, özellikle dini sebeplerle pek çok yüzyıl boyunca
kesinlikle konuşulmaya ve kullanılmaya devam edecektir.
Peki ya sonra? İnsanlık Güneş Sistemi'nde çeşitli gezegenlere
yerleşir, sonra çok uzak olmayan bir gelecekte belki de yeni bir
İngilizce biçimi konuşulur. Örneğin 22. yüzyılın sonunda Mars'ta
muhtemelen Dünya İngilizcesinde olmayan karakteristik dil özel­
liklerine sahip Uluslararası Standart İngilizceyi konuşan, çok-etni­
liliğin ardılları olan koloniciler hayal edilebilir. Bu durumda, Mars
İngilizcesi olarak ayrı bir lehçe ortaya çıkacaktır. Bu lehçeyi ko­
nuşmayan insanlar tarafından hemen fark edilebileceklerdir. Fakat
gezegenler arası düzenli iletişimden dolayı, İngilizcenin bu yeni bi­
çimi belki de bir lehçe olarak kalacak ve ayrı bir dil haline geleme-
226 DİLİN TARİHİ

yecektir ve Mars İngilizcesi ile Dünya İngilizcesini konuşanlar bir­


birlerini daha kolay bir şekilde anlayacaklardır. Belki de zamanla
Uluslararası Standart İngilizce, yerini Gezegenlerarası İngilizceye
bırakacaktır.
Avustralyalı dilbilimci Robert Dixon yakın bir tarihte şöyle
demiştir: "Dil, en değerli insan kaynağıdır. " 1 5 Gerçekten de, dil
olmaksızın insan toplumu düşünülemez. Dil yaşamlarımızı tanım­
lar, varlığımızı bildirir, düşüncelerimizi formüle eder, bir bütün
olarak bizi ve sahip olduğumuz her şeyi mümkün kılar. Yukarıda­
ki verilerin belki de başka her şeyden daha inandırıcı bir şekilde
gösterdiği gibi, dil kalıcı, durağan ve sabit bir şey değildir. Tarih
ırmağının kendisi gibi dil de sürekli bir akış halindedir - daima
değişir, başkalaşır, ikame edilir, ölür, yenilenir ve gelişir. Binyıl­
lar boyunca meydana gelen dilsel değişimlerde ortak özellikleri
saptanabilse de, kişisel bilgisayarlar gibi yeni icatlar bizzat deği­
şim dinamiklerini değiştirebilir, dolayısıyla şimdiye kadar benzeri
görülmemiş bir dilsel değişim ve kullanım süreci ortaya çıkabilir.
Dolayısıyla dil, toplumun en değişken özelliklerinden biridir ve
kuşkusuz her zaman öyle de kalacaktır: İnsanlık var oldukça, dil
de varlığını sürdürecektir, fakat bugün bildiğimiz haliyle kalma­
yacaktır.
Çok sınırlı sayıdaki dil dışında, dünyanın bütün dilleri yakında
kaybolacak, bütün insanlık tek bir dili (ve bu dilin işaret dilini)
konuşacaktır. Yeni küresel toplum, bu kayıpla birlikte eşzamanlı
olarak, şimdiye kadar hayal edilemeyen bir iletişim düzeyine ulaşa­
cak ve insan etkinliğinin bütün boyutları için faydalar da sağlaya­
caktır. Dünyanın kültürel çeşitliliğinin çoğunu kaybedeceğiz, fakat
aynı zamanda, tek bir dünya diliyle yeni bir aidiyet duygusu, yeni
bir dünya düzeni, daha büyük bir evrendeki yerimizi yeni bir ortak
bakış açısıyla anlamayı kazanacağız. Buna karşılık birçok kişi, tek
dille birlikte, benzeri görülmemiş siyasal manipülasyon, propagan­
da ve denetim olasılıklarının gündeme girmesinden çekinmektedir.
Ayrıca, yerel dillerin yok oluşu, öncelikle etnik kimliğin yok olma­
sıyla evrensel kardeşliğin değil, yabancılaşma duygusunun artma­
sına yol açacaktır. Tek bir dünya dili faydalar sağlayabilir, fakat
GELECEGIN IPUÇLARI 227

bu çok pahalıya da mal olabilir. Dünyanın tek dilinin geleceği ne


olursa olsun, insanlık evrim geçirdikçe, dil de evrim geçirmeye de­
vam edecektir - tıpkı dilin ilkel hominidlerin ilk kez sözlü iletişim
kurmaya başlamalarından itibaren yaklaşık bir milyon yıl boyunca
evrim geçirdiği gibi.
Çünkü dil -kimyasal iletişim (dans), infra-ses (ses altı), ultra­
ses (ses ötesi), jest, sözlü konuşma, yazı, bilgisayar dili gibi sayısız
biçimiyle- doğanın . . . ve doğada iletişim kuran yaratıkların temel
ilişki bağıdır.
NOTLAR

1 HAYVANLAR ARASI İLETİŞİM VE 'DİL'


( Sayfa 1 -26)

Donald H . Owings ve Eugene S . Morton, Animal Vocal Communication (Cambridge,


1 998).
2 William C. Agosta, Chemical Communication: The Language of Pheromones (New
York, 1 992).
3 D. A. Nelson ve P. Marler, 'Measurement of Song Learning Behavior in Birds,'
Methods in Neurosciences, XIV: Paradigms for he Study of Behavior, ed. P. Conn
(Orlando, FL, 1 993), s. 447-65.
4 !rene M. Pepperberg ve R.J. Bright, 'Talking Birds', Birds, USA, II ( 1 990), s. 92-6.
Irene M. Pepperberg, 'Functional Vocalizations by an African Grey Parrot (Psittacus
erithacus)', Zeitschrift für Tierpsychologie, LV ( 19 8 1 ), s. 1 39-60.
6 Irene M. Pepperberg, 'Cognition in an African Grey Parrot (Psittacus erithacus),
Further Evidence for Comprehension of Categories and Labels', ]ournal of
Comparative Psychoogy, CIV ( 1 990), s. 42-51 .
7 L. E. L. Rasmussen, 'The Sensory and Communication Systems', Medical Management
of the Elephant, ed. S. Mikota, E. Sargent ve G. Ranglack (West Bloomfield, MI,
1 994), s. 207-17.
8 George Harar ve Linda Harar, Signs of the Apes, Songs of the Whales: Adventures in
Human-Animal Communication (New York, 1 989).
9 John C. Lilly, Communication Between Man and Dolphin (New York, 1 987).
ıo Francine Patterson, The Education o f Koko (New York, 1981).
ır Francine Patterson, 'In Search of Man: Experiments in Primate Communication',
Michigan Quarterly Review, XIX ( 1980), s. 95- 1 14.
12 Francine Patterson ve C.H. Patterson, 'Review of Ape Language: From Conditioned
Response to Symbol', American ]ournal of Psychology, CI ( 1 98 8 ), s. 582-90.
l3 Eugene Linden, Silent Partners: The Legacy of the Ape Language Experiments (New
York, 1 986).
14 R. Allen Gardner ve Beatrix T. Gardner, Teaching Sign Language to Chimpanzees
(Albany, NY, 1 989).
l5 Duane M. Rumbaugh, Language Learning by a Chimpanzee: The Lana Project (New
York, 1 996).
16 Sue Savage-Rumbaugh, Kanzi: The Ape at the Brink of the Human Mind (New York,
1 996).
17 Duane M. Rumbaugh, 'Primate Language and Cognition', Social Research, LXII
( 1 995), s. 71 1-30.
18 Sue Savage-Rumbaugh, Stuart Shanker ve Talbot Taylor, Apes, Language and the
Human Mind (Oxford, 1 998).
19 Sue Taylor Parker ve Kathleen Rita Gibson, ed., 'Language' and Intelligence in
Monkeys andA pes: Comparative Development Perspectives ( Cambridge, 1 9 9 1 ) .
230 DİLİN TARİHİ

20 Stephen Hart ve Franz De Waal, The Language of Animals (New York, 1996).
2I Judith De Luce ve Hugh T. Wilder, Language in Primates: Perspectives and
Implications (New York, 1 983)

II KONUŞAN MAYMUNLAR
(Sayfa 2 7-52 )

I Richard Leakey, The Origin of Humankind (New York, 1 996).


2 Donald Johanson ve Blake Edgar, From Lucy to Language (New York, 1996).
3 Jean Aitchison, The Seeds of Speech: Language Origin and Evolution (Cambridge,
1996).
4 Christopher Stringer ve Robin McKie, African Exodus: The Origins of Modern
Humanity (New York, 1 997).
5 Alan Walker ve Pat Shipman, The Wisdom of the Bones: In Search of Human Origins
(New York, 1 997).
6 Clive Gamble, The Palaeolithic Settlement of Europe (Cambridge, 1996).
7 lan Tattersall, 'Out of Africa again . . . and Again?', Scientific American, CCLVU4
( 1 997), s. 60-7.
8 Derek Bickerton, Language and Species (Chicago, 1992).
9 Bernard Comrie, Language Universals and Linguistic Typology: Syntax and
Morphology, 2. Baskı (Chicago, 1 989).
IO Herbert Clark ve Eve Clark, 'Language Processing', Universals o f Human Language,
ed. Joseph Greenberg (Stanford, 1 978), I, s. 225-77.
II Simon Kirby, 'Function, Selection and Innateness: The Emergence of Language
Universals', Doktora tezi, Edinburg Üniversitesi.
I2 lan Tattersall, The Last Neandertal: The Rise, Success, and Mysterious Extinction of
Our Closest Human Relatives (New York, 1 996).
I3 Philip Lieberman, Eve Spoke (New York, 1 998). Ayrıca Philip Lieberman'ın diğer
eserine bakınız: 'Folk Psychologyand Talking Hyoids', Nature, CCCXLIU6249
( 1 990), s. 486-7
I4 Derek Bickerton, Language and Human Behavior (Seattle, 1995).
I5 James Shreeve, The Neandertal Enigma: Solving the Mystery o f Modern Human
Origins (New York, 1 995).
I6 Roger Lewin, Bones of Contention: Controversies in the Search for Human Origins
(Chicago, 1 997).
I7 Milford Wolpoff ve Rachel Caspari, Race and Human Evolution (New York, 1 997).
18 lan Tattersall, The Fosil Trail: How We Know What We Think We Know About
Human Evolution (Oxford, 1 997).
19 Robert M. W. Dixon, The Rise and Fail of Languages (Cambridge, 1 997).
NOTLAR 231

III İLK AİLELER


(Sayfa 5 3 -79)

Morris Swadesh, ' Linguistic Overview', Prehistoric Man in the New World, ed. ]esse
D. Jennings ve Edward Norbeck (Chicago, 1 964) s. 527-56.
2 Sydney M. Lamb ve E. Douglas Mitchell, Ed., Sprung (rom Some Common Source:
Investigations into the Prehistory of Languages (Stanford, 1 99 1 ).
3 Ernst Pulgram, 'The Nature and Use of Proto-Languages', Lingua X ( 1 96 1 ), s. 1 8-37.
4 Johanna Nichols, Linguistic Diversity in Space and Time (Chicago, 1 992).
5 Terry Crowley, An Introduction to Historical Linguistics, 3. Baskı (Auckland, 1 997).
6 Joseph Greenberg, Studies in African Linguistic Classification (New Haven, 1 955).
7 lan Maddieson ve Thomas J. Hinnebusch, Ed., Language History and Linguistic
Description in Africa; Trends in African Linguistic 2 (Lawrenceville, NJ, 1 998).
8 Saul Levin, Semitic and Indo-European: The Principa/ Etymologies, with
Observations on Afro-Asiatic, Amsterdam Studies in the Theory and History of
Linguistics (Amsterdam, 1995).
9 Jerry Norman, Chinese (Cambridge, 1 988).
ro Malcolm D. Ross, 'Some Current Issues in Austronesian Linguistics', Comparative
Austronesian Dictionary: An Introduction to Austronesian Studies, Part I: Fascicle I,
ed. Darrell T. Tryon (Bedin ve New York, 1 995), s. 45-120.
ll Daniel Mario Abondolo, editör, The Uralic Languages, Routledge Language Family
Descriptions (Londra, 1 998).
12 Peter Hajdu, Finno- Ugrian Languages and Peoples, çeviri G. F. Cushing (Londra,
1 975).
13 Ives Goddard, 'The Classification of the Native Languages of North America',
Handbook ofNorth American Indians, XVII: Languages (Washington, 1 996), s. 290-
323.
14 Lyle Campbell, American Indian Languages: The Historical Linguistics of Native
America, Oxford Studies in Anthropological Linguistics 4 (Oxford, 1 997). Kuzey
Amerika, Orta Amerika ve Güney Amerika dillerinin sınıflandırmaları üzerine en son
araştırmalar, araştırma tarihi, en son teoriler için bu olağanüstü esere bkz.
15 William Bright, American Indian Linguistics and Literature (Bedin, New York,
Amsterdam, 1984).
l6 Harriet E. Klein ve Louisa R. Stark, ed., South American Indian Languages: Retrospect
and Prospect (Austin, TX, 1 985).
17 Nichols (bkz. not 4).
18 Stephen A. Wurm, 'Classification of Australian Languages, Including Tasmanian',
Current Trends in Linguistics, VIII: Linguistics in Oceania, ed. Thomas A. Sebeok
(Lahey ve Paris, 1 97 1 ), s. 721-803.
19 A. Capell, 'History of Research in Australian and Tasmanian Languages', in Current
Trends in Linguistics, VIII: Linguistics in Oceania, ed. Thomas A. Sebeok (Lahey ve
Paris, 1 97 1 ), s. 661-720.
20 Robert M. W. Dixon, The languages of Australia (Cambridge, 1 980).
21 Capell (bkz. not 1 9).
22 C. F. Voegel'in diğer eseri, 'Obtaining an Index of Phonological Differentiation
form the Construction of Non-Existent Minimax Systems', International Journal of
American Linguistics, XXIX/I ( 1 963), s. 4-29.
232 DiLiN TARİHİ

23 Capell (bkz. not 19 ).


24 Pamela Swadling, Papua New Guinea's Prehistory: An Introduction (Port Moresby,
1981 ).
25 Stephen A. Wurm, 'The Papuan Linguistic Situation', Current Trends in Linguistics,
VIII: Linguistics in Oceania, ed. Thomas A. Sebeok (Lahey ve Paris, 1971 ), s. 541 -
65 7.
26 Stephen A. Wurm, The Papuan Languages of Oceania (Tübingen, 198 2 ).
27 Darrel T. Tryon, 'The Austronesian Languages', Comparative Austronesian
Dictionary: An Introduction to Austronesian Studies, Part I, Fascicle I, ed. Darrell T.
Tryon (Bedin ve New York, 1995 ), s. 5 -44 .
28 Isidore Dyen, 'The Austronesian Languages and Proto-Austronesian', Current Trends
in Linguistics, VllI: Linguistics in Oceania, ed. Thomas A. Sebeok (Lahey ve Paris,
1971 ), s. 5-54.
29 Malcolm D. Ross, 'Some Current Issues in Austronesian Linguistics', Comparative
Austronesian Dictionary: An Introduction to Austronesian Studies, Part l, Fascicle I,
ed. Darrell T. Tryon (Bedin ve New York, 1995 ), s. 45 - 1 20.
30 Sanford B. Steever, ed., The Dravid Languages, Routledge Language Family
Descriptions (Londra, 1998 ).
3r Calin Renfrew, Archaeology and Language: The Puzzle of Indo-European Origins
(Londra, 1998 ).
32 Robert S . P. Comparative Indo-European Linguistics: A n Introduction (Amsterdam,
1995 ).
33 Björn Collinder, A n Introduction to the Uralic Languages (Berkeley ve Los Angeles,
1965 ). Ayrıca editörü Bela Brogyanyi ve Reiner Lipp olan Comparative Historical
Linguistics: Indo-European and Finno- Ugric. Papers in Honor of Oswald Szemerenyi,
III (Amsterdam, 199 3 ) bakınız.
34 Philip Balsi, An Introduction t o the Indo-European Languages (Carbondale, iL,
198 3 ).
35 Anna Giacalone Ramat ve Paolo Ramat, ed., The Indo-European Languages,
Routledge Language Family Descriptions (Londra, 1 998 ).
36 Crowley (bkz. not 5 ).
37 Robert M.W. Dixon, The Rise and Fail of Languages (Cambridge, 1997 ).

iV YAZILI DİL
(Sayfa 8 1 - 1 0 8 )

M . W. Gren, 'The Construction and lmplementation of the Cuneiform Writing


System', Visible Language, XV/4 ( 1981 ), s. 3 45 -72 .
2 Archibald A. Hill, The Typology of Writing Systems', Papers in Linguistics in Honor
of Leon Dostert, ed. W. M. Austin (Lahey, 1 967 ), s. 92- 9 .
3 Wayne M. Senner, ed., The Origins of Writing (Lincoln, NB, 1991 ).
4 Hans ]ensen, Sign, Symbol and Script. An Account of Man's Efforts to Write, 3 . Baskı
(Londra, 1970).
5 Edward B. Tylor, Anthropology (New York, 1 88 1 ).
6 David Diringer, Writing (Londra, 1881 ).
NOTLAR 233

7 George L. Trager, 'Writing and Writing Systems', Current Trends in Linguistics, XII:
Linguistics and Adjacent Arts and Sciences, ed. Thomas A. Sebeok (Lahey, 1 974 ), s.
3 73 -96 .
8 Geoffrey Sampson, Writing Systems (Londra, 1 9 85 ).
9 Şimdiye kadar en kapsamlı bilgi için, bkz. Peter T. Daniels ve William Bright, ed.,
The World's Writing Systems (New York, 1 99 6 ). Ayrıca, George L. Campbell,
Handbook of Scripts and Alphabets (Londra, 1 997); Florian Coulmas, The Blackwell
Encylopedia of Writing Systems ( Oxford, 1 99 6 ); Sampson (bkz. not 8 ); Diringer ( bkz.
not 6 ); ve Jensen (bkz. not 4 ) önerilir.
lO Denise Schmandt-Besserat, How Writing Came About (Austin, TX, 1 997).
ll John D. Ray, 'The Emergence of Writing in Egypt', World Archaeology, XVIl/3
( 1 9 8 6 ), s. 307- 16.
12 Hilary Wilson, Understanding Hierog/yphs: A Complete Introductory Guide
(Lincolnwood, IL, 1 995 ).
13 Jaromir Malek, The ABC of Hieroglyphs: Ancient Egyptian Writing (Gilsum, NH,
1 995 ).
14 W. V. Davies, Egyptian Hieroglyphs, Reading the Past, Cilt VI (Berkeley ve Los
Angeles, 1 99 0 ).
l5 David P. Silverman, Language and Writing in Ancient Egypt, Camegie Series on
Egypt (Oakland, CA, 1 99 0 ).
16 E. A. Wallis Budge, An Egyptian Hierog/yphic Dictionary, İki Cilt (Mineola, New
York, 1 97 8 ).
17 Denise Schmandt-Besserat, Before Writing: From Counting to Cuneiform (Austin,
TX, 1 99 2 ).
l 8 Stuart Schneider ve George Fischer, The lllustrated Guide to Antique Writing
Instruments (New York, 1 997).
19 Marvin A. Powell, 'Three Problems in the History of Cuneiform Writing: Origins,
Direction of Script, Literacy', Visible Language, XV/4 ( 1 9 81 ), s. 41 9-40 .
20 C. B. F. Walker, Cuneiform, Reading the Past; III. Cilt (Berkeley ve Los Angeles,
1 9 8 9).
21 Green (bkz. not 1 ).
22 Gregory L. Possehl, The Indus Age: The Writing System (Philadelphia, 1 99 6 ).
23 Walter A. Fairservis, Jr, 'The Script of the Indus Valley Civilization', Scientific
American (Mart 1 9 8 3 ), s. 41 -9.
24 Asko Parpola, 'The Indus Script: A Challenging Puzzle', World Archaeology, XVIl/3
(19 8 6 ), s. 3 99-4 19 ve Deciphering the Indus Script (Cambridge, 1 994 ).
25 Maurice W. M. Pope, 'The Origin of Near Eastem Writing', Antiquity, XL ( 1 9 65 ), s.
1 7-23 .
26 G.R. Driver, Semitic Writing (Londra, 1 948 ).
27 Roger D. Woodard, Greek Writing from Knossos to Homer: A Linguistic Interpretation
of the Origin of the Greek Alphabet and the Continuity of th ancient Greek Literacy
( Oxford, 1 997). Minos Greklerinin hiyeroglif ve Linear A yazısını geliştirdiğini
öne süren yeni kuram Steven Roger Fischer'in Evidence far Hellenic Dialect in the
Phaistos Disk (Bem, Frankfurt am Main, New York, Paris, 1 9 88 ) eserinde; onun
rağbet gören kuramının bir yorumu da Steven Roger Fischer, Glyphbreaker (New
York, 1 997) eserinde okunabilir.
28 Brian Colless, 'The Byblos Syllabary and the Proto-Alphabet', Abr-Nahrain, XXX
( 1 992 ), s. 55 - 102 .
234 DİLİN TARİHİ

29 Brian E. Colless, 'Recent Discoveries Illuminating the Origin of the Alphabet', Abr­
Nahrain, XXVı ( 1 99 8 ), s. 30-67.
30 John F. Healey, Early Alphabet, Reading the Past, cilt IX ( Berkeley ve Los Angeles,
1 99 1 ).
3l Steven Roger Fischer, Rongorongo: The Easter Island Script. History, Traditions,
Texts, Oxford Studies in Anthropological Linguistics, 1 4 (Oxford, 1 99 7 ).
32 S . Robert Ramsey, The Languages of China (Princeton, NJ, 1 990 ).
33 Sampson (bkz. not 8 ).
34 John S. Justeson, 'The Origin of Writing Systems: Preclassic Mesoamerica', World
Archaeology, XVII ( 1 9 8 6 ), s. 4 3 9-5 6 .
35 John S. Justeson and Terence Kaufman, 'A Decipherment of Epi-Olmec Hieroglyphic
Writing', Science, CCLIX ( 1 99 3 ), s. 1703 - 1 1 .
36 Michael D . Coe, Breaking the Maya Code (Londra, 1 992 ).
37 Michael D. Coe ve Justin Kerr, The Art of the Maya Scribe (Londra, 1 99 8 ).
38 Joyce Marcus, Mesoamerican Writing Systems: Propaganda, Myth, and History in
Four Ancient Civilizations (Princeton, NJ, 1 99 2 ).
39 D. Gary Miller, Ancient Scripts and Phonological Knowledge, Amsterdam Studies in
the Theory and History of Linguistic Science (Amsterdam, 1 994 ).
40 Henri Jean Martin, The History and Power of Writing, Lydia G. Cochrane tarafından
tercüme edildi (Chicago, 1 995 ).
41 John L. White, ed., Studies in Ancient Letter Writing (Atlanta, GA, 1 9 8 3 ).

V SOYAGAÇLARI
(Sayfa 1 09 - 1 3 6 )

Ross Clark, 'Language' in The Prehistory of Polynesia, ed. Jesse D . Jennings


(Cambridge, MA ve Londra, 1 9 79), s. 24 9- 70 .
2 Donald Macaulay, The Celtic Languages (Cambridge, 1 99 3 ).
3 James Fife ve Martin ]. Bali, ed., The Celtic Languages (Londra, 1 99 3 ).
4 Kenneth Hurlstone Jackson, Language and History in Early Britain (Portland, OR,
1 994 ).
5 Janet Davies, The Welsh Langauage (Cardiff, 1 99 3 ).
6 R. S. Conway, The Italic Dialects (Cambridge, 1 8 9 7 ).
7 Cari Darling Buck, A grammar of Oscan and Umbrian: With a Collection of
Inscriptions and a Glossary (Baston, MA, 1 9 04 ).
8 M.S. Beeler, The Venetic Language, University of California Publications in
Linguistics, IV/I (Berkeley ve Los Angeles, 1 94 9).
9 Helena Kurzova, From Indo-European to Latin: The Evlution ofa Morphosyntactic
Type, Amsterdam Studies in the Theory and History of Linguistic Science, Series 4
(Amsterdam, 1 99 3 ).
ıo Roger Wright, ed., Latin and the Romance Languages in the Early Middle Ages
(University Park, PA, 1 99 5 ).
ıı Tracy K. Harris, Death of a Langage: The History o fJudeo-Spanish (Newark, DE,
1 994 ).
12 Peter A. Machonis, Histoire de la langue: du /atin a /'ancien français (Lanham, MD,
1 990 ).
NOTLAR 235

13 Peter Rickard, A History of the French Language, 2 . Baskı (Londra, 1 989).


14 Paul M. Lloyd, From Latin to Spanish: Historical Phonology and Morphology of the
Spanish Language, Memoirs of the American Philosophical Society, 1 73 (Philadelphia,
PA, 1 987).
ı5 Ralph Penny, A History of the Spanish Language (Cambridge, 1 9 9 1 ) .
16 Martin Maiden, A Linguistic History of Italian, Longman Linguistics Library
(Londra, 1 998).
17 D. H. Green, Language and History in the Early Germanic World (Cambridge, 1 998).
18 ]ohan van der Auwera ve Ekkehard K . Fonig, The Germanic Languages (Londra,
1 994).
19 Joseph B. Voyles, Early Germanic Grammar: Pre-, Proto-, and Post-Germanic
Languages (San Diego, 1 994).
20 Orrin W. Robinson, Old English and Its C/osest Relatives: A Survey of the Earliest
Germanic Languages (Stanford, CA, 1994).
21 Charles V. J. Russ, German Language Today: A Linguistic Introduction (Londra,
1 994).
22 Rolf Berndt, History of the Eng/ish Language (Leipzig, 1 982).
23 Malcolm Guthrie, Comparative Bantu: An Introduction to the Comparative
Linguistics and Prehistory of the Bantu Languages, 4 cilt (Farnborough, 1967-70 ).
24 Derek Nurse ve Thomas ]. Hinenbusch, Swahili and Sabaki: A Linguistic History,
California Üniversitesi Dilbilim Yayınları, CXXI (Berkeley ve Los Angeles, 1 993).
25 Harry H. Johnston, A Comparative Study of the Bantu and Semi-Bantu Languages
(New York, 1 997).
26 Jan Vansina, Paths in the Rainforests (Madison, Wisconsin, 1 990).
27 Aynı yazıda.
28 Jerry Narman, Chinese (Cambridge, 1 988).
29 Victor Krupa, The Polynesian Languages. A Guide, Languages of Asia and Africa, iV
(Londra, 1 982).
30 Clark (bkz. not 1 ).
3ı Andrew Pawley, 'The Relationships of Polynesian Outlier Languages', ]ournal of the
Polinesian Society, LXXVI ( 1 967), s. 259-96.
32 Carleton T. Hodge, 'The Linguistic Cycle', Language Sciences, XIII, s. 1 -7.

VI DİLİN BİLİMİNE D OGRU


( Sayfa 1 3 7- 1 7 1 )

Leonard Bloomfield, A n Introduction to Linguistic Science (New York, 1 9 14).


2 Bimal Krisha Matilal, The Word and the World: India's Contribution to the Study of
Language (Oxford, 1 990).
3 Giulio Lepschy, ed., History of Linguistics: The Eastern Traditions of Linguistics
(Londra, 1996).
4 Esa Itkonen, Universal History of Linguistics: India, China, Arabia, Europe,
Amsterdam Studies in the Theory and History of Linguistic Science 65 (Amsterdam,
1 99 1 ).
5 Robert H. Robins, A Short History of Linguistics, 3. Baskı, Longman Linguistics
Library (Londra, 1 996).
236 DİLİN TARİHİ

6 Pieter A. M. Seuren, Western Linguistics: An Historical Introduction (Oxford, 1 998).


7 Giulio Lepschy, ed., History of Linguistics: Classical and Medieval Linguistics
(Londra, 1 998).
8 Roy Harris ve Talbot J. Taylar, Landmarks in Linguistic Thought: The Western
Tradition (rom Socrates to Saussure, Routledge History of Linguistic Thought Series
(Londra, 1 997).
9 Robert H. Robins, The Byzantine Grammarians: Their Place in History, Trends in
Linguistics, Studies and Monographs 70 (Bedin, New York, Amsterdam, 1993).
10 Seuren (bkz. not 6).
ıı Lepschy (bkz. not 7).
12 Kees Versteegh, Landmarks in Linguistic Thought III: the Arabic Linguistic Tradition,
Routledge History of Linguistic Thought Series (Londra, 1 997).
13 Itkonen (bkz. not 4).
14 Lepschy (bkz. not 3).
l5 Vivien Law, ed., History of Linguistic Thought in the Early Middle Ages, Amsterdam
Studies in the Theory and History of Linguistic Science (Amsterdam, 1993).
16 Lepschy (bkz. not 7).
17 Law (bkz. not 15).
18 Robins (bkz. not 5).
19 Seuren (bkz. not 6).
20 Ferdinand de Saussure, Course in General Linguistics, Wade Baskin tarafından
tercüme edildi (New York, 1 966).
21 Jindrich Toman, The Magic of a Common Language: ]akobson, Mathesius,
Trubetzkoy, and the Prague Linguistic Circle, Current Studies in Linguistics, 26
(Cambridge, MA, 1 995).
22 Randy Ailen Harris, The Linguistics Wars (Oxford, 1 995).
23 Edward Sapir, Language: An Introduction t a the Study o f Speech (New York, 1 92 1 ).
24 P. H. Matthews, Grammatical Theory in the United States (rom Bloomfield ta
Chomsky, Cambridge Studies in Linguistics, 67 (Cambridge, 1 993).
25 Leonard Bloomfield, Language (Londra, 1 935).
26 William O'Grady, Contemporary Linguistics: An Introduction, 3. baskı (Londra,
1997).
27 J. R. Firth, Papers Linguistics 1 934-1951 (Oxford, 1957).
28 Roman Jakobson, Selected Writings I: Phonological Studies (Lahey, 1962).
29 Sidney M. Lamb, 'The Sememic Approach to Structural Semantics', American
Anthropologist, LXVI ( 1964), s. 57-78 ve Outline of Stratificational Grammar
(Washington, DC, 1966).
30 Noam Chomsky, Syntactic Structures (Lahey, 1957).
31 Emmon Bach, Introduction to Transformational Grammars (New York, 1964).
32 Noam Chomsky, Aspects of the Theory of Syntax (Cambridge, MA, 1965).
33 12 Kasım 1 998'de Yeni Zelanda, Waiheke Adası'nda ben bu bölümü yazarken
Noam Chomsky beni ziyaret etti. Diğer pek çok şey ile birlikte dönüşümlü üretici
dilbilgisini ve dilbilim tarihindeki yerini öğleden sonra boyunca tartıştık. Chomsky'ye
değerlendirmelerime katılıp katılmadığını sorduğumda, evet diyerek bu 'üretici
dilbilgisi'nin belki de 20. yüzyılın ikinci yarısının en önemli kuramsal dilbilim modeli
olacağını söyledi. Dil üretim sürecinde dönüşümlü unsurunun olması gerektiğine
inanmasına rağmen, 'Dönüşümlü' yanı tartışmalı olabilir, diye de ekledi.
34 Robert M. W. Dixon, The Rise and Fail o f Languages (Cambridge, 1997).
NOTLAR 237

35 Robert D. King, Historical Linguistics and Generative Grammar (Englewood Cliffs,


New Jersey, 1 969); Hans Henrich Hock, Principles of Historical Linguistics (Bedin,
New York, Amsterdam, 1 986).
36 James Ailen, Natura/ Language Understanding, 2 . Baskı (Londra, 1 995).
Noam Chomsky görüşmemiz sırasında, dönüşümlü üretici dilbilgisi modelini, savaştan
sonra ABD'de keşfedilen bilişimsel dilbilimden özellikle bilgisayar çevirisinden yola
çıkarak oluşturduğunu da anlattı.

VII TOPLUM VE DİL


( Sayfa 1 73-207)

Ronald Wardhaugh, An Introduction to Sociolinguistics (Oxford, 1 997).


2 Suzanne Romaine, Language in Society: An Introduction to Sociolinguistics (Oxford,
1 994 ).
3 Peter Trudgill, Sociolinguistics: An Introduction to Language and Society, gözden
geçirilmiş baskı (New York, 1 996).
4 Jean Aitchison, Language Change: Progress or Decay?, 2. Baskı (Cambridge, 1 9 9 1 ) .
5 Roger Lass, Historical Linguistics and Language Change (Cambridge, 1 997).
6 R.L. Trask, Language Change (Londra, 1 994 ).
7 Jonathan Gren, Slangs Through the Ages (Lincolnwood, IL, 1 996).
8 Robert L. Chapman, American Slang (New York, 1 998).
9 Kari Sornig, Lexical Innovation: A Study of Slang, Colloquialisms, and Causal Speech
(New York, 1 9 8 1 ).
IO Suzanne Romaine, Pidgin and Creole Languages (New York, 1988).
n Terry Crowley, An Introduction to Historical Linguistics, 3. Baskı (Auckland, 1 997).
I2 Derek Bickerton, Roots of Language (Ann Arbor, 1 9 8 1 ) .
I3 David Crystal, English as a Global Language (Cambridge, 1 998).
I4 J.K. Chambers ve Peter Trudgill, Dialectology (Cambridge, 1 990).
I5 Joshua A. Fishman, In Praise of the Beloved Language: A Comparative View of
Positive Ethnolinguistic Consciousness (Bedin, New York, Amsterdam, 1 997).
I6 Joey Lee Dillard, Black English: Its History and Usage in the United States (New
York, 1 973).
I7 Clarence Major, juba to ]ive: A Dictionary of African-American Slang (New York,
1 994 ).
I8 Dale Spender, Man-Made Language (New York, 1 990).
I9 Anna Livia, Queerly Phrased: Language, Gender, and Sexuality (Oxford, 1 997).
20 John W. Young, Totalitarian Language (Charlottesville, VA, 1991).
21 Edward S. Herman v e Noam Chomsky, Manufacturing Consent: The Political
Economy of the Mass Media (New York, 1 988).
22 William C. Stokoe, Semiotics and Human Sign Languages (Lahey, 1 972).
23 Matthias Brenzinger, ed., Language Death (Bedin, New York, Amsterdam, 1 992).
24 Lenore A. Grenoble ve Lindsay ]. Whaley, ed., Endangered Languages: Current Issues
and Future Prospects (Cambridge, 1 997).
25 Trudgill (bkz. not 3).
26 Alison Ross, Language of Humour (Londra, 1 998).
238 DİLİN TARİHİ

27 Jan Gavan Bremmer ve Herman Roodenburg, ed., A Cultural History of Humor:


From Antiquity to the Present Day (Oxford, 1 997).

VIII GELECEGİN İPUÇLARI


( Sayfa 209-227)

Robert W. Sebesta, Concepts o f Programming Languages (Don Milis, Ont., 1 998).


2 Alice E. Fischer ve Frances S. Grodzynsky, The Anatomy of Programming Languages
(New York, 1993).
3 Ryan Stansifer, The Study of Programming Languages (New York, 1 994).
4 Doris Appleby ve Julius J. Vandekopple, Programming Languages: Paradigm and
Practice, 2. Baskı, McGraw-Hill Computer Science Series (New York, 1 997).
5 Kenneth C. Louden, Programming Languages: Principles and Practice, PWS-Kent
Series in Computer Science (Boston, MA, 1 993).
6 C. A. R. Hoare ve C. B. Jones, Essays in Computing Science, Prentice Hail International
Series in Computer Science (New York, 1 989).
7 Mark Warschauer, ed., Virtual Connection: On/ine Activities and Projects for
Networking Language Learners, National Foreign Language Center Technical
Reports No. 8 (Honolulu, 1995).
8 Seppo Tela, 'The Adoption of International Communications Networks and Electronic
Mail into Foreign Language Education', Scandinavian Journal of Educational
Research, XXXVI ( 1 992), s. 303-12.
9 Seppo Tella, Introducing International Communications Networks and Electronic
Mail in Foreign Language Classrooms: Finlandiya'nın Lise düzeyindeki okullarında
yapılmış Vaka İncelemesi. Doktora tezi, Helsinki Üniversitesi, 1 9 9 1 .
IO Seppo Tella, Talking Shop Via E-Mail: A Thematic and Linguistic Analysis of
Electronic Mail Commımication (Helsinki, 1 992).
II Da ve Sperling, The Internet Guide for English Language Teachers (New York, 1997).
I2 Robert Phillipson, Linguistic Imperialism (Oxford, 1 997).
I3 Jenny Cheshire, ed., English Around the World (Cambridge, 1 9 9 1 ).
I4 The British Council, The Future of English? (Londra, 1 997).
I5 Robert M . W. Dixon, The Rise and Fail of Languages (Cambridge, 1997).
Seçme Kaynakça

Agosta, William C., Chemical Communication: The Language o f Pheromones (New York,
1 992)
Aitchison, Jean, Language Change: Progress or Decay?, 2. baskı (Cambridge, 1991)
--- The Seeds o f Speech: Language Origin and Evolution (Cambridge, 1 996)
Ailen, James, Natura/ Language Understanding, 2. Baskı (Londra, 1 995)
Anttila, Raimo, An Introduction to Historical and Comparative Linguistics (New York,
1 972)
Appleby, Doris ve Julius J. Vandekopple, Programming Languages: Paradigm and Practice,
2. Baskı, McGraw-Hill Computer Science Series (New York, 1 997)
Arlotto, Anthony, Introduction to Historical Linguistics (Bostan, 1972) van der Auwera,
Johan ve Ekkehard K. Fonig, The Germanic Languages (Londra, 1994)
Baldi, Philip, ed., Linguistic Change and Reconstruction Methodology (Berlin, 1 990)
Benveniste, Emile, Problbnes de Linguistique generale (Paris, 1 966)
Berndt, Rolf, History of the English Language (Leipzig, 1 982)
Bickerton, Derek, Roots of Language (Ann Arbor, MI, 1 9 8 1 )
--- Language and Species (Chicago, 1 992)
Bloomfield, Leonard, An Introduction to Linguistic Science (New York, 1914)
--- Language (Londra, 1 935)
Bolinger, Dwight, Aspects of Language (New York, 1968)
Bremmer, Jan Gavan ve Herman Roodenburg, ed., A Cu/tural History of Humour: From
Antiquity to the Present Day (Oxford, 1 997)
Brezinger, Matthias, ed., Language Death (Berlin, New York, Amsterdam, 1 992)
Budge, E. A. Wallis, An Egyptian Hieroglyphic Dictionary, 2 cilt (Mineola, NY, 1 978)
Bynon, Theodora, Historical Linguistics (Cambridge, 1 979)
Campbell, George L., Handbook of Scripts and Alphabets (Londra, 1 997)
Cheshire, Jenny, ed., Eng/ish Around the World (Cambridge, 1991)
Chomsky, Noam, Syntactic Structures (Lahey, 1 957)
-- Aspects of the Theory of Syntax (Cambridge, MA, 1 965)
Coe, Michael D., Reconstructing Human Origins: A Modern Synthesis (New York, 1 997)
240 DİLİN TARİHİ

Coulmas, Florian, The Blackwell Encyclopedia of Writing Systems ( Oxford, 1 996)


Crowley, Terry, An Introduction to Historical Linguistics (Auckland, 1 997)
Daniels, Peter T., ve William Bright, ed., The World's Writing Systems (New York, 1 996)
Deacon, Terence, The Symbolic Species: The Co-Evolution of Language and the Brain
(New York, 1 997)
De Luce, Judith ve Hugh T. Wilder, Language in Primates: Perspectives and Implications
(New York, 1 983)
Diringer, David, Writing (Londra, 1962)
Dixon, Robert M. W., The Languages of Ausralia (Cambridge, 1 980)
-- The Rise and Fail of Languages (Cambridge, 1 997)
Driver, G. R., Semitic Writing (Londra, 1 948)
Fife, James ve Martin J. Bali, ed., The Celtic Languages ( Londra, 1 993)
Fischer, Alice E. Ve Frances S. Grodzynsky, The Anatomy ofProgramming Languages (New
York, 1 993)
--- Rongorongo: The Easter Island Script. History, Traditions, Texts, Oxford Studies in
Anthropological Linguistics 14 (Oxford,1997)
Gardner, R. Ailen ve Beatrix T. Gardner, Teaching Sign Language to Chimpanzees (Albany,
NY, 1 989)
Green, D. H., Language and History in the Early Germanic World (Cambridge, 1 998)
Grenoble, Lenore A. Ve Lindsay J. Whaley, ed., Endangered Languages: Current Issues and
Future Prospects (Cambridge, 1 997)
Guthrie, Malcolm, Comparative Bantu: An Introduction to the Comparative Linguistics
and Prehistory of the Bantu Languages, 4 cilt (Farnborough, 1 967-70)
Haas, Mary R., The Prehisory of Languages (Lahey, 1 969)
Harrar, George ve Linda Harrar, Signs of the Apes, Songs of the Whales: Adventures in
Human-Animal Communication (New York, 1 989)
Harris, Randy Ailen, The Linguistics Wars (Oxford, 1 995)
Harris, Roy ve Talbot J. Taylor, Landmarks in Linguistic Thought: The Western Tradition
from Socrates to Saussure, Routledge History of Linguistic Thought Series (Londra,
1 997)
Hart, Stephen ve Franz De Waal, The Language of Animals (New York, 1 996)
Hock, Hans Henrich, Principles of Hİstorical Linguistics ( Bedin, 1 9 9 1 )
Itkonen, Esa, Universal History of Linguistics: India, China, Arabia, Europe, Amsterdam
Studies in the Theory and History of Linguistic Science 65, (Amsterdam, 1 9 9 1 )
Jablonski, Nina G . Ve Leslie C. Aiello, ed., The Origin and Diversification of Language
(San Francisco, CA, 1 998)
Jeffer, Robert ]. Ve lise Lehiste, Princip/es and Methods for Hİstorical Linguistics (Camb­
ridge, MA ve Londra, 1 980)
]ensen, Hans, Sign, Symbol and Script. An Account of Man's Efforts to Write, 3. baskı
(Londra, 1 970)
Jespersen, Otto, Language: Its Nature, Development and Origin (Londra, 1 922)
Johnston, Harry H., A Comparative Study of the Bantu and Semi-Bantu Languages
(New York, 1 997)
Krupa, Victor, The Polynesian Languages: A Guide, Languages of Asia and Africa, IV
(Londra, 1 982)
Lass, Roger, Historical Linguistics and Language Change (Cambridge, 1 997)
Lehmann, Winfred P., Historical Linguistics: An Introduction (New York, 1 962)
Lepschy, Giulio, ed., History of Linguistics: Classical and Medieval Linguistics (London,
1 996)
SEÇME KAYNAKÇA 241

--- ed., History of Linguistics: The Eastern Traditions of Linguistics (Londra, 1 996)
Lieberman, Philip, The Biology and Evolution of Language (Cambridge, MA, 1987)
--- Eve Spoke: Human Language and Human Evolution (New York, 1 998)
Lilly, John C., Communication Between Man and Dolphin (New York, 1 987)
Linden, Eugene, Silent Partners: The Legacy ofthe Ape Language Experiments (New York,
1 986)
Lloyd, Paul M., From Latin to Spanish: Historical Phonology and Morphology of the Spa­
nish Language,Memoirs of the American Philosophical Society 1 73 (Philadelphia, PA,
1 987)
Macaulay, Donald, The Celtic Languages (Cambridge, 1 993)
J'viaiden, Martin, A Linguistic History of Italian, Longman Linguistics Library (Londra,
1 994)
Mallory, J. P., ln Search ofthe Indo-Europeans: Language, Archaeology and Myth (Londra,
1 989)
Martin, Henri Jean, The History and Power of Writing, Lydia G. Cochrane tarafından
tercüme edilmiştir(Chicago, 1 995)
Matthews, P. H., Grammatical Theory in the United States {rom Bloomfield to Chomsky,
Cambridge Studies inLinguistics, 67 (Cambridge, 1 993)
Miller, D. Gary, Ancient Scripts and Phonological Knowledge, Amsterdam Studies in the
Theory and History ofLinguistic Science (Amsterdam, 1 994)
Nichols, Johanna, Linguistic Diversity in Time and Space (Chicago, 1 992)
Noble, William ve lain Davidson, Human Evolution, Language and Mind: A Psychological
and Archaeologicallnquiry (Cambridge, 1 996)
Norman, Jerry, Chinese ( Cambridge, 1 988)
O'Grady, William, Contemporary Linguistics: An Introduction, 3. Baskı (Londra, 1 997)
Owings, Donald H., ve Eugene S. Morton, Anima/ Vocal Communication (Cambridge,
1 998)
Patterson, Francine ve Ronald H. Cohn, Koko's Story (New York, 1 98 8 )
Pei, Mario, The Story o f Language (Londra, 1 966)
Penny, Ralph, A History of the Spanish Language (Cambridge, 1991)
Phillipson, Robert, Linguistic lmperialism (Oxford, 1 992)
Ramsey, S. Robert, The Languages of China (Princeton, NJ, 1 990)
Renfrew, Colin, Archaeology and Language: The Puzzle of lndo-European Origins (Lond­
ra, 1 987)
Rickard, Peter, A History of the French Language, 2. Baskı (Londra, 1 989)
Robins, Robert H., A Short History of Linguistics, 3 . Baskı Longman Linguistics Library
(Londra, 1 996)
--- ve Eugenius M. Uhlenbeck, ed., Endangered Languages (Oxford, 1991)
Robinson, Andrew, The Story o f Writing (Londra, 1 995)
Robinson, Orrin W., Old English and Its Closest Re/atives: A Survey of the Earlies Germa-
nic Languages (Stanford, 1 994
Romaine, Suzanne, Pidgin and Creole Languages (New York, 1 98 8 )
--- Language i n Society: An Introduction t o Socio/inguistics (Oxford, 1 994)
Russ, Charles V. J., German Language Today: A Linguistic Introduction (London, 1 994)
Sampson, Geoffrey, Writing Systems (Londra, 1 985)
Sapir, Edward, Language: An Introduction to the Study of Speech (New York, 1 92 1 )
Saussure, Ferdinand de, Course in General Linguistics, Wade Baskin tarafından tercüme
edildi (New York, 1 966)
242 DİLİN TARİHİ

Savage-Rumbaugh, Sue, Ape Language: From Conditioned Response to Symbol (New


York, 1986)
--- Kanzi: The Ape at the Brink of the Human Mind (New York, 1 996)

--- Stuart Shanker ve Talbot Taylor, Apes, Language, and the Human Mind (Oxford,

1 998)
Schmandt-Besserat, Denise, Before Writing: From Counting to Cuneiform (Austin, TX,
1 992)
--- How Writing Came About (Austin, TX, 1 997)

Sebeok, Thomas A., Speaking of Apes: A Critical Anthology of Two- Way Communication
with Man (New York, 1 980)
Sebesta, Robert W., Concepts of Programming Languages (Don Milis, Ont., 1 998)
Senner, Wayne M., ed., The Origins o f Writing (Lincoln, NB, 1 9 9 1 )
Seuren, Pieter A . M . , Western Linguistics: An Historical Introduction (Oxford, 1 998)
Shibatani, Masayoshi, The Language ofJapan (Cambridge, 1 990)
Stansifer, Ryan, The Study of Programming Languages (New York, 1 994)
Stokoe, William C., Semiotics and Human Sign Languages (Lahey, 1 972)
Tella, Seppo, Talking Shop via E-Mail: A Thematic and Linguistic Analysis of Electronic
Mail Communication (Helsinki, 1 992)
Trask, R. L., Language Change (Londra, 1 994)
Trudgill, Peter, Sociolinguistics: An Introduction to Language and Society, gözden geçirilmiş
baskı(New York, 1 996)
Vansina, Jan, Paths in the Rainforests (Madison, WI, 1990)
Von Frisch, Kari ve Thomas D. Seeley, The Dance Language and Orientation of Bees
(Cambridge, MA, 1 993)
Voyles, Joseph B., Early Germanic Grammar: Pre-, Proto-, and Post-Germanic Languages
(San Diego, CA, 1 992)
Wardhaugh, Ronald, An Introduction to Sociolinguistics (Oxford, 1 997)
Warschauer, Mark, ed., Virtual Connection: On/ine Activities and Projects far Networking
Language Lea rners,National Foreign Language Center Technical Reports, 8 (Honolu­
lu, 1 995)
Wenner, Adrian M. ve Patrick Wells, Anatomy ofa Controversy: The Question ofa Langu­
age Among Bees (New York, 1 990)
Wright, Roger, ed., Latin and the Romance Languages in the Early Middle Ages (University
Park, PA, 1 995)
DİZİN

Afrika 5-6, 24, 27-28, 30-31 , 35, 37, 46- Güneybatı Almanya 183
48, 56, 58-59, 61, 63, 67, 72, 109, 1 1 9, Kuzey Almanya 121, 123
121, 124-27, 1 82, 1 85-87, 1 95 Kuzeydoğu Almanya 121
Afrika dilleri 47, 58-59, 67, 1 87-88 Orta Almanya 122
Afrikaanca 76, 123 Yukarı Almanya 122
Afro-Amerikan konuşması 1 87 Altay dilleri 6 1 -62
Afro-Asya dilleri 59-60 Amerikan dilleri 63-66
Afro-Asya yazısı 84-97 Amerikan İspanyolca lehçesi 120
Afro-İngiliz konuşması 1 8 7 Ameslan bkz.Amerikan İşaret Dili
Batı Afrika 96, 1 8 7-88 Yerli Amerikan dilleri 120
Doğu Afrika 28, 1 35, 1 8 1 Amerikan İşaret Dili 1 7-21 , 25, 1 99
Güney Afrika 28, 58, 123, 1 35, 1 77, anlambilim bkz. semantik
1 8 1 , 1 95, 224 Arapça 60, 1 19-20, 125, 140, 148, 152,
Kuzey Afrika 35, 60, 148 1 80-8 1 , 188, 191, 225
Kuzeybatı Afrika 1 1 9 argo 1 76, 1 79, 1 88, 223
Orta Afrika 124-25, 127, 135 arılar bkz. bal arıları
aile ağacı 76, 78, 125, 1 3 1 Aristoteles 143-44, 148, 1 5 1 , 153, 1 55, 1 70
Ainu 63 Asya 30-31 , 37, 45, 6 1 -63, 67, 72, 84, 100,
Akkadlar 89-90 1 1 9, 1 70-71
Akkad dili 60, 89 Asya dilleri 61-63
alansal yayılma 1 75 Asya yazıları 98-1 0 1
alfabe 20, 82, 85, 87-88, 91-96, 104-105, Doğu Asya 1 3 1
1 07, 134, 142-44, 150, 1 62, 1 99, 2 1 1 Güney Asya 91
Fenike alfabesi 94 Güneydoğu Asya 62, 70-72
Glagol alfabesi 95 Kuzey Asya 1 70
Grek alfabesi 94 Küçük Asya 1 1 2
Kıpti alfabesi 88 Orta Asya 62
Kiri! alfabesi 95 atlar 3, 9, 14, 35, 1 99, 205
Kore alfabesi 1 0 1 Avustral Adaları 133-34
Latin alfabesi 82-83, 94-96, 122 Avustralya 3-5, 31, 47, 56, 66-67, 70, 124,
Proto-alfabe 92 1 8 1 , 1 90, 214, 222
Yunan alfabesi 88, 95-96, 105, 142 Avustralya dilleri 56, 67-70, 223, 226
Almanca 76, 106, 1 1 1 -12, 120, 122-24, Avustralya İngilizcesi 223
157, 1 8 1 , 1 89, 1 93, 2 1 7- 1 8, 225 Kuzey Avustralya 48
Aşağı Almanca 122-23 Proto-Avustralya dili 68-70
Orta Almanca 1 1 1 Avustro-Asyatik 62, 72
Ortaçağ Almancası 123 Avustronezya dilleri 55-56, 62, 70-72, 1 3 1
Yahudi Almancası 1 19, 123 Proto-Avustronezya dili 7 1
Yüksek Almanca 1 1 1 , 1 1 9, 122, 1 75 Avusturya 23
Almanya 35, 42, 122, 159, 1 75, 191, 224 Güneydoğu Avusturya 121
Doğu Almanya 1 95, 214 Avusturya-Macaristan 156
244 DİLİN TARİHİ

Aztek 102 Cro-Magnon 46


Aztekçe 53 Cross Nehri 125
Aztek-Tano 64 Aşağı Cross Nehri 124

Babil(li) 60, 89-90 Çad dilleri 59


Babil Kulesi 157 çekimli diller 54, 100, 128, 1 35, 146, 159,
Bacon, Roger 151 163
Bahasa 1 10, 1 93 Çin-Tibet dili 56, 61, 71, 127
bal arıları 1, 4-5 Çince bkz. Mandarin Çincesi
balıklar 2, 97 çivi yazısı 60, 8 8-90, 92, 104
balinalar 2, 7-8, 1 1-15, 1 7
domuz balığı 1 1, 1 6 Danca 76, 122, 134
yunus balığı 2 , 7-8, 1 1 , 15-17 dans 1, 4-5, 39, 134, 227
Bantu dilleri 1 09, 124-27, 134-35, 180 Dante Alighieri 157, 191
Batı Bantu dili 125-26 dilbilgisi 1 37-39, 142, 1 54, 157, 159, 1 66-
Doğu Bantu dili 125 67
Güneybatı Bantu dili 126 dilbilim 21, 45, 54, 65-66, 71, 75, 78, 1 09,
Basklar 73, 75, 1 84 1 2 1 , 126, 1 37-40, 142-43, 146, 150-71
Bask dili 56, 72-74 Dixon, Robert 226
Berberi 1 88 dönüşümlü üretici dilbilgisi 167-68
Berberi dilleri 59-60 Dravid dili 72, 9 1
betimsel dilbilimi 167-68 Proto-Dravid dili 72
bilişimsel dilbilim 140, 1 68-71 dünya dili 78, 1 24, 2 1 9, 224, 226
Bilzingsleben 35-36
bitişken dönem 135 Ege 60, 82, 9 1 , 1 77
biyo-akustik 2, 4, 7-8 eklemleme 39, 4 1 , 44-45, 49, 168
Bloomfield, Leonard 1 37, 1 60, 163-64, Endonezya 30, 35, 37, 71, 1 93
1 66-67 Doğu Endonezya 70
Language 1 64 Endonezya Bahasa bkz. Bahasa
Boas, Franz 1 06, 163, 167 e-posta dili 2 1 4
Handbook of American-Indian Langu­ Esperanto 109, 1 8 3
ages 163 Estuary İngilizcesi 220
Bonobo(lar) 7, 17, 22-26, 28 etimoloji 140, 143, 146, 150
Bopp, Franz 158 etnik dil 1 74, 1 84-88
Vergleichende Grammatik 158 Etrüskler 73, 95, 1 12, 1 16-17
Boxgrove 35 evrensel gramer 151, 154
böcek(ler) 2-4 evrim 14, 1 6, 25-26, 28, 30-31 , 37-39, 45-
Breton(ya) 1 13-14 47, 50-52, 56, 58, 61, 64, 67, 70, 72-
Bretonca 76, 1 13-14, 1 1 6 73, 75, 81, 83-84, 1 04, 120, 125, 1 33,
1 55, 165, 171, 1 8 1 , 1 85, 202, 206,
Cava Adamı 30 2 1 7, 223-24, 227
Cava Adası 30-31
Chomsky, Noam 40, 45, 166-68 Faliskanca 1 1 7
Syntactic Structures l 66 Faroe dili 76, 122
Churchill, Sir Winston 1 74, 1 96 Felemenkçe 76
Coe, Michael 104 Fenikeli 92
Cornwall 1 1 3- 1 5 Fenike dili 60, 92
Cornwall dili (Kernevek) 7 6 , 1 1 3, 1 15- feromonlar 3-4, 10, 39
1 6, 202 filler 2-3, 9-1 1 , 34
DiZiN 245

Fince 62, 1 70 Germen dilleri 55, 74, 76, 78, 95-96,


Fin-Ugor dili 62, 75 1 1 1 , 1 14, 1 1 9-25, 127, 1 34-35, 158-
Firth, J. R. 1 65 59, 1 66, 1 92, 1 94, 200, 221
fiziksel konuşma yetisi 30, 38, 46, 49, 1 98 Kuzey Denizi Germenleri 1 2 1
Flores Adası 31, 34 Kuzey Germen dili 121-22
fonem 1 12, 129, 147-48, 162, 164-66 geyik 9
fonetik 39, 82, 84-86, 88-89, 91, 98-100, Gılgameş 1 73
1 02, 105, 128, 137, 1 3 9-44, 149, 1 5 1 , Girit 60, 9 1-92, 1 8 7
154, 162, 164-65 goril(ler) 7 , 1 7-21 , 2 8
fonoloji 39, 51, 78, 90, 96, 1 04, 1 1 7, 1 19- göstergebilim 164, 1 98
20, 123, 125, 130, 133, 135, 1 38-39, Grimm, Jacob 158
141, 144, 1 54, 158, 1 62, 1 64-66, 1 69,
1 80-8 1, 1 8 7, 192, 21 9-20 Haiti 1 8 1
Fossey, Dian 1 8 Haiti dili 1 8 1
Fransa 1 12, 1 14, 1 16, 154, 1 6 1 , 1 97, 204, Haiti Kreol dili 1 1 8
224 hal teorisi 14 5
Batı Fransa 1 16 Harris, James 1 55
Eski Fransızca 1 1 9, 221 Harris, Zelling 168
Fransızca 55, 75, 77, 1 15, 1 1 8-19, 123, Hawaii 14, 133-34
1 34, 136, 1 52-53, 1 8 1 , 1 85-86, 1 89, Hawaii dili 132-33
1 9 1-92, 2 1 7 hayvan iletişimi 2-3, 20, 25-26
Güney Fransa 73, 1 1 8 Herodotos 142, 1 86, 203
Güneybatı Fransa 73 Hindistan 53, 72, 9 1 , 96, 124, 1 3 7-42, 144,
Orta Fransızca 1 1 9 149, 1 70
Ortaçağ Norman Fransızcası 1 1 1 Doğu Hindistan 72
Paris Fransızcası 130 Eski Hindistan 1 3 7
frekanslar, 2, 8, 1 O, 1 65 Güney Hindistan 72
değişken-frekans 8 Hintçe 1 3 8
işitme 10, 1 6, 1 55 Kuzey Hindistan 72
sabit-frekans 8 Kuzeydoğu Hindistan 72
Frisch, Kari von 4 Hint dilleri 72
Hint-Avrupalı(lar) 74-75, 79, 90-91, 106,
Galapagos Adaları 1 5 1 12, 1 1 6, 120-21, 1 6 1
Galler 1 14-15, 2 1 8 Hint-Avrupa dilleri 55-56, 72-78, 92,
Eski Galce 1 1 5 1 17, 1 1 9, 124, 139, 145, 152, 156,
Galce 76, 1 06, 1 14-16, 151, 162, 1 89, 158-60, 1 65, 1 82, 1 84, 200, 2 1 7- 1 8
219 Hint-İran dilleri 72, 77-78
İskoç Galcesi 1 13-14 Hititler 90
Kıta Galcesi 1 1 4 Hitit çivi yazısı 90
Orta Galce 1 1 5 hiyeroglif 81, 85-86, 88, 92, 1 02
Galiçya 2 1 8 Mısır hiyeroglifi 8 1-82, 85-89, 91
Galiçya dili 77 Hollanda(lı) 34, 123, 1 93, 225
Galiza dili 1 1 6 Hollandaca 76, 123-25, 1 93
Germen(ler) 82, 95, 1 14-16, 1 19, 121-23, Homeros 4 1 , 143, 203
145, 1 8 7-88, 190 hominidler 8, 1 1, 1 7, 26-27, 29-3 1 , 35-39,
Baltık Germenleri 121 42, 44, 46, 48-50, 108, 227
Batı Germen dili 55, 74, 79, 1 2 1 Hama erektus 30-42, 44-45, 47, 49-50, 6 1 ,
Batı Germenleri 121 1 79
Elbe Germenleri 121 Hama ergaster 29
246 DİLiN TARİHİ

Homo habilis 28-30, 49 Güney İskoçya 1 14-15


Homo heidelbergensis 36 İskoç Galcesi 1 1 3-14
Homo sapiens 26, 3 1 , 36-37, 40, 42-43, 45- İskoçça 1 16, 1 19
52, 56, 58, 6 1 , 63, 68, 73 İspanya 35, 74, 1 12, 1 16, 1 1 8, 120-21, 148
Humboldt, Wilhelm von 159-60, 1 63, 1 67 Amerikan İspanyolcası 120
Eski İspanyolca 1 19-20
İbraniler 82 İspanyolca 77, 1 10, 1 18-19, 1 3 1, 1 34,
İbranice 60, 93, 140, 148, 152, 1 55, 153, 1 76, 1 8 1 , 1 84, 1 86-87, 201, 204,
157, 170, 1 93, 202, 225 2 1 7, 219, 223-25
iki dillilik 46, 201, 215 Kuzey İspanya 73
ilk dil 124, 225 Meksika İspanyolcası 1 8 7
İlk Gramerci 140, 151, 157 Şili İspanyolcası 218-19
İndus Vadisi 72, 8 1-82, 84-85, 90-91 Yahudi İspanyolcası 1 1 8-19
infra-ses 10-1 1 , 22 7 İsveç 120, 214
İngiltere 1 15-16, 123, 151, 1 65, 1 85, 1 9 1 , İsveççe 76, 122, 1 34
1 97, 204 işaret dili 17, 2 1 , 29, 1 98-99, 206-207, 225,
Avustralya İngilizcesi 223 227
Amerikan İngilizcesi 1 76, 179, 220-21 manastır işaret dili 1 9 8
Britanya İngilizcesi 107, 221 , 224 ova işaret dili 1 99
Eski İngilizce 1 1 1, 123, 1 92 İtalik diller 1 16-20, 124, 127, 1 35, 1 92
Estuary İngilizcesi 220 İtalya 73, 95, 1 16, 121
Güney Afrika İngilizcesi 223 Gal-İtalyan lehçesi 120
Güneybatı İngiltere 1 12 İtalyanca 55, 73, 77, 120, 152-53, 1 80,
Güneydoğu İngiltere 35 1 9 1 -92
İngilizce 6, 1 6, 22, 54-55, 74-76, 78, Kuzey İtalya 1 12
88, 106-107, 1 10-1 1 , 1 14-15, 1 19-20, Orta İtalya 1 1 6- 1 7
122-24, 1 3 1, 134-36, 154, 157, 1 69, Orta İtalyanca 1 2 0
1 74, 176-79, 1 8 1 , 1 83-84, 1 86-90, Yukarı İtalyan lehçesi 1 2 0
1 92-93, 197, 1 99, 201, 209, 214-26 İzlanda(lı) 1 5 1 -1 57, 1 94, 2 1 4
Kuzeybatı İngiltere 1 1 5 İzlandaca 76, 122, 124, 1 5 1 , 1 57, 194
Orta İngilizce 1 1 1, 123, 1 8 6 Eski İzlandaca 122
Uluslararası Standart İngilizce 124, izole dil 55, 63-65
1 76, 201 , 2 1 4-15, 220, 223-26
Yeni Zelanda İngilizcesi 223 Jakobson, Roman 1 65
insan-hayvan iletişimi 24, 38, 2 1 3 Japonya 63, 100, 106
İnternet 8 3 , 1 77, 1 84, 2 13-15, 2 1 7, 223-24 Japonca 63, 100-101, 108, 128, 225
ipli seramik kültürü 74-75 jest 1, 9, 18, 21-22, 25, 42, 44, 49-50, 1 55,
İrlanda(lı) 76, 79, 95, 1 12-15, 150, 1 76, 1 65, 1 75, 1 97-99, 203, 206, 214, 227
1 94 Jones, Sir William 1 56
Eski İrlandaca 1 13
Güneybatı İrlandaca 1 14 Kafkasya 6 1
İrlandaca 1 14, 1 1 6, 1 5 1 Batı Kafkasya 63
Orta İrlandaca 1 13 Doğu Kafkasya 63
irtibat dili 1 79-84 Güney Kafkasya 63
İskandinavya(lı) 75, 121-22, 1 94, 225 Kafkas Dağları 63
Batı İskandinav dili 122 Kafkas dilleri 63, 73
Doğu İskandinav dili 122 Proto-Kafkas dili 63
İskandinavya dilleri 122, 124, 142 Kambriya dili 76, 1 15
İskoç(ya) 52, 73, 1 12, 1 14, 1 97 Kanzi ( Bonobo) 22-23
DİZİN 247

karıncalar 1, 3-4, 10, 39 Eski Çince 127-29


Katalanca 77, 1 16, 1 1 8, 1 53, 199 Modern Çince 129-30
Kelt dilleri 55, 73, 1 12-16, 1 1 9, 1211 134, Orta Çince 128-30
1 56, 158 Pre-Çince 62
Khoisan dilleri 58 Maori(ler) 134, 171, 1 93
kimyasal iletişim 1 , 10, 50, 227 Maori dili 1 32-33, 1 93, 223
kaine 1 8 0 Maya 65, 1 0 1 - 1 04, 1 97, 1 99
Koko 1 8-22 maymunlar 3, 7, 1 7-18, 20-25, 27-28, 30,
Kore 1 0 1 35, 38, 49-50
Korece 6 3 , 1 0 1 , 1 2 8 Meksika 53
kreol ( melez dil) 1 1 8, 1 8 1 -82 Güney Meksika 1 0 1 -102
Kuşitik diller 59 Meksika İspanyolcası 1 8 7
kuşlar 2-3, 5-8, 1 1 , 97 Mezoamerika 65-66, 102
Mezoamerikan yazısı 84, 101-108
Lamb, Sidney M. 166 Mezopotamya 84, 90
Laponca 62 Aşağı Mezopotamya 60
Latin dilleri 1 06, 1 1 7- 1 8, 145, 200 Güney Mezopotamya 82
Latince 54, 77, 96, 106, 1 12, 1 14-15, 1 1 7- Mısır(lı) 60, 8 1 , 84-86, 88-90, 104, 1 73,
2 1 , 123, 127, 129, 1 3 1 , 135-40, 144- 1 87, 197
48, 150-58, 1 70, 1 82-83, 1 90-92, 1 94, Aşağı Mısır 85
200, 204, 2 13, 225 Eski Mısır 203
Arkaik Latince 1 1 8 Mısır dili 55, 60, 8 1 , 88-89, 1 04, 135
Eski Latince 1 18 Mısır hiyeroglif yazısı 8 1 -83, 86-89, 91
Klasik Latince 1 1 8-19, 129, 148, 150, Mısır logografik yazısı 85, 92
153 Yukarı Mısır 85
Orta Latince 1 1 8 mizah 1 09, 203-207
Ortaçağ Latincesi 1 53 Moğol dilleri 62, 91, 1 99
Vülger Latince 1 18-2 1 , 129 morfem 54, 82, 85, 88, 93, 1 03, 127-28,
lehçe 7, 12- 1 3, 15-16, 51, 6 1 , 65, 68-69, 144, 147, 1 64, 1 70
74, 77, 107, 1 10, 1 13-14, 1 16-18, 120, morfoloji 39, 125, 140, 143-44, 146, 1 57,
122-24, 129-34, 141-42, 149, 152, 163-64, 180
1 57, 1 60-61 , 1 75-76, 1 80, 1 84-88, Mors işaretleri 1 98
201-202, 2 1 7, 222-23, 225
leksikoistatistik 125-26 Nahuatl 53
Libya(lı) 60, 1 8 7 Neandertal 36-38, 40, 42-48, 50
Liguryalılar 73 Pre-Neandertal 43
Ligurya dili 73 Nijer-Kongo dil ailesi 55-56, 58, 124-25
Lilly, Joh C. 1 6 Nijerya 59, 125
lingua franca (ortak dil) 1 14, 125, 130, Nil-Sahra dilleri 58
134, 1 80-81 Nil Nehri 203
lingua geral (genel dil) 1 8 0 noktalama 107
Norveççe 76, 122
Macarca 60, 62
Manca 76, 1 13-16, 202 Oksitanca 77, 1 1 6
Mandarin Çincesi 54, 6 1 , 78-79, 99-100, Omotik diller 5 9
103, 1 07-1 08, 1 10, 124, 127-31 , 135, orangutanlar 7 , 1
141, 149, 153, 1 59, 1 84, 1 99, 2 1 7, Osk-Ombr dilleri 1 1 6- 1 7
224-25
Arkaik Çince 61 ölü diller bkz. yok olan diller
248 DİLİN TARİHİ

Paleo-Asyatik 6 1 -62 İber-Roman dili 1 1 8


Panini 1 38-39, 142 Raet-Roman dili 1 1 8
Astadhyayi 1 38-39 Romanca 77, 1 1 6
Papua 66, 70, 1 3 1 , 1 8 1 Romansça 1 1 8
Papua dilleri 56, 66, 70-71 Rönesans 138, 145, 152, 1 70, 1 9 1
Trans-Yeni Gine Kolu 70 Rumence 77, 1 1 8-20
Paskalya Adası 71, 82, 97, 1 32-34, 1 76,
201, 205, 2 1 8 Sade İngilizce Kampanyası 197
Patterson, Francine 1 8-21 , 25 Sadeleştirme 92, 100, 206
Pepperberg, !rene 6 Sahul 66-67, 70
pidgin (karma dil) 1 8 1-82 Kuzeybatı Sahul 68
Pike, Kenneth L. 1 64 Sahul dilleri 56, 66-71
Piken dilleri 1 1 6 Sami(ler) 89-90, 92-93, 1 04, 180
Güney Piken dili 1 1 6 Sami dilleri 56, 59-60, 92, 104
Piktler 73, 1 1 4 Batı Sami dil ailesi 60, 9 1 , 104
Platon 143 Doğu Sami dil ailesi 60, 89
Polinezya(lı) 71, 97, 1 32-34, 171, 205 Sanskritçe 53, 77-78, 91, 1 3 7-42, 149, 156-
Çekirdek Polinezya dili 133 59, 1 6 1 , 1 70, 1 9 1
Doğu Polinezya dili 55, 133-34 Sapir, Edward 1 60, 1 63, 167
Fransız Polinezya 134 Language 1 63
Polinezya dilleri 1 07, 109, 1 31 -36, 1 76, Sardinyaca 77, 1 1 8
1 93, 201 Saussure, Ferdinand de 1 6 1 -62
Proto-Polinezya dilleri 1 3 1-32 Savage-Rumbaugh, Sue 22-23, 25
Port Royal okulları 154-55, 1 67 Schlegel, Friedrich 1 57
Portekiz 1 19 Schleicher, August 159
Portekizce 77, 1 1 8, 1 53, 1 80-8 1 semantik 25, 99, 104, 1 1 1 , 1 35, 1 38-39,
Prag Dilbilim Çevresi 1 62, 165 1 4 1 , 145, 1 5 1 , 1 55, 1 59, 1 63-64, 2 1 1 ,
primatlar 13, 16, 2 1-24, 29 216, 219, 222
Priscianus 147-48, 150-52, 154, 1 70 sembolik düşünce (düşünme) 34, 36, 50
Institutiones Grammaticae 14 7 Shakespeare 106, 1 1 1 , 1 74, 1 79, 205
programlama dilleri 1, 106, 108, 210-13 Sibirya 6 1-62, 64
propaganda 103, 1 75, 1 94-77, 206, 226 Doğu Sibirya 63
Provence 2 1 8 Kuzey Sibirya 6 1
Provence dili 1 1 8- 1 9, 1 5 3 Sibirya dilleri 6 1 -64
sinirsel konuşma yetisi 3 8
Raetya 1 1 6 sözdizim 20, 23, 25, 34, 38-4 1 , 44-45, 50-
Raetya dili 106 5 1 , 100, 1 1 1 , 127, 1 30, 135, 140, 144,
Raetya-Roman dili 1 1 8 146, 152, 1 64, 1 80, 1 99, 2 1 1 , 218,
Ramee, Pierre 1 53 221-22
Scholae Grammaticae 1 53 sözlük 128, 1 30, 140-4 1 , 149-50, 152, 157,
Rask, Rasmus 1 5 8 1 64-65, 1 69-70
Roma 3 4 , 1 12, 1 1 7- 1 8 spekülatif gramer 140, 1 5 1 -52, 1 70
Romalılar 73, 95-96, 1 12, 1 14-2 1 , 123, Stoacılar 143
138, 140, 145, 147, 149-50, 1 70, 1 77, Sunda 30-3 1 , 37, 68
1 80, 1 87, 1 94, 1 98, 200, 204 Sümerler 60, 84-85, 88-90, 1 73
Roman dilleri 55, 77-78, 109, 1 1 8, 120, Sümer çivi yazısı 88-89, 104
129, 135, 153 Sümer logografik yazısı 90
Batı Roman dilleri 120 Sümer dili 60, 88-89
Doğu Roman dilleri 120 Svahilice 125, 1 8 1
DİZİN 249

şempanzeler 7, 1 7- 1 8, 20-23, 25, 28, 35, 50 Wallace Çizgisi 3 1 , 35, 37


Washoe 1 8 , 20-22
Tahiti 133-34, 134, 1 79, 2 1 8 Wittgenstein, Ludwig 23
Tahiti dili 132, 134, 2 1 8- 1 9
Tasmanya 5 2 , 5 6 , 66-67 yapay dil 16, 25, 40, 109, 1 79-84, 1 93,
Tasmanya dili 67 198, 206, 215
Tayvan 62, 71-72, 130, 171 yapısal dilbilim 162
tehlikedeki diller 200-202 yarasalar 2, 8
Tibet-Burma dili 61 yazı dili 6 1 , 96, 143, 1 74
tipoloji (yapı) 1 63 Yeni Gine bkz. Papua
Tolkien, J. R. R. 1 15 Yeni Gramerciler 140, 1 60-61 , 166
Toskana 120 Yeni Zelanda 74, 124, 133-34, 171, 176,
tümeller (dil) 159, 1 68, 1 82, 185 1 85, 1 93, 224
Türkçe 54, 159, 1 8 8 Yeni Zelanda dilleri 1 34, 1 76
Yeni Zelanda İngilizcesi 223
ultra-ses 8, 227 yok olan diller 55, 58, 67, 73-74, 1 10, 1 16,
ulusal dil 1 14, 136, 1 9 1 1 1 8 , 1 36, 200-202, 207, 2 1 0, 213, 219,
Ural dilleri 6 1 -62, 75 226
Proto-Ural 62 Yunanistan 82, 91, 1 37, 142-45
Ural-Altay dil ailesi 60, 62-63 Eski Yunanca 142
Proto-Yunanca 75
üretici dilbilgisi 166-67 Yunanca 75-76, 86, 92-93, 95, 106,
1 32, 137, 140, 142-47, 1 52-53, 155-
Varro, Marcus Terentius 146-47 56, 1 58, 1 70, 1 77, 1 80, 1 9 1
vezin 141, 149 yunus balıkları bkz. balıklar
vücut dili 9, 22, 24, 50
Zuluca 125, 1 8 1 , 223

You might also like